Hayatın Gayesi; SÂLİH KUL OLMAK

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

b_cahit_ozdemir-yuzakidergisi-haziran2015

İnsanın dünyaya niçin ve nereden geldiği, gayesinin ne olduğu ve nereye gideceği soruları; insan zihnini baştan beri meşgul etmiş meselelerdir. Felsefe ilmi; bu mevzulara kafa yoran filozofların, kendi zihnî seviye ve ölçülerine göre ortaya attıkları çok çeşitli görüşlerle doludur. Aslında gerçek bir tanedir; ancak, onu görenlerin tahlil ve terkip kabiliyetlerine göre, tefsirleri de farklı olmaktadır.

İnsanların kendilerini ve hayatı tanımaları, yollarını şaşırmamaları ve hesap gününde buna bir mazeret aramamaları için; Allah -celle celâlühû-, ilk insanı, dünya ve âhiret saâdetini bizzat göstermekle vazifeli peygamber olarak tayin buyurmuştur. Ancak, daha başta, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın oğullarından Kābil; ihsan edilen fıtratından saparak, kötü bir çığırın açılmasına öncülük etmiş, temsilcisi olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de, insanın bu yönü;

“…O cidden çok zalim, çok cahil bulunuyor.” (el-Ahzâb, 72) diye tesbit buyurulur.

İslâm âleminin fetret devrini yaşadığı, rahmet meltemlerinin kesildiği zamanımızda; dünyevî cereyanların kasıp kavurduğu cemiyetler, ardı arkası kesilmeyen buhranlarla kıvranıyor. Hayatın gayesinden habersiz, nefsine râm olmuş insanlar; âdil bir nizam tesis etmekle vazifelendirildikleri dünyayı, her geçen gün daha yaşanamaz hâle getiriyorlar. Hâlbuki; insan, dünyada ne için vardır? Kur’ân-ı Kerim’de;

“İnsanoğlu, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (el-Kıyâme, 36) buyurulur. Şayet, hiçbir şeyin fuzûlî ve tesadüfî olmadığı, mutlak mükemmellik ve güzellikteki kâinâta hikmet nazarı ile bakılabilirse; böyle muhteşem bir vasatta, insanın da o âhenge uygun bir sûrette yaratıldığı, açık bir şekilde görülebilir. Nitekim, dünyanın bir imtihan yeri olduğu (el-İnsân, 2; el-Mülk, 2 …) belirtilen Kur’ân-ı Kerim’de yaratılış gerçeği şöyle ifade buyurulur:

“Biz gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri, boş bir eğlence için yaratmadık…” (el-Enbiyâ, 16-17)

Dünya hayatı, âhiret ile mukayese edilirse bir hiç mesâbesinde olmakla beraber; burada bulunuş hikmeti olan imtihanı başarıp orayı kazanabilmek için de tek sermayedir. Burada imtihandan geçebilmenin yolu da; her kavme gönderilmiş olan yüz yirmi dört bin küsur peygamberân -aleyhimüsselâm- hazerâtının beyan buyurduğu üzere; ilâhî davete uymaktır. Son ilâhî kelâm Kur’ân-ı Kerim’de bu husus şöyle hulâsa edilir:

“Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin ve Peygamber’e itaat edin ki, amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed, 33);

“Rasûl size ne verdiyse onu alın! Neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah’tan korkun. Çünkü Allâh’ın azabı şiddetlidir.” (el-Haşr, 7)

Âvâre kimselerin diline pelesenk olan «vakit öldürmek» fiili; ebedî bir hayatı hüsrana mahkûm etmesiyle, cinayetlerin en dehşetlisidir. «Göklerin, yerin ve dağların yüklenmeye yanaşmadığı emâneti yüklenen» insan, fevkalâde önemli bir vazife ile mükellefken nefsine râm olur, boş işlerle vaktini heder ederse; emânete hıyânetle, «çok zalim ve çok cahil» (el-Ahzâb, 72) durumuna düşer. Kendisine lutfedilen nimetlerin hakkını vermeyip, onları süflî, fuzûlî işlerde israf etmek; Allah Teâlâ adına dünyayı adâletle huzura kavuşturup, iki cihan saâdetini hak etmek yerine; buna bîgane kalıp iki cihan hüsranına dûçâr olmak, ancak bu şekilde tavsif edilebilir.

