AÇLIĞIN İKRAMI: ORUÇ

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

hatice_kubra_ergin-yuzakidergisi-haziran2015

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan bu yana birbiri ardınca nice nesiller geldi geçti, dünya binlerce kere dolup boşaldı. Sadece Âhirzaman Peygamberi’nin ümmetinden on dört asırda yüz milyonlarca kişi dünyaya geldi, uzun veya kısa ömür sürdü. Bunca insan arasında; isimleri tarih kitaplarında zikredilenler, uzun ömür yaşayıp, çok yiyip içen, çok mal biriktirenler değil, kısa sayılabilecek bir ömre büyük başarılar, kahramanlıklar, hizmetler sığdıranlar oldu…

Bir şiirinde;

İmtisâl-i câhidû-fillâh oluptur niyyetim.

Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretim.

diyen Fatih Sultan Mehmed; 17 devlet ve beyliğin sınırlarını silip, halkını Osmanlı himayesi altına almak, sayısız müesseseler vücuda getirmek, yedi dili ve zamanının bütün ilimlerini, âlimlerle münazara edecek kadar öğrenmek gibi, her biri tek başına büyük başarı olan işleri kırk dokuz yıllık hayatına sığdırdı.

Tarihten nice sîmâlar gelip geçti ki, bugün ardında bıraktığı eserlerini inceleyenler;

“Çocukluk çağından vefatına kadar hiç yiyip içmese, uyumasa, durmadan ilim öğrenip yazsa bu kadar eseri yazmış olamaz!” diyorlar.

Bunlara bir örnek olarak İmam Gazâlî; elli küsur yaşında vefat ettiği zaman, ardında destan gibi hizmetlerle dolu bir hayat bıraktı. Nizâmiye Medreselerinin baş müderrisliğinde; sapkın fırkalara karşı ehl-i sünneti müdafaa edip, içlerinden bir kısmı büyük âlim ve müderris olan, çok sayıda talebeler yetiştirerek tarihe mührünü vurdu. Peki, bu zâtların o kısa sayılabilecek ömürlerini bu kadar bereketli kılan neydi?

Einstein’in «İzâfiyet Teorisi»ni izah ederken verdiği bir misal vardır:

“Sıcak bir fırında geçirdiğiniz bir dakika, size bir saat gibi gelir. Hoşunuza giden bir kişiyle geçirdiğiniz bir saat ise bir dakika gibi gelir.”

Demek ki zaman; mekanik bir saat tarafından ölçüldüğünde, sabit hızla akıyor gibi görünse de, onu geçiren kişinin hissî durumuna göre izâfî bir hızla akmaktadır. Meselâ, yorgunluktan uyuyakalmış bir kişi için gece ne kadar kısadır; hâlbuki ağrı içinde kıvranıp gözüne bir damla uyku girmeyen hastanın gecesi bitmek bilmez.

Şu âhirzamanda çoğumuz zamanın çabuk geçtiğinden; ilim için, ibâdet için vakit bulamadığımızdan şikâyet ediyoruz. Gerçekten de kıyâmet alâmetlerinden birinin bir misalini yaşıyoruz; yıllar ay gibi, aylar hafta gibi, haftalar gün gibi geçiyor. Etrafımızdaki çocuklar büyümese neredeyse yılları bile fark edemeyeceğiz. Hâlbuki işlerimizi kolaylaştıran, bize zaman kazandıran bir sürü imkâna sahibiz. Öyleyse neden zamanımızı hayır işlerle bereketlendiremiyoruz?

Herhâlde bunun sebebi, hayatı rehâvet içinde geçiriyor olmamız… Sıkıntı ve acıların az olması; imkânların hayatı kolaylaştırması ve hoşa giden rahatlama vesilelerini çoğaltması, zamanın bereketini yok ediyor. Daha doğrusu zaman aynı; ama biz zamanı iyi işlerle değerlendirecek irade, azim ve sabırdan mahrumuz.

