Hem Şanlı, Hem de Hicranlı UHUD GAZVESİ

ŞAİR : SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)

-700 Ashâb-ı Uhud’a 700 Mısra-
Büyük, ikinci gazâ, hicretin üçüncü yılı,
Uhud cihâdı ki, hem şanlı, hem de hicranlı!

Yazıldı târihe Şevval’de, reng-i hikmetle,
Bu gazve hayli cihetten yaşandı ibretle.
Bedir hezîmetinin sonrasında müşrikler,
Fokurdayıp dediler: «Mâtem intikām ister!»
Bedir’de hepsinin ölmüştü çünkü bir yakını,
Tutuştu hınç ile onlarda kanlı öç akını,
Kureyş’e tâze reis, baş çekip Ebû Süfyan,
Gururlu zevcesi kin yüklü Hind de bir yandan,
Ciğer körüklediler, hışmı herkesin yandı,
Muzır ve öfkeli üç bin adam hazırlandı.
Bedir’de kurtarılan kervanıyla her mânâ,
O müşrik ordusu, teçhîz edildi şirk adına.1
Nebî’nin amcası Abbas, bütün bu ahvâli,
Medîne şehrine bildirdi Mekke’den hâli. 2

Hemen sahâbeye harp meclisinde sordu Rasûl,
Savunma harbi, hücum harbi, hangisiydi kabul?
O’nun düşüncesi şahsen savunma harbi idi,
Bu fikrinin şu rüyâsıydı en açık senedi:
“Rüyamda kendimi gördüm vurur iken kılıcı,
Fakat onun ucu kopmuştu, anladım, sancı,
Uhud’da hâline mü’minlerin işârettir,
Ve sonra ben yeniden salladım kılıncımı bir,
O aldı hal, bu sefer, baktım eskisinden iyi,
Bunun işâreti, Hak’tan nasip demek epeyi.
Bununla bir de alâmet, toparlanıp da hemen,
O fethe ermesidir müslümanların yeniden.
O hak rüyâda sığırlar ve hak hayır gördüm,
Şehîd olanlara dâir Uhud’da buydu düğüm.
Hayır da şuydu; Bedir sonrasında zorlu edâ,
Zaferdi, Hakk’a sadâkat sevâbı, lutf-i Hudâ!” 3

Nebî, buyurdu bu yüzden: “–Bugün savunma gerek.”
Fakat ki Hamza ve gençlerde kaynıyordu yürek;
O istişârede onlar, hücûmu istedi tiz:
“–Bu vakti hayli sabırsızca bekliyorduk biz!”
Karar verildi: “Taarruz, şehir dışında ola!” 4
Giyindi zırhını Ahmed, kılıncı aldı kola.
Savunma harbi diyenler, o anda dilde hüner,
Edip de gençleri iknâ, Üseyd ü Sa‘d dediler:
“–Nebîmiz istemiyorken Medîne’den çıkmak,
Durup durup O’na ısrarcı oldunuz, bu mu hak?
İner O Server’e gökten emir, o emri duyun,
Bu işte siz bırakın hükmü Mustafâ’ya uyun!”5
Koşuştular, bunu arz ettiler edeple O’na:
“–Ne derseniz uyarız biz boyun büküp de Sana,
Şu ayrı rey ile ettik hatâ, dedik eyvah,
Yöneldik aynı olan fikre, yâ Rasûlâllah!”
Hak istişâre yapılmıştı, kim ne derse desin,
Vakur, kararlı Rasûl’ün cevâbı oldu kesin:
“–Eğer ki zırhını giymişse bir Nebî-yi Zaman,
Savaşmadıkça çıkarmaz o zırhı sırtından.
Ne emredersem o fermânı dinleyin, âgâh,
Hudâ yolunda sefer vakti, haydi bismillâh!
Vazîfenizde olup sabrederseniz ancak,
Bu müjde hak; yine elbet zafer sizin olacak!”6

Kuruldu bin kişilik ordu, dendi müjde ola,
Cumâ kılındı, peşinden bütün çıkıldı yola.
İlerliyordu azîz ordu, önde Peygamber,
Fakat, yol üzre münâfık gürûhu, üç yüz er,
Üretti fitne-fesat, bin bahâne, döndü geri.
Buyurdu Hak: “Bu musîbet, inançlı kimseleri,
Ve her nifakçıyı etmek içindi belli; -bakın-,
Denildi şunlara: «–Allah yolunda bir savaşın!
Veyâ gelin de yapın bâri bir savunma bütün!»
-Ne var ki, sâdece olmazlanıp da- onlar o gün,
Yakındı küfre inançtan ziyâde, hep dediler:
«–Gelir idik peşinizden savaş bileydik eğer!»
Yüreklerindeki yok şey, ağızlarında idi.
Fakat, ne gizleseler, en bilen Hudâ, kendi.”7
“Ve ey Rasûl, sabah erken, bıraktın ehlini Sen,
İnançlı kulları mevzîledin savaşta hemen.
Hudâ bilir, işitir: Sizde çift bölük o zaman,
Durup bozulmaya tutmuştu yüz, savaşmaktan.
Velîsi onların Allah’tı oysa, ey Server;
İnançlılar, yüce Allâh’a tam güvensinler!”8

Nebî’ye can, yedi yüz kaldı ordu, yok yanışı,
Lütuftu çünkü içerden çürük ayıklanışı.
Yol üzre dönmeseler pis yürekliler şu yana,
Savaşta tüm döneceklerdi bir ayak bağına!
O zor savaşta münâfık ve sinsi bir deste,
Ederdi türlü ihânet, bu yüzden elbette;
Hudâ da onları önden devirdi sonra için,
Ölüm-kalım günü zîrâ bu şartıdır zaferin.
Ne olsa çok, kazanılmaz savaş, münâfıkla,
Ne olsa az, yine mümkün zafer, muvâfıkla.
Birer birer dökülürken o müptezel kişiler,
Birer birer yola baş koydu muhteşem nice er.

Nebîmiz orduyu teftiş buyurdu, süzdü eri,
Kimin cihad yaşı uygun değil, çevirdi geri.
Seçilmemiş idi Râfî’yle hem küçük Semüre,
Züheyr açıkladı: “–Râfî bu, yâ Nebî, çâre;
Küçük, fakat iyi bir okçudur, müsâde buyur!”
Diyor ki sonrası Râfî: “–Ayaklarımda umur,
Giyindiğim iyi mest vardı, parmağım ucuna,
Basıp uzunca göründüm, bakıp Nebî de bana.
Cihâda verdi izin; duydu tâ ki can Semüre,
Ümitle koştu Mürey bin Sinân’a, misle göre:
«–Nebîmiz; ey baba, Râfî’yi seçti, geçti beni,
Güreşte ben yenerim oysa şimdi kendisini.»
Mürey, Rasûl’e beyân etti: «–Yâ Rasûlâllah,
Yener güreşte bu, Râfî’yi, güçlü mâşallah!
Fakat ki çıkmadı oğlum için cihâda izin!»
Nebî buyurdu: «–E öyleyse, haydi bir güreşin!»
Güreştik orda huzûrunda, etti tuş, Semüre,
İzin buyurdu Nebîmiz, bu âşikâr hünere.”9

Topal reis idi Amr bin Cemuh da açtı kanat,
Nebî muhâribi dört oğlu engel oldu fakat:
“–Hayır, cihadla mükellef değilsin ey babamız,
Özürlüsün diyor Allah, yeter bizim çabamız!”
O kahraman dedi: “–Zâten Bedir gününde hani,
Benim de cennete girmemde oldunuz mânî.
Bugün bilin şunu vallâhi sağ da kalsam kem,
Ben ille cennete bir gün şehîd olup girecem.”
Çıkıştı sonra önünden çekilmeyen eşine:
“–Şehid ve cennete herkes, sizinle durmak ne?”
Ve aldı kalkanı, yalvardı Hakk’a kor ciğeri:
“–Bu yolda ehlime yâ Rab, çevirme gayri geri!”
Yanık yanık dedi Peygamber’in koşup yanına;
“–Oğullarım yine engel bu muhteşem akına!
Sen’in yanında cihad, hem şehâdet istiyorum,
Topal, özürlü bu hâlimle cennet istiyorum!”
Nebî tebessüm edip, etti din beyânını arz:
“–Hudâ görür seni mâzur; cihad değil sana farz!”
Üzüldü Amr, dedi: “–İzninle yâ Rasûlâllah,
Hudâ yolunda savaşsam, şehîd olup hele ah,
Topal ayakla da cennette ben de bir yürüsem,
Benim için bunu sen istemez misin, son dem?”
Nebî sonunda: “–Evet, isterim.” sözüyle cana;
“–Menetmeyin bu cihaddan!” deyip oğullarına,
Buyurdu: “–Hazret-i Allah, şehîdi eyler onu!”
Nasıl sevindi Nebî’den duyunca Amr, bu sonu.
El açtı kıblede: “–Yâ Rab, şehîdin eyle, diri,
Bu yolda ehlime mahzûn, aman çevirme geri!”
O can, şehâdete âşık, cihâda koştu hemen;
Diyordu: “–Özlüyorum Hak katında cenneti ben!”
Sonunda kendine kalkan olan bir oğluyla,
Murâda erdi, şehîd oldu, müjde buydu kula.
“O Amr’ı, vallahi gördüm; buyurdu Peygamber:
Topal, fakat yürümekteydi cennet içre o er!”10

Uhud gününde görüş ufku, güçlü bir mânâ,
Verip de sırtını tüm ordunun Uhud Dağı’na,
Onun da karşısı Ayneyn isimli yan tepeye,
Hünerle koydu Nebî, elli okçu, tek gāye.
O’nun seçip başa tâyîni oldu İbn-i Cübeyr,
Buyurdu sonra da: “–Ey okçular, edin iyi seyr,
Vazîfeniz, korumaktır savaşta ardımızı,
-Unutmayın, zaferin çünkü burdadır nabzı-
Yenilse, yense de düşman, devamlı burda kalın,
Bırakmayın, ben emir vermeden, bu sırtı sakın!”11

Ve karşı karşıya yaklaştı ordular, dümdüz,
O müşrik ordusu üç bin, bizim taraf yedi yüz.
Mübârezeydi usûl, önce ön savaş, teke tek,
Moraldi orduya elbet, yenerse hangi yürek.
Nefes tutuldu o meydanda en yiğit kim var?
Çıkarttı karşı taraf, Talha namlı sancaktar,
Çıkıp da aslan Alî, bir vuruşta serdi hini,
Devirdi Hamza da sancaktarın ikincisini.
Gelen üçüncüyü öldürdü Sa‘d Ebî Vakkās,
Semâyı kapladı tekbir, karıştı coşku ve yas.

Hücum ve besmele birleşti, taştı her feryâd,
Uhud’da başladı dehşetli bir savaş, bu cihâd,
Kızıştı gitgide, Peygamber en şedîd anda,
Uzattı bir kılıç, üstünde nakşı, şuydu edâ:
“Utanma var geri korkaklık içre, zillet var,
Cesur, ilerlere koşmakta şan ve izzet var!”
Civâra sordu Nebî: “–Kim alır bu seyfi şu an?”
Atıldı her biri: «–Ben, ben!» diyordu her bir can.
O Şehsüvar, bu defâ: “–İşte şan ve işte satır,
Kim elde hakkını vermek için bu seyfi alır?”
Deyince, sustu talepler; Ebû Dücâne, yakın,
Koşup da sordu: «–Nedir hakkı yâ Nebî kılıcın?»
Nebî buyurdu: “–Onun hakkı, eğrilinceye dek,
Rakîbe karşı bu meydanda sallamandır pek!”
O kahraman; «–Alırım yâ Nebî bu hak bedele.»
Deyip de şartı kabûl etti, aldı seyfi ele.
Çalımlı, tafralı, mağrûr adımla dikti kafa,
Rakîbi ürküten endamla daldı karşı safa.
Yalın kılıç bu fütursuz gurûra baktı Nebî:
Buyurdu: “–Böyle adım, hayli kızdırır Rabbi.
O buğzeder buna lâkin bu yerde müstesnâ!”12
Uhud çölünde zuhûr etti türlü istisnâ.

