NEBEVÎ SİYASET ve FİRÂSET

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

h_k_ergin-SAYI122

Siyaset, genellikle devleti idare etme sanatı olarak tarif edilir. Hâlbuki asıl mânâsı çok daha geniştir. Siyaset firâsetli olma sanatıdır ki, herkese lâzımdır. Siyasetin kök olarak seyislik yapmaktan türemiş olmasıyla firâsetin at ve iyi binici olmak kökünden türemiş olması da bunun ispatı yerindedir.

Bir ata seyislik yapmak; onu iyi yetiştirmek ve yetiştiriliş maksadına uygun olarak terbiye etmek demektir. Bu sadece tehlikelerden korumak ve yem vermekten ibaret bir iş değildir. Yeminin cinsini ve miktarını uygun şekilde tayin etmekten, gereken talimleri yaptırmaya kadar bir sürü inceliği olan bir sanattır seyislik. Sonuçta istenen, atta mevcut olan istîdâdın inkişaf etmesi ve böylece savaş veya yarış meydanlarında süvarisini zafere ulaştırmasıdır.

Siyaset de toplumu yetiştirmektir. Müslümanların ferdî olarak vazifeleri olduğu gibi cemiyet yani ümmet hâlinde îfâ edecekleri vazifeleri de vardır. Hattâ ferdî vazifeler, cemiyet ile yapılacak vazifeler için bir hazırlık, bir talim yerindedir. Meselâ Allâh’ı zikretmek; ferdî olarak Allâh’ı dilde, gönülde, âzâlarla zikretmek, asıl maksat hâlinde zihinde tutmaktır. Cemiyet olarak zikretmek ise Allâh’ın kelimesini yüceltmek ve Allâh’ın kulları olarak O’na yakışır bir medeniyet seviyesi ortaya koymaktır. Bunun yapılabilmesi için de siyaset şarttır. İyi siyasetçiler, cemiyet denilen bünye için âdeta bir ruh gibidir. Ruh çıkınca beden nasıl ki düşmanlara karşı savunmasız kalarak, çürümeye ve kokuşmaya başlıyorsa bunun gibi siyasetsiz kalan toplum da çöküntüye girmektedir. Bugün İslâm dünyasının kendi gayelerine uygun bir şekilde yönetecek siyasetçilere izin verilmemesi, ümmeti büyük bir bozulmaya mahkûm etmiştir.

Elbette siyaset incelikli bir sanattır. Firâset, siyasetin iyi şekilde yapılması için lüzumlu meziyetlerin toplamını ifade eder. Firâset sahibi siyasetçi ileri görüşlüdür. Bir süvari nasıl ki yayaya nazaran yüksekte olduğu için ileriyi daha iyi görüyorsa, hem hızlı bir bineğin üstünde olduğundan her an uyanık ve zinde olmak zorundaysa; firâset sahibi siyasetçi de gidişâtın neticesini hesap etmek ve halkını doğru yöne doğru yöneltmekte, böyle uyanık olmak zorundadır.

Firâset elbette en çok idarecilere, onlara vezirlik yapan âlimlere, danışmanlara, devlet adamlarına lâzımdır; onlar müslümanların umumî iyiliğini, ıslahını ve gayelerine vâsıl olmalarını sağlamalıdırlar. Ancak her bir müslümanın da kendi bulunduğu yerde, emri altındakiler hususunda firâset sahibi bir siyasetçi olmasına ihtiyaç vardır. Peygamber Efendimiz’in siyaseti, her seviyedeki reislerin ihtiyaç duyacağı en üstün firâset örneğidir. Aile reislerinden muallimlere, müessese yöneticilerinden ülke idarecilerine, herkesin O’nun idaresinden alacağı dersler vardır.

Peygamberimiz’in sünneti bize en başta, Allâh’a karşı kulluk görevlerimizi sahih bir şekilde yapmamız için lâzımdır. Bundan sonra ahlâkı ve edebine tâbî olmakla Allâh’ın râzı olacağı bir kıvama erişiriz. Bunların hepsi ömür sermayemizi kazanca çevirecek sevap vesileleridir. Ancak bilhassa Peygamberimiz’in siyasetinin inceliklerini idrak ederek bu husustaki sünnetini öğrenmek ve O’nun gibi firâsetle yönetmek ümmete karşı en önemli vazife ve en öğrenilmesi öncelikli olan sünnetidir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendi çağının «ya kendi kanından veya dîninden olanlarla dayanışma kurmak» anlayışının çok ötesinde bir medeniyetin temellerini atmıştır. O’nun kurduğu cemiyet; içinde yetiştiği kabîle toplumu-şehir devleti arası, örf, âdet seviyesinde yönetilen toplumdan çok üstün bir medeniyet seviyesine erişmiştir.