Bugün, teknolojinin gelişmesiyle birlikte; dünyanın büyük bir bölümünde bol gıda üretimi mümkün olmuş, kıtlık ve yokluk, önemli ölçüde azalmış durumda. Hemen hepimizin mutfağında, buzdolabında sayısız lezzetli ve besleyici gıdalar bulunuyor. Bunlar biraz eksilince de hemen marketlere koşup yenisini alıyoruz.

Biraz üşüsek bir düğmeye basıp ısınıyoruz, biraz terlesek bir düğmeye basıp serinliyoruz. Bir yere gitmek istesek, türlü türlü vasıtalar elimizin altında. Dünyanın her yerinden haber getiren, götüren araçlara sahibiz. Hastalansak ilâçlar imdadımıza yetişiyor, ağrımızı dindiriyor, iltihabı gideriyor, ateşi düşürüyor. Neredeyse Firavunların sahip olmadığı imkânlara sahibiz. Hâliyle de hayat, basit meşgalelerle dolu bir rutin içinde geçip gidiyor.

Bu kadar rahatlıktan dolayı canımız sıkılırsa diye; bir sürü de eğlence türü parmaklarımızın ucuna kadar getirilmiş, zaten hızla geçen ömrün daha da hızlı geçmesi için ne lâzımsa temin ediliyor. Oyun, film, komik video, dizi…

Gaflet, eğlence ve hoşa giden meşgaleler sırasında beyin bir nevî uyku hâline giriyor. Bilhassa tokluk sırasında kan şekeri yükselince, beyinde uyku ve şeheviyatı teşvik eden seretonin gibi hormonlar tetikleniyor. Bu sebeple televizyon karşısındayken; yiyip içip, boş boş konuşup gülerken; gevşemiş bir vaziyetteyken zaman hızla akıp geçiyor.

Ama aynı süreyi; iki dizinin üstünde sohbet dinleyerek, ilim öğrenerek, okuyarak, zikrederek geçiren insan, hiç;

“Zaman nasıl da çabuk geçmiş!?.” demiyor. Çünkü bu faaliyetleri yapmak için; dikkati toplamak, ayık ve zinde hâlde bulunmak icap ediyor. Bu ise uyandırdığı hisler bakımından hoşa gitmiyor, uzun süre sürdürülebilmesi için üstün bir sabır ve azim gerekiyor.

Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’de beynimizle ilgili bir esrâra dikkat çekiyor:

“Muhakkak, Biz; sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.” (el-Bakara, 155)

Korku, açlık ve kayıplara uğramak; beynimizin aynı bölgesinde uyarı yapıyor ve böbrek üstü bezlerini harekete geçirerek adrenalin salgılanmasına vesile oluyor. Adrenalin hormonu; heyecanlandırıcı, uyarıcı, harekete geçirici bir hormon ve salgılandığı zaman kalp atışı hızlanıp, yağ asitleri yakılıyor ve bol miktardaki enerji kana karışıyor. Bu hormon; tehlike anlarında hissedilen korku sebebiyle kana boşaldığı zaman, kaçmak veya savaşmak için lüzumlu ayıklığı, dikkati ve enerjiyi sağlıyor. Açlık sebebiyle kan şekeri düşünce de aynı hormon salgılanıyor ki; kişi çalışıp çabalasın yiyecek temin etsin.

Orucun ilk günlerinde hafif sinirli ve gergin olmamızın sebebi de biraz bu gerilim; sonra vücut yağ yakma ve iftar saatine kadar enerjisini düzenlemeyi öğreniyor ve sükûnet temin ediliyor. Tokluğun rehâvetine düşmeden, açlığın gerginliğini de hissetmeden huzurlu bir zindelik hâli temin edilebiliyor. Herhâlde orucun Ramazan ayı boyunca peş peşe tutulmasının hikmeti de bu olsa gerek.