İnsanın ömrü çoğu zaman, daha iyileri yapamadığına, daha güzel şeylere sahip olamadığına hayıflanmakla; bunlar için kaçırdığı fırsatlara yanmakla geçer. Bazıları nefsânî, bazıları da rûhânî olabilen bu kazançlar, dünyada bir şekilde telâfi edilebilir; ancak, âhirette buna imkân yoktur. Bu hususla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de;

“Onlar cehennemde; «Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki; dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, sâlih ameller işleyelim.» diye bağrışırlar. (Onlara şöyle denilir:) «Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin, düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın azabı!» Çünkü zalimler için, hiçbir yardımcı yoktur.” (Fâtır, 35-37) buyurulur. Bu münasebetle, akl-ı selîm; büyük hesap gününde çaresiz kalıp, hüsranlara düşmemek için, her günü yeni bir başlangıç sayıp, istikametini düzeltmeyi gerektirir. Nitekim, İbrahim bin Edhem -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin; şehzadeliğinde avda iken, hâtiften duyduğu;

“Sen bunun için yaratılmadın!” ikazı ile kendine geldiği ve tasavvuf yolunda büyük velîlerden olduğu rivâyet edilir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, değerlendirilemeyen imkânlardan sonra, pişmanlıklarla dizlerin dövülmemesi için şöyle ikaz buyurur:

“Şu beş şey gelmeden evvel, şu beş şeyi ganîmet bilip değerlendir: İhtiyarlık gelip çatmadan evvel, gençliğin; hastalıktan evvel, sıhhatin; fakir düşmeden evvel, varlıklı olmanın; meşguliyetten evvel, boş zamanın ve ölüm gelmeden evvel hayatın kıymetini bil, bunların hakkını ver.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 341)

Gönül ehli, hayatın gayesini; «kesb-i kemâl edip, seyr-i cemâle ermek» olarak hulâsa eder. Saâdet, herkesin hasretini çektiği mefhum ise; ulaşmanın tek çaresi, bu vetîreden geçmektir; hem de iki cihan için. İnsanımızın, bu yüce gayeye ulaşma sadedinde, elindeki imkânları değerlendirme keyfiyeti hangi seviyededir? Cemiyet olarak, «Kaf Dağı»nın ardına kaçmış bir huzur ve saâdeti arama ümitsizliğine düşmüşsek; bu mevzuda müsbet bir kanaat ifade etmek de mümkün olamayacaktır. İnsanın kendisine lutfedilen imkânları değerlendirebilmesi; öncelikle boş işlerle vakti öldürmemesi, içinde bulunduğu ânı gerektiği şekilde kullanabilmesiyle mümkündür. İnsana nefsinin bir aldatmasıyla ârız olan, hayırlı işleri sonraya tehir etme hastalığının âkıbeti, kaçan fırsatlara dövünülen pişmanlıklardır.

İmâm-ı Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri;

“İnsan balmumu gibidir; eğitimle şekillenir.” buyurur. Bizde eğitim meselesi; talebeyi, başladığı bir dalda bilgi sahibi yapmak olarak anlaşılıyor ve uygulanıyor. Dünya ve âhiret saâdetine kavuşabilmek için, sâlih bir kul olmanın usûlü tâlim edilmiyor. Zamanı verimli olarak kullanmanın, kendisine ihsan edilen nimetlerin, istîdatların geliştirilerek hayırlı bir insan olmanın eğitimi verilmiyor. Allah Teâlâ’ya ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e itaat etmenin ve bunun gereği olarak dînini öğrenmenin, Peygamber Efendimiz’in izini takip etmenin, O’na yaklaşmayı gaye edinmenin lüzumu öğretilmiyor. Esasen bu hususların, birtakım mihrakların vehimleri sebebiyle, ülkemizde uzun yıllar tehlikeli sayılarak; değil uygulanması, konuşulması bile yasaklanmıştır. Son yıllarda demokraside görülen normalleşmeye paralel olarak; bu mevzular da, tabu olmaktan çıkma vetîresine girmiştir. Ancak buna rağmen, birkaç sene önce; yoğun talepler doğrultusunda, Kur’ân ve siyer derslerinin seçmeli olarak okullarda müfredâta eklenmesi sırasında da yine önemli dirençle karşılaşılmış, iş şiddetli sokak gösterilerine kadar vardırılmıştır.