Dikkat edilirse insanlık tarihi; tarım toplumundan şehirliliğe doğru ilerlemekte, aynı soydan kişilerin oluşturduğu toplulukların yerini, farklı kökenlere mensup fertlerin bir arada yaşadığı büyük şehirler almaktadır. Tarih kitaplarında okuduğumuz eski imparatorluklar daima, soy sop üstünlüğü anlayışına dayalıydı. Bunlarda yöneticiler ve yüksek memurlar ancak o devletin kurucusu olan imtiyazlı ailelerden olabilirlerdi. Soyuna bakılmaksızın herkesin eşit vatandaş olduğu, çalışmasının karşılığını eşit aldığı ve kanunlar karşısında eşit muamele gördüğü bir «medeniyet» yok gibiydi.

Roma İmparatorluğu’nda Hazret-i İsa’nın getirdiği tevhid dîni alt tabakalar arasında yaygınlaşıp en nihayet devletin resmî dîni hâline geldiğinde de birden büyük bir değişim olmadı. Sadece farklı dinlerden kişiler kendi aralarınca birleşip cemaat (kilise) oluşturarak, kan bağının yerine din bağını tesis ettiler.

Peygamber Efendimiz ise müslümanlar arasında din kardeşliği bağları kurarak kan bağının yerine din bağını koydu. Bilhassa hicretten sonra Medine’de her bir muhâciri, ensardan birinin yanına yerleştirip komşuluk ve kardeşlik bağı tesis etti. Peygamber Efendimiz, bundan sonraki adımda ise Yahudi boylarıyla da bir vatandaşlık ahidnamesi hazırlattı ve onları da Medine şehrinin eşit vatandaşı kabul edip güvenliklerini garanti altına aldı. Onlardan biri sözleşmeyi bozmadıkça veya ihânet etmedikçe Peygamberimiz onlarla iyi komşuluk ilişkilerine devam etti. Hudeybiye Anlaşması’ndan sonra Peygamberimiz komşuluk ilişkilerini, komşu devletlerin yöneticilerine davet mektupları göndermek ve onlarla hediyeleşmek sûretiyle daha da genişletti.

Dikkat edilirse Peygamberimiz’in, kendi çağının anlayışının çok ötesinde bir medeniyetin temellerini attığı görülmektedir. O’nun kurduğu düzen, iptidâî toplumlardaki «ya kendi kanından veya dîninden olanlarla dayanışma kurmak» anlayışının çok ötesine geçmiş, modern dünyada yerleştirilmeye çalışılan «beraber yaşama kültürü» boyutuna uzanmıştır. Bu dünyanın hasretini çektiği bir seviyedir

Bir toplumun normlarını sadece kanun maddeleri belirlemez; örf, âdet, görgü kuralı gibi yerleşmiş ahlâk normları kanunlardan çok daha geniş bir tesire sahiptir. Peygamber Efendimiz gayr-i müslim vatandaşlarla da iyi komşuluk ilişkileri kurulmasını, komşuluk hakkına dâhil etmişti. (Heysemî, VIII, 164) Bu terbiye ile yetişen ashâb-i kiramdan bir kişi, bir koyun kestirince; “Yahudi komşumuza verdin mi?” diye telâşla sorarak ihmal edilmemesi için takipçisi olurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 122, 123)

Allah Rasûlü bazı komşularından eziyet gördüğü hâlde; mesela münafıkların düşmanlıkları ve fitneleri tehlikeli bir noktaya ulaştığı hâlde, siyaseten onlarla iyi geçinmeye çalışıyordu. Münafıkların reisinin oğlu bizzat gelerek, babasını öldürebileceğini beyan ederken, izin vermiyordu. Peygamberimiz; Allâh’ın emirlerini uygulamakta kınayıcıların kınamasından korkmaz, ama tercihine bırakılmış sahada düşmanlarının onun aleyhine konuşmasına fırsat vermeyecek şekilde incelikle hareket ederdi. Münafıkların liderini öldürtmeme sebebini açıklarken;

“Muhammed, arkadaşlarını öldürmeye başladı mı dedirteyim?” buyurmuş olması, takip ettiği siyaseti ortaya koyması bakımından mühimdir.

Nerede onun incelikli siyaseti, nerede kameralar karşısında boğaz keserek İslâm kelimesi her geçtiğinde dehşet görüntülerini akla getirenler…

Nerede gönülleri ısındırmak için bağışlarda bulunan, tehlikeleri uzak tutmak için bozuk asıllı kişileri bile iyi muameleyle idare eden Peygamber, nerede yer altı kaynaklarını ele geçirmek için mezhep farkını bahane ederek veya kendince kriterlerle müslümanları tekfîr ederek katliâm yapanlar…

Unutulmamalı ki cihad, kuvveti siyasete tâbî kılmadan yapılmaz. Siyaset; cihâdın hangi araçla, nasıl ve ne tür stratejilerle yapılacağına firâsetle karar verir. Cihad çoğu zaman siyasetle yönetilen caydırıcı veya boyun eğdirici bir kuvvettir. Bazen de siyasetin, diplomasinin ta kendisidir.