Eski zamanlardan beri ilim-irfan yolunda ilerlemek isteyenler, daima açlığın verdiği zindelikten ve enerjiden istifade etmeye çalışmışlar. Yazdığı eserlerinde de nefis terbiyesi ve azîmete geniş yer veren Gazâlî Hazretleri; medresesinde kendisine sunulan imkânları bile terk edip, sade bir hayat yaşayarak, aynı zamanda tasavvuf âlimi olmayı tercih etmiş.

Eskiden beri; medreselerde, dergâhlarda, ciddiyet ve disiplinle sağlanan hafif bir saygı, utanma ve korku duygusunun sağladığı zindeliğin yararına inanmışlar. Beyinde utanma ile korku, aynı merkez tarafından yönetiliyor. Açlık duygusu da; gevşemeyi, rehâvete düşmeyi engelliyor. Bu hisler, hoşa gitmese de;

“… Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216) âyetiyle rehberlik edilen zihinler, nefislerini sabretme yönünde terbiye edebilmişler. Modern zamanlarda ise insanlar hoşa gitmeyen bu duyguları hayatımızdan süpürüp atmaya çalışıyorlar.

Gerçekten de modern dünyada bizler öyle bir konfora sahip olmuşuz ki; gönüllülükle oruç tutmasak, hiç açlık veya gıda mahrumiyeti yaşamayacağız. Bunun neticesi olarak da ömürler, verimsiz bir şekilde tükenip gidiyor. Tâ ki mübârek Ramazan gelip hayat tarzımızı altüst ederek alıştığımız rutini bozana kadar…

Ramazan ayı; hayatına çok yüksek mânâlar biçmemiş, büyük hedefler belirlememiş, gafil bir müslümanın bile hayatını biraz olsun değiştiriyor, alışkanlıktan gelen gafleti dağıtıyor. Ramazan orucu; henüz acıkmaya bile fırsat kalmadan, birbiri ardınca önümüze konulan sofraların birkaçını kaldırınca, bünyemizde bir gerginlik ve ardından bir dinçlik hâli meydana getiriyor.

Orucun iki türlü tesiri var. Bir yönüyle açlık; ilim, ibâdet gibi incelikli meşgalelere yönelmeyi zorlaştıran bir hâl. Çünkü kan şekeri düşünce, vücutta meydana gelen değişiklikler; dikkati toplamayı zorlaştırıyor. Yine oruçluyken; kanında adrenalin seviyesi yükselmişken, sataşanlara bile uymamak;

“Ben oruçluyum!” deyip geçmek, normal zamanlardan daha kolay değil. Ancak bunu; «Bacak kasları gelişsin diye ayağına demir ayakkabı giyerek koşan bir sporcunun talimi»ne benzetirsek çok mânâlı… Genç adam; demir ayakkabıyı çıkarıp normal spor ayakkabı giydiği zaman, koşmak ne kadar kolay gelecektir…

Bütün ibâdetlerde vardır bu hikmet. Hac yolculuğu yapıp da kimseyle çekişmemek, zekât verip de gizlemek ve yoksula minnet yüklememek kolay değildir. Namaz kılmak bile bünyeyi ters yönde eğiten temrindir; beden hareketsiz durunca zihin harekete geçer; ona da hâkim olmak elbette zordur. Ama o anda hâkim olabiliyor, huşû hâlini koruyabiliyorsan; bütün işlerinde de Allâh’ın seni gördüğünü düşünerek hareket edebilirsin.

Oruç da böyle; ilk zamanlar açlığın, adrenalinin verdiği gerginlikle ince davranabilmek zor, ama bunu oruçluyken bile başarabiliyorsan artık her zaman yapabilirsin… Hele bir de hissettiği sıkıntılara aldırmayıp, hayırlı işlere sebat etmeyi kendi nefsine ikinci bir tabiat gibi yerleştirirse, artık ömrünü ve bütün sermayelerini kat kat mükâfatlar getirecek şekilde bereketlendirmek mümkün olur.