«Tabiat boşluk kabul etmez.» denilir. Bu cümleden olarak; eğer zaman değerli meşguliyetlere hasredilemiyorsa, değersiz işlerle heder edilecek demektir. Bazı gönüllü kuruluşların gayretleri hariç tutulursa; insanımız, gençlerimiz, zamanı doldurmaya mâtuf olarak sadece eğlence, spor ve müzik faaliyetlerine yönlendirilebilmektedir. Şüphesiz, meşrû ve ölçülü olmak kaydıyla, bunların da eğitimde yeri vardır. Ancak; silâhlanıp cenge gider gibi spora gitmek, konserlerde içki ve uyuşturucu ile kendinden geçmek şeklinde değil. Ülkemizin; televizyon seyretme, internet ve cep telefonu gibi haberleşme vasıtalarını kullanmada, dünyada ilk sıralarda geldiği belirtiliyor. Ancak meselenin kemiyet değil de keyfiyet cephesine bakılırsa; durumun hiç de teknolojiden faydalanma gibi müsbet bir maksada değil, daha ziyade «vakit öldürme»ye yönelik olduğu anlaşılır. Amerika’da vaktinden evvel üniversiteyi bitirip, akademik çalışmaya atılan «dâhî» çocuğun;

“Ben dâhî çocuk değilim. Sadece başkalarından daha az televizyon seyrediyorum; daha çok çalışıyorum.” sözü, bu bakımdan mânidardır.

Zamanımızın maddeci cereyanların girdabında zihni bulanmış, rûhu aşınmış insanı, bu âlemin hiçliğini yeterince idrak edemiyor; bütün mesaisini, sanki ebedî bir mekânmışcasına dünyaya sarf ediyor. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; dünya ve âhiret münasebeti mevzuunda şöyle buyuruyor:

“Âhirete göre dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının ne kadarcık bir su ile döndüğüne bir baksın.” (Müslim, Cennet, 55);

“Akıllı kişi, kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz kişi ise, arzularına uyup bir de Allah’tan (bağışlanma) umandır.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 25)…

Âhiretin tarlası mesâbesinde olan dünyayı en güzel şekilde değerlendirip, âhirette semeresini kazanmaya, iki cihan saâdetine kavuşmaya vesile olan sâlih kul olmak; insanımızın ufkuna konulabilecek olan en değerli şahsiyet modelidir. Sâlih kul; yüklendiği mukaddes emânetin gereği olarak, kendisine ihsan edilen ömrünü, boş işlerle heder etmez; bu en kıymetli sermayeyi en güzel şekilde kullanarak, kendisine tevdî buyurulan vazifeden en yüksek kazançla çıkmayı hedefler. Bu şahsiyet kıvâmı, ferde; mesleğini, işini en mükemmel şekilde yaparak ve cemiyette en hayırlı vatandaş olarak, dünyada cennet hayatının tesisini sağladığı gibi; Allah -celle celâlühû-’nun ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rızâsını kazanarak âhiretini de mâmur eder.

İçinde bulunduğumuz, rahmetin kıymetli gecelerle dalga dalga coştuğu mübârek «Üç Aylar» ve bunların taçlanacağı, sonuncusu olarak idrak edeceğimiz mübârek Ramazan ayı; rûhen arınmak, sâlih kul olmak, «kesb-i kemâl etmek» için yeni bir fırsattır. Nitekim bunun idrakinde olan milletimiz; her kesimden gösterdiği teveccühle, bu mübârek zaman dilimine gereken hürmeti göstermektedir. Kaçınılamayan menhiyatın bu aylar hürmetine terk edilmesiyle, suç oranları önemli nisbette düşmekte ve cemiyete rahmet meltemlerinin estiği bir huzur iklimi hâkim olmaktadır.