HAZRET-İ PEYGAMBER’E LÂYIK MIYIZ?
YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com
Hazret-i Peygamber’e lâyık mıyız? O’na liyâkatin ölçüsü, şüphesiz O’nun emir ve yasaklarına riâyet etmek ve O’nu örnek almakla olur. Bu açıdan baktığımızda, şu anda ümmet olarak vaziyetimiz pek iç açıcı görünmüyor. Örnek olarak zikredeceğimiz birkaç husus, bu manzarayı göz önüne sermeye kâfî gelecektir:
1. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve getirdiği kitabın ilk emri şirkin reddidir. Şirki reddetmek; yaratmada, emir ve yasak koymada, duâ ve ibâdette Allah’tan başka hiç kimseye yetki vermemektir. Şirki reddedip ihlâsla tevhide bağlanan kimse, Allah dilemedikçe kimsenin kendisine zarar ve fayda veremeyeceğini bilir; bu sebeple yalnız O’ndan medet umar (recâ), yalnız O’ndan korkar (havf), yalnız O’na yönelir (inâbe), yalnız O’na güvenip O’na dayanır (tevekkül), hayatını böyle düzenleyip böyle yaşar (ahlâk). Bu şekilde yaşama konusunda hepimizin birçok kusuru olsa da, belirttiğimiz bu ilkeleri teorik olarak hepimiz benimsiyoruz, -çok şükür- müslümanız. Ancak sosyal ve dînî hayatımızda şahısları çok fazla ön plâna çıkarıyor, bu çerçevede o denli fanatik bağlılıklar sergiliyor, şahısları o kadar yüceltiyoruz ki; farkında olmadan «sanki yücelttiğimiz o kişiler olmadan işler yürümez»miş gibi düşünmeye başlıyor, her şeyin gerisinde Allâh’ın inâyeti olduğunu çoğu zaman unutuyoruz. Tevhid nokta-i nazarından bakıldığında bu da tehlike çanlarının çalmaya başladığı bir çizgidir. Zaferden zafere koşan Hâlid bin Velîd’i, Hazret-i Ömer bu sebeple ordu kumandanlığından azletmiştir. Bugün azil şöyle dursun -zaten amaç azil değil- cemaat lideri, tarikat şeyhi, parti başkanı vb. yüceltilen kişilere şeriat dairesinde yapılan nâzik bir tenkide dahî taraftarlarının tahammülü yoktur. Onlara göre hakikatin yegâne ölçüsü, liderlerinin ağzından çıkan sözlerdir. Bu anlayış, bizim şahıs merkezli düşünmemize ve müesseselerimizi oturtamayışımıza da sebep oluyor. Hâlbuki şahıslar bir gün gelip ölür. Önemli olan onların yaptığı hizmetlerin yürümeye devam etmesidir. Bu da ancak müesseseleri işler hâle getirmekle mümkündür.
2. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; kabîleler hâlinde yaşayan ve kabîleyi yegâne sosyal örgütlenme biçimi olarak tanıyan; «Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!» ilkesini prensip edinen, bu sebeple kan dâvâsı güdüp diğer kabîlelerle ardı arkası kesilmeyen savaşlar yapan bir topluma gönderilmişti. 23 yıllık davetinin sonunda -rahmetli Muhammed Hamîdullah Hoca’nın ifadesiyle- Rusya dışındaki bütün Avrupa toprakları genişliğindeki büyük bir coğrafyaya yayılmış olan o toplumu; tek bir bayrak ve tek bir ideal altında birleştirmiş, 100 binden fazla insanın katıldığı Vedâ Hutbesi’nde kan dâvâlarına son verdiğini belirterek;
“Ben öldükten sonra sakın birbirinizin boğazını kesmeyin!” diye tembihte bulunmuştu. Peki biz ne yapıyoruz bugün? Bu tembihi ne kadar tutuyoruz? Libya’da aşîretler ve başka güçler birbirleriyle çatışıyor. Yemen benzeri bir tehlikeyle karşı karşıya. Mezhep bağnazlığı yaşanan Irak ve Suriye’de müslümanlar birbirini boğazlıyor. Mezhep taassubu yüzünden Lübnan ve Bahreyn her an patlamaya hazır bir bomba gibi.
3. Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âlemlere rahmet olarak gönderildiği belirtilir. Ümmeti ise bugün âdeta şiddetle özdeşleşmiş, coğrafyamız; el-Kāide, ed-Devletü’l-İslâmiyye, Cemâatu Ensârillâh, Haraketü Şebâbi’l-Mücâhidîn, Boko Haram vb. örgütler için münbit bir toprak hâline gelmiştir. Elbette bunda dış güçlerin parmakları var, olacak da. Düşmanlarımızın bizim zaaflarımızdan yararlanmak istemesi gayet tabiîdir. Bu, onların düşman oluşlarının gereği olarak, üzerlerine düşen bir vazifedir. Bizim üzerimize düşen ise; onların bu oyunlarına âlet olmamak, şiddete sebebiyet veren sosyolojik âmilleri ortadan kaldırmaktır. Bunun için çaba göstermeyip bütün mes’ûliyeti dış güçlerin üstüne atarak işin içinden sıyrılmak çözüm değildir. Böyle yapanlar için «dış güçler», iyi bir savunma aracından başka bir şey olmaz! Gerçekten çözüm üretmenin yolu ise, öncelikle problemi tespit etmekten geçer. Şiddet probleminin temelinde; işgal, haksızlık, hukuksuzluk, ayrımcılık, baskı gibi birçok sosyolojik sebep yer almaktadır. Bunları ele almak; hem bu yazının vüs‘atini, hem de yazarının boyunu aşar. Bunları sosyolog, siyaset bilimci ve hukukçular ele alıp değerlendirerek çözümler üretmelidirler. Biz burada şiddetin ancak dînî sebeplerinin de olduğuna işaret edelim. Daha doğrusu şiddetin dînî sebebi yok, olamaz; ancak yüce dînimiz şiddet uygulamaya bahane yapılmaktadır.
Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber’in; «müsamahakâr hanif dîni» olarak tavsif ettiği İslâm; cahil insanların yaptığı bağnaz yorumlarla müslümanların tekfir edildiği ve böylece canının, malının ve namusunun helâl görüldüğü bir duruma sokulmaktadır. Tekfirle neyi çözebiliriz? İnsanlara; «Siz kâfirsiniz!» demekle zaten bölük pörçük olan müslümanları bir kere de bu açıdan bölmüş oluruz. Nitekim bu hastalığa tutulan kimselerin yaptıkları da bundan ibarettir! Birbirlerini tekfir ediyor, bölündükçe bölünüyorlar. Hâlbuki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; iki kişiden biri diğerini küfürle suçladığında, ikisinden birinin muhakkak kâfir olacağı ikazında bulunmaktadır. Demek ki, tekfir ederken son derece müteyakkız olmak gerekir. Zira «kâfir» dediğimiz kimse gerçekten kâfir değilse, o zaman -Allah korusun- biz kâfir oluruz! Bu sebeple âlimler bu konuda son derece dikkatli olmuşlar ve;
“Bir kişide yüzde 99 küfür, yüzde 1 îman alâmeti olsa o kişi tekfir edilmez.” şeklinde altın bir kural geliştirmişlerdir. Günümüzde ise bazı çevreler bu kuralı âdeta tersine çevirmiş, kendi anlayışlarına uymayan kimseleri rahatlıkla tekfir eder hâle gelmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’i tarihî bağlamı içerisinde bütüncül bir şekilde değerlendirip günümüze başarılı bir yorumla uyarlayamamaktan kaynaklandığını düşündüğümüz bu modern Hâricî tavır, kendisini «selefi» olarak nitelemek sûretiyle -ne yazık ki- «selef» adını da kirletmiştir.
4. Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in büyük bir ahlâk üzere olduğu belirtilir. Kendisi de; «Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiğini», İslâm’ın güzel ahlâktan ibaret olduğunu vurgular. