İSLÂM’DA İTİDAL ve MÜSLÜMANLARIN BUGÜNKÜ VAZİYETİ

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

harun_ogmus_yuzakidergisi-haziran2015

İslâm itidal dînidir. Her konuda mûtedil olanı almış, mûtedil olanı emretmiştir. Onda ifrat ve tefrit yoktur.

Kur’ân-ı Kerim; Hazret-i İsa’yı -hâşâ- ilâh olarak gören hıristiyanları reddettiği gibi, onun annesine çirkin iftiralarda bulunan yahudilerin de bu yüzden lânet ve gazaba uğradığını bildirir.

Cinayete kısastan başka bir seçenek sunmayan yahudi hukuku ve; «Bir yanağına vurana diğer yanağını çevir!” diyen hıristiyan ahlâkına mukabil, kısasın mağdur için bir hak olduğunu kabul etmekle birlikte, diyeti de bir alternatif olarak görür, bundan da öte affı ideal bir davranış olarak tavsiye eder.

Tamamen dünyaya yönelerek âhireti unutmayı hüsran olarak görür, dünyadan bütünüyle el etek çekip manastırlara kapanmayı da tasvip etmez; aksine;

“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma!” (el-Kasas, 28/77) der.

Pintiliği ve eli sıkı olmayı kınar, bazı câhiliyye Araplarının yaptığı gibi cömertliğiyle ün salmak amacıyla elinde ne varsa dağıtarak saçıp savurmayı da tasvip etmez; bu ikisinin ortasında bir yol tutmayı tavsiye eder.

Çoğaltılması mümkün olan bu örnekler; İslâm’ın itikatta, hukukta, ibâdette, ahlâkta vb. her alanda hep dengeyi gözettiğini ve itidali emrettiğini gösterir.

İtidal, adâletle aynı kökten gelmektedir. Adâlet şahitlikte de aranan bir şarttır. Cenâb-ı Hakk’ın bu ümmeti; «ümmet-i vasat: Mûtedil ümmet» olarak nitelemesinin sebebi de budur. İlgili âyette;

“Sizin insanlığa şahitler olmanız için, sizi mûtedil bir ümmet kıldık.” (el-Bakara 2/143) buyurulmaktadır. Rivâyetlere göre; bu ümmetin insanlara şahitlik etmesiyle kastedilen, peygamberlerinin kendilerine yaptığı tebligātı kıyâmet gününde inkâr eden eski ümmetlere karşı Kur’ân’a dayanarak şahitlikte bulunmaları ve gerçekleri dile getirmeleridir. Şahidin adâletli olması, dâvâlı ve dâvâcıdan herhangi birine meyletmeden, gerçeği söylemesi gerekir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, bu ümmeti; «Ümmet-i vasat» olarak tavsif edip, onları aşırılıklardan uzak durarak itidali muhafaza etmeye ve -başka bir âyette de belirtildiği gibi- kendi aleyhlerine dahî olsa, Allah için şahitlik edip adâleti hâkim kılmaya yöneltmiştir. (en-Nisâ, 4/135; el-Mâide, 5/8)

İslâm dîni itidal üzerinde yükselmiştir. Onun çağlar boyunca kalıcılığını mümkün kılan bir kısım sâbiteleri olduğu gibi, değişik zaman ve mekânlara uyum sağlamasını temin eden yoruma açık yönleri de vardır. Gösterdiği mânâ kesin olan nasslar; tevhid, nübüvvet, âhiret gibi inanç ilkeleri; ibâdetle ilgili pratikler ve ahlâk esasları sâbiteleri teşkil eder. Gösterdiği mânâ kesin olmayan nasslar, örfe dayanan veya gaye ve illete bağlanan hükümler ise sâbitelerin ışığında ehlince zaman ve zemine uyarlanır.