Medîne’deyse o esnâda gördü hak senedi,
İnanca koştu Muhayrık, büyük yahûdiydi.
Derin ve gözde bir âlimdi bahs-i Tevrat’ta,
Tanırdı Ahmed ü Mahmûd’u çok yakın hattâ,
Bilirdi O’nda o en son Rasul sıfatları var,
Bu güçlü gerçeği tutmuştu sır, o vakte kadar.
Uhud zamânı Nebî, çıktığında tam sefere,
O’nun peşince o, haykırdı tüm yahûdilere:
“–Şu an benim gibi siz, ey yahûdiler, billâh,
Bilirsiniz ki Muhammed, Nebî, Rasûlullâh!
Bilirsiniz O’na hem yardım etmeniz gerekir.”
Yahûdiler dediler: “–Gün bugün cumartesidir.
Her iş yasak bize bilmez misin?” Muhayrık da;
“–Sizin cumartesiniz yok!” deyip de çekti nidâ.
Alıp kılıncını, birkaç da ihtiyaçlarını,
Bir akrabâya emânet bıraktı tüm varını:
“–Neyim ki var, ben ölürsem, Muhammed’indir hak,
Rızâ-yı Hakk’a muvâfık, O kullanır ancak!”
Ve sonra merd-i Uhud oldu, girdi harbe hemen,
Huzûr içinde şehid düştü, göçtü rûh ile ten.
Onun o an yedi tâneydi hurma bahçeleri,
Nebî de, hepsini vakfetti, övdü hem o eri.
Buyurdu sonra da gerçek şehid Muhayrık için:
“–O en hayırlısıdır şüphe yok, yahûdilerin.”13
O gün Uhud’da zuhûr etti türlü türlü edâ,
O gün yaşandı ne ibretli sahneler orada:
O gün, Medîneli Kuzman denen savaş yiğidi,
Hücûm eden yedi düşmânı öldürüp kendi,
Ağırca bir yara almış da sonra ölmüştü.
Rasûl-i Hak buna rağmen buyurdu: “–Kor düştü,
Şehid değil ölü Kuzman, bilin cehennemlik!”
Neden bu denli cihâdın sevâbı oldu çizik?
Katâde, çünkü o Kuzmân’a son nefes dedi ki:
“–Mübârek olsun a Kuzman, şehidliğin şevki!”
Tuhaf tuhaf dedi Kuzman: “–Muhârebem lâkin,
Kabîlem uğrunadır, sanmayın şehidlik için!..”
Abandı sonra ağır sancıdan, kılınca, harap,
O, intihâr ederekten kazandı ancak azap!..14

Uhud’da has yüreğin hâli ayrı bir namdı,
O gün o harbe gelen bir yiğit, Usayram’dı.
Onun kabîlesi İslâm’ı seçtiğinde açık,
O evvelâ dedi lâ, sonra duydu pişmanlık,
Kuşandı türlü silâh, koştu, sordu encâmı:
“–Yanında önce savaşmak mı, müslümanlık mı?
Ne derseniz yapayım öyle yâ Rasûlâllah!”
“–Savaştan önce inanmak!” buyurdu Nûr-i Sabah.
İnandı, sonra cihâd etti, sonra oldu şehîd:
“–Çalıştı az, ama kâr etti çok.” buyurdu Mecîd.15
O son nefeste iken kim bakarsa kendisine;
“–Koşup inanmaya geldim huzurda hak dîne.
Hudâ ve elçisi uğrunda hem cihâd ettim.
Şeref budur, yaralandım!” diyordu yerde cesîm.
Dilinde bilmece yapmış Ebû Hüreyre bunu,
Sorardı sohbetinin bir yerinde halka şunu:
“–E söyleyin bakalım, kılmadan namaz bir kez,
O ehl-i cennet olan kim? Verin cevâbını tez!”
Merâk ederdi duyan: «–Sen cevapla, kim bu hatır?»
Ebû Hüreyre de söylerdi hep: «–Usayram’dır!»16

Uhud’da sırları Peygamber’in yanında görün,
Kırıldı gazvede Cahşoğlu’nun kılıncı o gün;
Efendimiz ona bir hurmadan uzattı dalı,
O an, elinde onun oldu bir kılıç, o çalı.
Şehîd oluncaya dek dal kılıçla Abdullah,
Devirdi düşmanı her yanda koşturup lillâh.
Denildi ismine urcun, kalan o dal kılıcın,
Bir özlü Türk beyi bir vârisinden aldı satın!17

Uhud’da oldu azim, müslümanların hüneri,
Görülmemiş nice savletle şirke hamleleri,
Getirdi onlara çok geçmeden fetih ve zafer.
Silâhı çok, sayı çokken rakipte bitti hüner!
Sonunda başladılar bin acıyla kaçmaya tüm,
Fakat ki gözlere, erken bu tablo, attı düğüm:
Zaferlerinden emîn oldu müslümanlar o an,
Biraz kovup da kaçan hasmı, döndüler yoldan.
Koyuldular ne ganîmet geçerse toplamaya,
Ve okçular, tepeden, şimdi sandılar furya.
Nebî’nin emrine sâdık kumandan Abdullah,
Neler dediyse de Ayneyn’den indiler eyvah!
Emirle bir yedi zat kaldı okçular tepede,
O anda oldu ne olduysa, işte zor perde:

Rakip taraftaki Hâlid, zekî kumandandı,
Epeydir umduğu bir an, şu en zayıf andı.
Dolaştı arka taraftan süvârilerle hemen,
Şehîd edildi kalan şanlı okçular birden.
Ve şirkin ordusu, Hâlid’le hem de sırtımıza,
O denli saldırı başlattı, tüm değişti hizâ.
Kaçan rakip de toparlandı, hızla döndü geri,
Şaşırdı çifte ateş ortasında mü’min eri.
Karıştı can safı artık, karıştı hayr ile şer,
Zafer ve sancı ve mâtem ve intikam ve keder.

Hemen bu hâli yiğitler toparlamak üzere,
Koşuştular, yine şahlandılar binip eyere,
Fakat ki, öyle karışmıştı ortalık, hattâ,
O şanlı Hamza koşarken vuruldu ön safta.
Köleydi kātili, hiç yoktu kendinin darısı,
Parayla tuttu Ebû Süfyan’ın o Hind karısı.
Hür olmak uğruna Vahşî de kandı bin bir ümid,
Açık zamânı bulup mızrağıyla etti şehîd.
Bu kanlı fırsatı çok bekliyordu Hind nicedir,
O Hamza’nın ciğerinden kesip ısırdı şerir.
Bu tür kesilmesi mert Hamza’nın ne dehşetti,
Kesip şehid ciğerinden yemek, ne vahşetti!
Bu sahne, sel gibi ağlattı Ahmed’in gözünü,
O şanlı amcasının hâli, yaktı cân özünü.
Haber yayıldı hemen dalga dalga katlanarak,
Karıştı bir daha saflar, dağıldı sanki varak.

Diyor ki Hak: “Yüce Allah sözünde durdu size,
O an, koyuldunuz izniyle hasmı kesmenize.
Bir anda sevdiğiniz fethi gördünüz, bu safâ,
Nihâyetinde, hemen sonra düştünüz zaafa.
Kim âhiret, kimi dünyâyı isteyip yalnız,
Nebî’nin emrini tartıştınız ve uymadınız.
Sonunda onları yenmekten aldı Hak da sizi,
Bir imtihan size elbet bu, sonra hâlinizi,
Görüp bağışladı, Allah ki, ehl-i îmâna,
Lütuf, kerem ve fazîletlidir; -ne şüphe buna!-”18

Uhud’da var olanın hepsi var bu âyette,
Bu en kilit yönünün tam beyânıdır, işte:
Sebatsız okçuların hangi hâl idiyse özü,
Azarlıyor; «Kimi dünyâyı istiyordu.» sözü.
Şehîd olup da duranlar için, Hudâ senedi,
Senâ edip; «Kimi ukbâyı istiyordu.» dedi.
Bu gerçeğin, yaşananlar açık netîcesidir,
Uhud’da hayli şehid, sırların bu incesidir.

Nebî’yi aldı hedef, zorba müşriğin takımı,
Bir anda topluca saldırdılar, gör encâmı.
Rasûl’e gitgide sıklaştı çevresinde hücum,
O’nun korunması zorlaştı, çok kötüydü durum.
Diyor ki Talha: “–Dağılmıştı müslümanlar o an,
Rasûlü her tarafından kuşattı kör düşman.
Ya sağ, ya solda mı, yâhut önünde, ardında?
Ne yanda olmalıyım, bilmedim, o câna fedâ?
Çekip kılıncımı her yanda salladım gelene,
Sonunda bizden uzaklaştılar..19 Fakat o da ne?
Şu müşrik orduda keskin nişancı bir Mâlik,
Ok attı Ahmed’e birden, isâbetinde dakik;
Vurur bu ok diye fark etti Talha, Server’ini,
Vurulmasın diye derhâl, uzattı ellerini;
Vuruldu kendi elinden bu şanla oldu çolak.”20
Muhâcirîn ile ensar, koşuştu fırlayarak.
Nebî civârını doldurdular o tayfunda,
Şehâdet üzre yemîn ettiler huzûrunda:
“–Vücut vücûduna kurban, yüzüm siper yüzüne,
Selâm-ı Hak yine olsun bugün Sen’in özüne!
Yanındayız -ebediyyen- bırakmayız Sen’i biz!”
Bırakmadan, O’na kurban savaştılar şeksiz!21

Çekerdi okçu Ebû Talha, çok şedit, yayını,
Elinde kırdı o, üç yay, çevirdi her akını.
Rasûl o gün kimi ok torbasıyla görse ona,
«–Boşalt, diyordu; Ebû Talha’dan taraf şu yana!»
Nebî, biraz bakacak olsa hâl-i çevresine,
Çağıldıyordu Ebû Talha her seferde yine:
“–Anam-babam Sana kurban, aman sakın başını,
Sen ey Nebî, n’ola, kaldırma hiç sakın başını!
Olur ki zâtına müşrikten ok isâbet eder,
Sen’in o göğsüne olsun bu göğsüm önde siper.
Dokunmasın Sana bir şey, dokunsun anca bana!”22
Katâde, aynı şecâatle kalkan oldu O’na.
O can Rasûlü savunmakta tuttu ön sırayı,
Ok attı müşriğe hattâ ki parçalandı yayı.
O anda bir gözü oklandı, aktı göz bebeği,
Görüp de ağladı Peygamber’in yanık yüreği,
O patlayan gözü, şefkatle aldı ellerine,
Büyük Rasul, yine şefkatle koydu tam yerine!
O an o göz, yeniden gördü, eskisinden iyi.23
Özüm gözüm dedi kurban, tadan bu mûcizeyi.

Kadın sahâbeden olmuştu harbe hem katılan,
Bir okçu, Ümmü Ümâre’ydi, oldu hasma ziyan!
Nebî diyor: “–O kadın çarpışırdı ercesine,
Sağımda vardı, bakardım solumda vardı yine.”24
Bütün murâdı onun şuydu: “–Yâ Nebî, ancak,
Duâlar et; Sana cennette komşu eyleye Hak!”
Efendimiz dedi: “–Yâ Rab, kulun niyâzı Sana,
Bu kahramanları cennette komşu eyle bana!”
O has kadın dedi: “–Artık, niyâzım oldu tamam,
Hayatta hangi musîbet gelirse aldırmam!”25

Hücumların çoğalırken sürekli kargaşası,
Rasûl’e fırlatılan taş, nasıl çoğalttı yası.
Beter hücûm ile fırlattı Utbe tâ başına,
Zor imtihan bu, bakın müşriğin şu kör taşına,
Ne çarptı zırha ki, çift halka battı nur yüze, vah;
Aman, yarıldı yanaklar, kırıldı bir dişi ah.26
Hudâ Rasûlü, o esnâda düştü bir çukura,
Hazırlamıştı Ebû Âmir adlı bir madara.
Alî ve Talha berâber çıkardılar oradan,
Ebû Ubeyde de derhal yanaktan içre batan,
O çifte halkayı ön dişle söktü, son kerede,
O an kırıldı Rasûl’ün ikinci bir dişi de.
Kırıldı ön dişi hem Cerrahoğlu’nun da o dem,
Melek, felek, bütün ashab da ettiler mâtem.

Rasûl’e tüm yapılanlardan oldular mahzun,
Sonunda hep dediler, kavrulan gönül ile hûn:
“–Şu ehl-i şirke gerektir ki, bedduâ ediniz!”
Buyurdu Hazret-i Ahmed’se: «–Belleyin şunu siz;
Cihâna lânet için gönderilmedim, bu kesin,
Şu kul, hidâyete dâvet ve halka rahmet için!»
Ve sonra şöyle niyâz etti: «–Bilmiyorlar aman,
Hidâyet eyle, kerem kıl şu kavme yâ Rahman!»27
Belirtti sonra: «–Sebep, ilticâlar eylememe,
Yaramdan ötrü gazaplandı Rabbimiz kavme!»

