KİBİR ve TEVÂZU
YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com
Rivâyet edilir ki; Abdullah bin Zübeyr’in adamlarını yenerek Kûfe’ye giren Abdülmelik bin Mervan, yüksekçe bir taşın üzerinde sergilenmekte olan Abdullah bin Zübeyr’in kardeşi Mus‘ab’ın kesik başını mağrur mağrur süzüyormuş. Onu bu hâlde gören ihtiyar bir Kûfeli yanına yaklaşarak şöyle demiş:
“Ey emir! Bir vakit ben, (Hazret-i Hüseyin’i şehit eden orduya komuta eden) Ubeydullah bin Ziyâd’ı bu taşın üstünde duran Hüseyin’in kellesine bakarken gördüm.
Bir müddet geçti, bu defa (Hazret-i Hüseyin’in öcünü alma dâvâsı güden) Muhtâr es-Sakafî’yi yine bu taşın üstüne konulan Ubeydullâh’ın kellesine bakarken gördüm.
Bir müddet daha geçti bu sefer de Mus‘ab’ı aynı taşın üstünde duran Muhtâr’ın kellesine bakarken gördüm.
Şimdi de seni yine aynı taş üstüne konulan Mus‘ab’ın kellesine bakarken görüyorum!”
İhtiyarın ne demek istediğini anlayan Abdülmelik bin Mervan, taşın üstünde teşhir edilmekte olan kellenin hemen kaldırılarak gömülmesini emretmiş.
Dünya tarihi nice zalim ve nice zorbalar görmüştür. Firavunlar, Nemrutlar, Şeddadlar, Yezidler, Haccaclar zulümle nam salmışlar, birçok yüreğe korku düşürmüşler, ancak kimi yukarıdaki anekdotta olduğu gibi daha bu dünyada iken lâyığını bulmuş, kimi ise ukbâda bulacağı günü beklemektedir. Nâbî ne güzel söylemiş:
Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde,
Biz hezâran mest-i mahmûrun humârın görmüşüz.
“Çok gururlanma ki, talihin yaver gitmesiyle bir meyhane gibi coşku veren yer ve zamanlarda biz binlerce sarhoşun baş ağrısı çektiğini gördük.”
Kibir denince akla ilk gelen yöneticiler olduğu için bu örnekleri verdik. Yoksa kibir yalnızca yöneticilere mahsus bir vasıf değildir. Mal, makam, avene, güzellik, giyiniş, soy-sop, hattâ ilim ve ibâdet bile kibir sebebi olabilir.
Kendisine verilen malı, Allah katındaki değerinin delili olarak takdim edip çevresine çalım satan Kārun ve Kureyş müşrikleri; aslının ateş olduğunu ileri sürerek Âdem’den üstün olduğunu iddia eden ve bu sebeple Allâh’ın emrine karşı gelip diklenen İblis; peygamber soyundan geldikleri için hiç çaba harcamasalar da kurtuluşa erecekleri avuntusuna kapılan İsrailoğulları ve ilmine mağrur olup dünyaya meyleden Bel‘âm da bu konudaki ibretlik örneklerdendir.
Hâlbuki bu kimseleri ve benzerlerini kibirlenmeye sevk eden imkânları oluşturan; bizâtihî kendileri değil, Allah’tır.
Kimin hangi soya sahip olarak nasıl bir ailede ve çevrede dünyaya geleceğini, ne gibi fizikî özelliklere sahip olacağını, ne derecede zekî ve akıllı olacağını belirleyen Allah’tır.
Bir parça kişinin karşısına çıkan fırsatları değerlendirmesine bağlı olsa da, nihâî kertede mal ve mülk de, O’nun kullarını denemek için bahşettiği nimetlerdendir.
Çalışılması durumunda elde edilecek olan ilim bile O’nun verdiği zekâ ve kapasiteyle tahsil edilebilir.
Hattâ O’na yapılacak kulluk bile O’nun kalbe vereceği aşk ve ilhamla mümkün olabilir.
Demek ki, insanın bizâtihî elde ettiği hiçbir şey yoktur. Her şey O’ndandır. Bu sebeple gerçek anlamda övgüye lâyık olan (el-Hamîd) ve gerçek anlamda ulu ve azametli olan (el-Mütekebbir) yalnızca O’dur! Sahip olduğu ne varsa O’na borçlu olan ve hadd-i zâtında hiçbir şeye mâlik olmayan insanoğlunun hemcinslerine ve hattâ O’na caka satmaya kalkması ne kadar gülünçtür! Hâlbuki İmam Birgivî’nin et-Tarîkatu’l-Muhammediyye’sinde belirttiği gibi; her gün vücudunun artıklarını iki kanalla dışarıya atmakta, burnundan sümük, kulaklarından kir, bedeninde çıkan yaralardan irin eksik olmamaktadır.
İmam Gazâlî’nin İhyâ’sında geçen şu anekdot da bu minvalde büyük bir ders ihtivâ etmektedir:
Abdullah bin Zübeyr’in Kûfe valisi olan kardeşi (yukarıda da andığımız) Mus‘ab, bir mecliste ayaklarını uzatmış bir hâlde oturuyormuş. O esnada yanına gelen Ahnef bin Kays’a yer açmak için hiç toplanmadığı gibi onun gelişinden dolayı duyduğu hoşnutsuzluğu da mimikleriyle belli etmekten çekinmemiş. Onun bu tavrını gören Ahnef şöyle demiş:
“İki tenâsül uzvundan çıktığı hâlde büyüklük taslayan âdemoğluna şaşarım!”
Yine İhyâ’da geçtiğine göre Mutarrif bin Abdullah, gösterişli kıyafetler içinde kurum satarak yürümekte olan Mühelleb’i;
“–Ey Allâh’ın kulu! Bu, Allah ve Peygamber’inin gazap ettiği bir yürüyüş şeklidir.” diyerek uyarmış. Mühelleb;
“–Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye çıkışıp had bildirmeye kalkınca şu cevabı vermiş:
“–Evet biliyorum, başlangıcın iğrenç bir damla, sonun ise pis bir cîfedir!”
Mü’mine yakışan mütevâzı olmak ve kendini kimseden üstün görmemektir. O kadar ki, İmam Birgivî’nin et-Tarîkatü’l-Muhammediyye’de belirttiği üzere; mü’min kendisini, Firavundan bile üstün görmemeli, O’nu Allâh’ın alçalttığını, kendisini ise inâyetiyle o hâle düşmekten koruduğunu düşünmelidir. Yine fâsık ve bid‘atçilerin dahî Allah katında makbul kimseler olabileceklerini, kâfirlerin bir gün İslâm’la şereflenebileceklerini ihtimal dâhilinde görmelidir. Zaten müslümanın düşmanlık ettiği; bu kimselerin şahısları değil, küfür, fısk ve bid‘atleridir. Mü’minin onlarla olan durumu bir şehzadeyle mürebbîsinin durumu gibidir. Mürebbî te’dîb maksadıyla şehzadeye kızsa da padişah emrettiği için kızar.1 Mü’min de onlara Rabbi emrettiği için kızar. Ancak onları ve gazap sebebi olan küfür ve kötülüklerini iradelerine bağlı olarak yaratanın Allah olduğunu, dilemesi durumunda onları îman ve iyiliklerle değiştirebileceğini düşünür ve ümit eder.
Kişinin kendisini herkesten aşağı görmesi tevâzunun ideal derecesidir. Tevâzunun asıl mânâsı ise kişinin kendisini olduğu mevkîde görmedir. Ne aşağı, ne de yukarı.2
Ancak tevâzu ile ilgili bu aktardıklarımız izzet ve vakarı elden bırakacak noktaya da varmamalıdır. Mü’min; îmânının kendisine kazandırdığı şeref ve bahtiyarlığın daima şuurunda olmalı, mü’min oldukça üstün olduğunu (Âl-i İmrân, 3/139), gerçek mânâda izzet ve şerefin Allah, Peygamber ve müminlere ait olduğunu bilmelidir (el-Münâfikûn 63/8). Hususiyle mücadele ortamında hâl ve tavırlarıyla kâfirlere karşı güçlü ve sert olmalıdır (el-Mâide, 5/54; el-Feth, 48/29). Tavır konulması gereken yerde; «Tevâzu gösteriyorum…» diyerek izzet ve vakara halel getirmek, küfür ve fücûra taviz vermek olur. Âkif’imiz ne güzel demiş:
Yumuşak başlı isem kim demiş uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Değerlerinin saldırı altında olduğu bu durumlar haricinde mü’min, toprağa atılmış bir dâne kadar mütevâzıdır. Alçak gönüllülükle yere düşer, rüzgârda sallanan gür ekinler gibi yeşerip boy atar.
Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât,
Mütevâzı olanı rahmet-i Rahmân büyütür.
“Bitki yere düşüp toprağa karışmadıkça berekete mazhar olamaz. Yere düşüp toprağa karışan bitki nasıl filizlenip boy atarsa, alçak gönüllü olanı da Allâh’ın engin rahmeti yüceltir.”
________________________________
1 Birgivî Mehmed Efendi, et-Tarîkatü’l-Muhammediyye, İst: Dersaâdet (1270 tab‘ının tıpkı basımı), s. 109, 114-115.
2 Birgivî, a.g.e., s. 114.