Bu uyarlamayı mümkün kılan hususlardan biri de nassların sübûtuyla ilgilidir. Bazı nassların sübûtu kat‘î, bazılarının sübûtu ise zannîdir. Kur’ân ve mütevâtir hadislerin sübûtu kat‘îdir. Bu sebeple onları inkâr eden kişi dinden çıkar. Mütevâtir olmayan hadislerin sübûtu ise zannîdir. Yani nazarî olarak bakıldığında -en az yüzde bir de olsa- bunlarda yalan ve yanlış ihtimali söz konusudur. Bu sebeple, böyle bir hadîsin peygamber tarafından söylenmiş olamayacağını ileri süren kimse; hadis ilmi kriterlerine başvurarak bu iddiasını delilleriyle ortaya koymasa bile -tasvip edilmeyen bir davranış sergilemiş olmakla birlikte- kâfir olmaz. İşte kāhir ekseriyeti dînin teferruatıyla ilgili bu kısım hadisler de; zikredilen özellikleri sebebiyle, dînin değişime açık yönlerinden birini teşkil eder, bilhassa içtimâî hayatta İslâm’ın denge ve itidal sübabı vazifesini görür. Çünkü sübûtu zannî bir hadîsi inkâr eden kişi -inkârını hadîsin aktarımına bağladığı müddetçe- kâfir ilân edilip dışlanmaz. Böylece İslâm ümmeti teferruatla ilgili meseleler sebebiyle parçalanıp bölünmeden varlığını sürdürür. Meseleye bu açıdan bakıldığında; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek sözlerinin kat’î bir şekilde yazıyla kaydedilerek günümüze ulaşmamasının bir nevî rahmet olduğu bile düşünülebilir. Zira hadisler günümüze Kur’ân-ı Kerim gibi iki kapak arasında derlenmiş olarak gelmiş olsaydı, sübût açısından onun gibi kat‘iyyet ifade edecekti. Bu durumda derlenmiş olan bu hadislerden birini reddedenler küfre düşecekti. Hadisler; bazı râvîlerce hâfızalarını teyit edici şahsî notlar kabîlinden başlangıçtan beri yazılsa da, sistematik bir şekilde ancak bir asır kadar sonra derlendi. Bu gecikme de, bu tür hadislerin sübûtunda en az yüzde birlik hata ihtimalini dikkate almayı gerekli kıldı ve böylece bahsini ettiğimiz rahmet gerçekleşip ümmet içtimâî plânda parçalanıp bölünmedi.

Sözün burasında;

“Ümmet daha nasıl parçalanıp bölünecek ki?” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız. Zaten benim amacım da sözü oraya getirerek İslâm’ın rûhunda bulunan itidal ile müslümanların mevcut durumları arasında oluşan açıya dikkat çekmek. Müslümanlar bugün birçok konuda ifrat ve tefrit içerisindedirler. Siyasî bölünme ve çatışmaları bir kenara bırakarak diğer hususlardan birkaç örnek verelim:

Bir tarafta sünneti Kur’ân’a bir rakip gibi görerek -güyâ- Kur’ân adına, hadis külliyâtını külliyyen reddedenler var, bir tarafta sübûtu zannî hadisleri dînin temel ilkelerine ve Kur’ân’a arz etme teklifinde bulunanları dahî bid‘atçi ve mülhid olarak damgalayanlar…

Bir tarafta 1400 yılın birikimi olan büyük bir geleneği usulüyle, furûuyla toptan çöpe atanlar var, diğer tarafta geçmiş çağların şartlarında verilmiş fetvaları mutlaklaştırıp çağımıza dayatanlar…

Bir tarafta hadleri ve cihâdı İslâm’ın gaye emirleri ve öncelikli hedefleri gibi gören Don Kişotlar, bir tarafta İslâm’ın hiçbir siyasî-sosyal talebi yokmuş gibi bir söylem geliştiren «modernist»ler…

Bir tarafta türbelerden ve yatırlardan medet uman zavallılar, bir tarafta tevessülü şirk sayan tekfirciler…

Peki, bunların bir ortası yok mu? İllâ bir uçta mı olmamız gerekiyor? Hani ümmet-i vasattık? Sünnî-Şiî, selefî-selefî olmayan, sûfî-tasavvuf karşıtı şeklindeki kamplaşmalar, şu cemaat veya şu tarîkate mensubiyet sebebiyle oluşan bölünme ve klikleşmeleri hiç saymıyorum zaten. Onlar başlı başına bir mesele…

Hâlbuki müslüman için hiçbir kimlik dînin önüne geçirilmemelidir. Bir alt kimlik olarak kalması gereken bu mezheb ve meşrep kimliklerini bölünme vesilesi yaparsak;

“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur! Onların işi ancak Allâh’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir!” (el-En‘âm, 6/159) tehdidine hedef oluruz. Allah muhafaza buyursun!