İşitti bunları, kahroldu Sa‘d Ebî Vakkās:
“–O kardeşimdi fakat taş atan o Utbe’ye has,
İçimde öyle bir öldürme hırsı geldi bana,
Bu denli istememiştim şu katli başkasına.”
Yarıp de safları Sa‘d, etti çok niyet bu işe,
Hep engel oldu Nebî, böyle intikām edişe.28

Diğer cenahta çabuk duydular, Nebî yaralı,
Bölük bölük yine saldırdı onca yüz, karalı.
Üşüştü kum gibi müşrik, ölümdü hırsa doku,
Rasûl’ü katle kasıt çoktu; tuttu bin bir oku,
Rakîbe sel gibi yağdırdı Sa‘d Ebî Vakkās,
Ne müthiş ân idi, Peygamber orda gürledi has:
“–Anam babam sana olsun fedâ, at ey Sa‘d, at!”
Bu sahne başkaca destandı, buydu şân-ı sebat.
Alî, bu sahneye şâhid, diyor ki raddesini:
«–Anam babam sana olsun fedâ, ifâdesini,
Hayatta kimseye kullanmamıştı Peygamber!»29
O hep metîn idi, hengâme vakti tam idi er.

Vakur, eliyle silerken yarık yüzünde kanı,
Sabırlı, hep mütevekkil, duâlar etti canı:
“–Ne yaptılarsa cehâlet bu, bilmiyorlar aman,
Hidâyet eyle, kerem kıl şu kavme yâ Rahman!”
“Ali’yle Fâtıma koşturdular hemen suyla,
Nebî yüzünde fakat dinmiyordu kan hâlâ.
Sonunda Fâtıma, bir parça bir hasır yaktı,
Külüyle üstüne bastırdı, durdu kan hattı.”30
Hüzünlü sahne bu, zor an, ne çekti Peygamber,
Yanında sâdece on dörde düştü cengâver.
O zor vakitte kapılmıştı çok nefer paniğe,
Ne denli has kişiler döndü sanki orda çiğe.
Durunca yüzdeki kan, hak Nebî nefeslendi,
O savrulanlara gür bir şekilde seslendi:
“–Toparlanın, a Hudâ’nın şerefli kulları, siz,
Ey ümmetim, bana, ben Hak Rasûlü’yüm, geliniz!”31
Diyor ki Hak: “Peşinizden Nebî çağırdığı an,
O gün devamlı uzaklaştınız fakat oradan!
Ve yoktu hiç bakacak hâliniz de kimselere,
Hudâ gam üstüne gam verdi, sevk için zafere;
Olup biten size her neyse, tâ üzülmeyiniz!
Ne yapsanız biliyor Hak, -unutmayın bunu siz-!”32

O gün hedeflediler, müslüman dağılmasını,
Çabuk çökertmek için önce ruh yıkılmasını,
Rakip üfürdü: “–Muhammed şehîd edildi.” diye,
Diyenler oldu: “–O öldüyse haydi biz geriye!”
Ne yapmalıydılar ah, her şaşan, dönüşte idi,
Niyet de: “–Bâri korunsun Medîne serhaddi.”
Fakat yol üzre kadınlar çevirdiler Uhud’a,
Yürekliler ise: “–Peygamber ölse, bâki Hudâ!”
Deyip hücûma devâm etmedeydiler zâten,
Bırakmıyordu o meydânı tam cihâdı bilen.

Haber alınca Enes Nadr, Nebî şehâdetini,
Bağırdı ortaya hiç bozmadan metânetini:
“–Nebî şehîd ise artık niçin gerek yaşamak?
Şehîd olun o Muhammed misâli siz de atak!”
Hücûma geçti hemen şirke karşı öyle şedîd,
Netîce, sekseni geçkin yarayla oldu şehîd.33
Beyân eder onu; “–Amcamdı,” der Enes Mâlik:
“Bedir’de yoktu, bu yüzden yaşardı hayli ezik.
İçin için dedi: «–Ey hak Nebî, şu müşrikle,
Savaştığında sen ilkin, benim içimde çile,
O dem yanında değildim, fakat nasipse eğer,
Yanında harbe girersem, o ehl-i şirke neler,
Ne yaptığımda ben elbette Rabbimiz görecek!»
Katıldı harbe Uhud vakti, fırlayıp o yürek.
Dağıldığında bizim saf, sığındı Hakk’a elîm:
«–Şu hâl için Sana yâ Rab, özür beyân ederim.»
Ve baktı düşmana, tekrar sığındı Hakk’a o er:
«–Bulaşmadım, yüce Rabbim, ne yapsa müşrikler!»
Savaşta rastladı Sa‘d bin Muâz’a, açtı niyet:
«–Hayatta istediğim şey, o va’d olan cennet,
Şu an Uhud eteğinden, o cennetin kokusu,
Hudâ’ya and ola, burnumdadır bütün dokusu.»
Gelince şahsına artık şehidliğin sırası,
Sayıldı sekseni aşkın vücûdunun yarası.
Bütün uzuvları «müsle»yle hep kesilmişti,
Tanınmamış, onu kız kardeş anca bilmişti.
Şu âyet indi o amcam misâli hakkında:

«Adam denen ne yiğitler var ehl-i îmanda;
Tamâmı Rabbine gösterdi bağlılık özünü,
Ve onların kimi, Allâh’a tuttu her sözünü;
-Savaştı, düştü şehid- beklemekte birçoğu an,
Bozup çevirmediler sözlerinde neyse beyan.»34”35

O gün, Uhud’da ne hikmet, sürûra ok, mâtem,
Bir anda bizler için harp aleyhe döndüğü dem;
«–Şehir dışında savaşsak!» diyen kaçışmıştı,
Hudâ buyurdu kaçanlarda neydi çarpıntı:
“Ölümle yüz yüze gelmezden önce, istediniz,
Görünce tam onu pek şaştınız bakıp ona siz!”36
Bu tür yürekleri îkāz için o her sözü hak,
Hudâ buyurdu: “Muhammed bir elçidir ancak,
Hem O’ndan önce de çok elçiler gelip geçti.
Ölür, ya öldürülür olsa, gelse son vakti,
Tutup eder misiniz eski dîne yüz geri tez?
Dönerse kim geri, Allâh’a hiç zarar veremez!
Sevap ve ecri Hudâ, ehl-i şükre lutfedecek.”37
Çetin zamanlar için, işte en metin gerçek!

Uhud’da her şeye rağmen o şanlı Peygamber,
Yerinde sanki kutup yıldızıydı, şaştı hüner:
Celâdet O’nda, cesâret ve cümle O’ndaydı,
Şecâat O’nda, dirâyet ve hamle O’ndaydı.
Dedirdi zor ve yiğitlikte; işte cengâver,
Dedirdi kor ve fazîlette; işte Peygamber!
Tam îtidalde, sekînette, sonra heybette,
O örnek oldu.. Hudâ çünkü der ki âyette:

“-Ne olsa- gevşemeyin, sonra olmayın mahzun,
İnandınızsa, en üstünsünüz, -dirençli olun-
Ta cânınız, yaranızdan eğer ki yandıysa,
O kavmin öylece yanmıştı cânı bilhassa.
Bütün şu günleri, insanların içinde, -nabız-,
Bu tür, nöbetleşe, Biz döndürüp dolaştırırız.”38

Uhud, Uhud, ne kadar olsa karmaşık bir gün,
Hüküm bu, hakkın inancında hak olan üstün.
Sabır, sebat gibi her imtihân olunca edâ,
O gün Nebî’ye özel merhamet buyurdu Hudâ,
Onunla tam inananlar da şânı vermediler,
Beter hedeflere müşrik gürûhu ermediler.
Rezîli etmedi gālip, şükür ki, son sahne,
Bozuk niyet, kötünün kursağında kaldı yine.
Ve gördü Ahmed’i ashab bütün toparlandı,
Ve hepsi bir daha Gül çevresinde şahlandı.
Rakipte başladı art arda zâyiat yeniden,
O şirkin ordusu korkup biraz çekildi hemen.
Nebî de topladı ashâbı tüm Uhud Dağı’na,
Bütün muhâfaza muhkemdi gayrı, her mânâ.
Yukardan istedi inmek, bu kez Ebû Süfyan,
Ne yapsa olmadı mümkün, tıkandı kaldı o an.

Büyük dağın o korunmuş içinde mü’minler,
Temiz bir uykuya, bir daldılar ki, ömre değer.
Huzurlu, tatlı bir uykuydu, tâze güç bu halâs,
Lütuftu, sâdece olmuştu müslümanlara has.
Bu uyku yoktu münâfıkta, bir de şüphecide,
Ya korku, onları aslā uyutmayan şedde,
Ya türlü endişeler vardı içlerinde fesat,
Ya öldürür diye müşrikler oldular berbat.39

Uhud Dağı’nda şükür, doğdu tâze bir ordu,
Bu ordu, müşriğe heybetle, öyle bir durdu.
Çekindi Mekkeliler, hepsi attı dönmeye can,
Ömer’le kahr ile tartıştı zıt Ebû Süfyan,
Değildi aldığı tatsız netîce, tatminkâr,
Bunun ürettiği hırsıyla attı ortaya zar:
“–Buluşmamız, gelecek yıl Bedir’dedir, buyurun!”
Nebî buyurdu: “–Cevap, yâ Ömer, olur olsun,
Duyur: «Diler ise Allah, Bedir buluşma yeri!»”40
Bu sözle titredi müşriklerin çürük ciğeri.
Nebî’de mûcizelerden biriydi Hak’tan O’na,
Salardı böyle uzaktan da korku düşmâna.

Bu korku kapladı, müşrikler oldu Mekke’ye hat,
Savunmasızdı o an tüm Medîne oysa, fakat,
Teşebbüs etmek için yoktu istilâya yürek,
Ve yoktu bir tek esir yanda, döndüler ürkek.
Ne şüphe, işte bu, Hakk’ın inâyetiydi yine,
Aziz Nebî’ye ve mü’minlerin gönüllerine.

Dönüp giderken Uhud’dan sonunda müşrikler,
Çıkıp ilerledi, ferman buyurdu Peygamber:
“Hudâ’ya hamd ü senâ etmek üzre saf tutunuz!”
Dizildi ardına ashab, Nebî duâsı rumuz:
“Senâ ve hamd ile yâ Rabbi, şükrümüz de Sana,
Verirsen, engel olan kimse yoktur âmennâ.
Ve hiçbir el veremez, vermeyince Sen hisse,
Genişletirsen eğer Sen, daraltamaz kimse.
Daralttığında da âlemde yok genişletecek,
Sapıttırırsan eğer, hakka ayna yok gerçek.
Hidâyet eyler isen, gayrı kimse saptıramaz.
Yakın tutarsan eğer, yok uzak tutan cambaz.
Uzak tutunca da Sen, kimse yok yakın tutacak,
Hüküm Sen’in, ebediyyen, karar Sen’in ancak.
Kerem ve fazlını saç rahmetinle Allâh’ım,
Değişmeyen, ebedî nîmetinle Allâh’ım!
Fakir günümde katından muâvenet dilerim,
Yolunda korkulu günlerde emniyet dilerim.
Hayatta vermediğin, verdiğin ne varsa bana,
Her an sığınmadayım şerlerinden ötrü Sana!

Gönül gönül, bize îmânı sevdir Allâh’ım,
Şu kalbi süsle o îmanla, ey bir Allâh’ım!
Küfür ve azma ve isyâna karşı nefret ver,
Hayat ve dîne yarar kıl ve eyle hak rehber!
Yaşat, yaşat bizi hep müslümanca ey yüce Hak,
Ve öldür öylece yâ Rabbi müslümân olarak!
Yitirmeden öze dâir şeref ve haysiyeti,
Katıştır arzulanan sâlihîne şahsiyeti.
Bırakma fitneye mâruz, şu nefse etme esir,
O enbiyânı, yok olsun yalanlayan kâfir!
Sen’in yolundan eden şer gürûhu kahreyle,
Belâyı onlara indir, azap, musîbet ile.
Meğerki ehl-i kitap küfrü seçti ey Yezdan,
O şer gürûhu da kahreyle ey Hakîkat Olan!”41
Duâ tamâm olup; «Âmin» deyince Peygamber,
Sahâbiler dedi: «Âmin», açıldı gönle neler.

Bakındı görmedi, Sa‘d bin Rebî’yi sordu Nebî,
Sahâbeden biri koşturdu bir şelâle gibi.
Savaş yerinde araştırdı, yoktu; son bir ümid,
Biraz da gürledi: “–Ey Sa‘d şu anda sordu Mecid,
Merâk edip bana emretti: «–Bak, o can diri mi?
Eğer şehîd ise artık, haber getir elemi.»”
Son anlarıydı o Sa‘d’ın, cevâba yoktu mecal,
Nebî’yi duydu ki sormuş, ne varsa topladı hâl,
Cılız inildedi, bildirdi onda ahval ne:
“–Katıldım imdi ben artık ölenlerin içine!”
Delik deşikti kılıç darbesiyle tüm bedeni,
Kısık sesiyle şu telkîni, yaktı dinleyeni:
“–Kımıldadıkça şu gözler, Nebî’yi düşmandan,
Eğer muhâfaza etmez de, hem de hüsrandan,
Olursanız sebep eyvâha, n’etseniz bir ömür,
Unutmayın size yok Hak katında hiçbir özür!”42
Bu zirve sözleri, Sa‘d bin Rebî’ye oldu özet,
Bilen şuûra, ne dehşetli, muhteşem vasiyet!

O gün tamâmen Uhud’dan gidince müşrikler,
Savaş mekânına ashabla indi Peygamber;
Zafer nişânesi, yetmiş şehîdi defnetti,
İçinde Hamza ve Mus’ab da vardı, inletti.
Şehid düşünce o Mus’ab elinde sancakla,
Savaştı Mus’ab olup bir melek o bayrakla.
Nebî bu hâle habersiz, o demde etti hitab,
Buyurdu: «–Çâre hücumdur, ilerle ey Mus’ab!»
Dönüp de baktı melek, bildi Hak Nebî durumu,
Şehiddi artık o Mus’ab, hidâyetin o mumu.
Onun bulundu o gün âkıbet, şehid bedeni,
Fakat bulunmadı topraktan özge bir kefeni.43
Libas küçük, başı örtülse dışta kaldı ayak,
Fakat eğer, ayak örtülse kaldı baş çıplak!
Nebî o dem dedi: «–Örtün libasla şanlı başı,
Koyun ayaklara ot, öyle defnedin nâ‘şı.»
O Mus’ab’ın nice zengindi oysa âilesi,
Şehirde Mus’ab’a dâirdi gençlerin hevesi.
O mert geçer diye kızlar koyardı gül yoluna,
Bıraktı hep, dedi Mus’ab; «Rasûl’e âmennâ!»
Bıraktı dev gibi mîrâsı çok fakir yaşadı,
Libâsı etmedi hattâ kefen, fakat ki adı;
Yazıldı göklere Peygamber’in sahâbesi bu,
Kazandı; Ahmed’e can vermenin kitâbesi bu.

Zaman da geçse hatırlandı dâimâ bu hasad,
Derin tefekkür için oldu müslümanlara yâd:
Oruçlu bir vakit Avfoğlu baktı iftarda,
Gıdâsı sofrada birkaç çeşitti, lutf-i Hudâ.
Kederle titredi bir anda rûhunun direği,
Düşündü hayli teessürle hisseden yüreği:
“–Uhud şehîdi o Mus’ab ki benden üstündü,
Kefen çıkışmadı, otlarla toprak örtündü.
Fakat şu an bize her şey verildi dünyâlık,
Hayatta hayrımızın, korkarım, eğer artık,
Verilmedeyse bu dünyâda cümle karşılığı!”
Deyip de ağlayarak kalktı tutmadan kaşığı…44

Uhud şehidlerinin en hüzün veren şehidi,
O Allah aslanı Hamza’ydı, ümmetin yiğidi.
Hayâtı, sonra vefâtında, onda sırları seyr,
Onun başında keremler yaşandı, der ki Zübeyr:
“–Çıkardı bizlere annem Safiyye, hırka, iki
Niyet iletti: «–Kefenlik yaparsınız belki.
O kardeşim, o şehîdim, o şanlı Hamza için.»
Alıp da onları gittik şehîde, biz de hazîn.
Görüp yanında kefensiz şehid bir ensârı,
Utandık öyle bırakmakta, sonra hırkaları,
Tutup dedik: «–Biri zâtın ve Hamza’nın diğeri.»
Fakat küçük ve büyük hırkalardı, zor hüneri;
Kimeydi hangisi, seçmek için kurâ çektik.”45
Bütün özüyle ne müthiş misal bu kardeşlik!

Şehid namâzı kılınmakta Hamza baştaydı,
Onunla on kişinin aynı anda vardı adı.
Onun vücûdu kalır, defnolurdu her dokuzu,
Onunla etti devam kaç dokuz şehid rumuzu.
Onun namâzı nihâyet kılındı tam yedi kez;46
Rasûl’ün amcası, hak sâyesiydi, eğrilmez.
O seyyidü’ş-şühedânın makāmı başka baha,
Yöneldi cân u gönülden kavuştu Allâh’a.
Uhud’da fethe bedel Hamza’nın şehâdetidir,
Zor anda sırr-ı zafer, Ahmed’in metânetidir.

Diğer şehidleri çifter şekilde bir mezara,
Defin için diziyorlardı, bittiğinde sıra;
Efendimiz dedi: «–Kur’ân’ı çok bilen kim acep?»
Ve koydu gösterilen şahsı, kıbleden yana hep.47

O gün Medîne’de hicranla estirildi haber,
Duyuldu her köşeden: “Öldürüldü Peygamber!”
O anda en acı feryatla koptu çığlıklar,
Figan, semâlara yükseldi; yandı canda damar.
Hanım sahâbi Sümeyrâ’yı hem de yaktı yası,
Ki çift oğul, baba, kardeş şehîd iken kocası,
Bıraktı hepsini, bin endişeyle sordu özü:
“–Rasûl’e oldu mu bir şey?” İşitti doğru sözü:
“–Bizimledir, iyidir, çok şükür hayatta Nebî.”
Fakat ki olmadı bir türlü mutmain, kalbi:
“–O hâlde gösteriniz, tâ ki mutmain olayım!”
Görünce, tuttu ucundan libâsının o hanım:
“–Anam, babam Sana olsun fedâ ki ey yüce Nûr,
Hayatta Sen sağ iken, hiçbir endişem yoktur.”48

Büyük de O’nda sükûndur, küçük de O’nda sükûn,
Beşir bin Akrabe der: “Mahşerinde tam Uhud’un,
Şehid düşünce babam, çok küçüktüm, ağlayarak,
Rasûl’e koştum o gün, sordu merhametli kucak:
«–Niçin bu gözyaşı, bir sus biraz, a sevgilicik,
Baban ben olsam, anan Ayşe olsa, ey biricik,
Üzülme, ağlama; olmaz mısın ki râzı buna?»
«–Anam, babam Sana olsun fedâ!» deyip de O’na,
Dedim: «Hemen olurum râzı.» Güldü Peygamber,
Eliyle sevdi başımdan, O’nun o değdiği yer,
Saçım ağarsa da hâlâ başımda aynı siyah!”49
O’nun yanında şehâdet, O’nun yanında sabah…

Diyor ki Hazret-i Câbir: “Babam çağırdı beni,
Uhud’dan önceki sessiz geceydi, can ve teni,
Hazırdı vuslat için âdetâ konuştu hakîm:
«–Şehidlerin olurum ilki, öyle hissettim.
Benim Rasûl-i Hudâ’nın dışında ardımda,
Kalan, aziz kişisin; borçlarım var eyle edâ.
Hoş et muâmele, kardeşlerinle tatlı geçin!»
Sabahleyin, babam ilkiydi harp şehidlerinin.
Ve bir şehîd ile birlikte kabre defnettim,
Ve ayrı bir yere nakletmek üzre sardı azim,
Bir altı ay sonu açtım ki kabri, hayret, o ne,
Kulak dışında tüm aynıydı cismi, tâze yine.
O aynı hâl ile defnettim ayrı bir mezara.”50
Ne şüphe, erdi şehidler, ölünmeyen bahara.

Uhud şehidleri Hakk’ın uzandı cennetine,
Buyurdu Hazret-i Ahmed, açıkça ümmetine:
“Şehîd olup da sahâbemle, ben de vallâhi,
Uhud dibinde kalaydım şu akşam üzre dahi.”51

Uhud’da hâsılı Ahmed, sahâbe, müstağrak,
Zor imtihan ve fetih ekseninde şân alarak,
O can Medîne’ye hicranla döndüler oradan,
Gerekli bizlere Seyrî, o rûh, o aşk, o nişan!..
mefâilün / feilâtün / mefâilün / feilün
(fa’lün)

MEDİNE-İ MÜNEVVERE
Başlangıç: 08 ‎Temmuz ‎2015, ‎Çarşamba, ‏‎19:18
Bitiş: 15 Temmuz 2015, Çarşamba, ‏‎19:15

1 Vâkıdî, I, 199-203.
2 İbn-i Sa‘d, II, 37.
3 (Buhârî, Tâbîr, 39, 44; Menâkıb, 25; Müslim, Rüyâ, 20)
4 İbn-i Hişâm, III, 6-7.
5 Vâkıdî, I, 213-214.
6 Vâkıdî, I, 214; İbn-i Sa‘d, II, 38.
7 Âl-i İmrân, 166-167.
8 Âl-i İmrân, 121-122.
9 Taberî, Târîh, II, 505-506; Vâkıdî, I, 216.
10 Vâkıdî, I, 264-265; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, IV, 208.
11 İbn-i Hişâm, III, 10; Ahmed, I, 288.
12 İbn-i Hişâm, III, 11-12; Vâkıdî, I, 259; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 128.
13 İbn-i Hişâm, III, 38; Vâkıdî, I, 263; İbn-i Sa‘d, I, 501-503.
14 Vâkıdî, I, 263.
15 Buhârî, Cihâd, 13; Müslim, İmâre, 144.
16 İbn-i Hişâm, III, 39-40; Vâkıdî, I, 262.
17 İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III, 195; Diyârbekrî, I, 433.
18 Âl-i İmrân, 152.
19 Vâkıdî, I, 254.
20 İbn-i Sa‘d, III, 217.
21 İbn-i Sa‘d, II, 46; Vâkıdî, I, 240.
22 Buhârî, Meğâzî, 18.
23 Hâkim, III, 334/5281; Heysemî, VI, 113; İbn-i Sa‘d, III, 453.
24 İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 479.
25 Vâkıdî, I, 273; İbn-i Sa‘d, VIII, 415.
26 Utbe bin Ebî Vakkās hâininin neslinden gelen çocuklarının kâffesi (hepsi) ilâhî bir ibret olarak ön dişleri gedik ve kırık olarak doğmuşlardır. (Ramazanoğlu Mahmûd Sâmî, Uhud Gazvesi, s. 26)
27 Buhârî, Meğâzî, 24; Heysemî, VI, 117; Vâkıdî, I, 244-247; Kadı Iyâz, I, 95.
28 Vâkıdî, I, 245.
29 Tirmizî, Edeb 61, Menâkıb 26; Ahmed, I, 92.
30 Buhârî, Cihâd, 80; Meğâzî, 24; Müslim, Cihâd, 101.
31 Vâkıdî, I, 237.
32 Âl-i İmrân, 153.
33 Ahmed, III, 253; İbn-i Hişâm, III, 31.
34 el-Ahzâb, 23.
35 Buhârî, Cihâd, 12; Müslim, İmâre, 148.
36 Âl-i İmrân, 143.
37 Âl-i İmrân, 144.
38 Âl-i İmrân, 139-140.
39 Buhârî, Meğâzî, 18, 20; Vâkıdî, I, 295-296.
40 İbn-i Hişâm, III, 45; İbn-i Sa‘d, II, 59.
41 Ahmed, III, 424; Hâkim, I, 686-687/1868; III, 26/4308.
42 Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47.
43 İbn-i Sa‘d, III, 121-122.
44 Buhârî, Cenâiz, 27.
45 Ahmed, I, 165.
46 İbn-i Mâce, Cenâiz, 28.
47 Buhârî, Cenâiz, 73, 75.
48 Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115.
49 Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, II, 78; Ali el-Muttakî, XIII, 298/36862.
50 Buhârî, Cenâiz, 78.
51 Ahmed, III, 375.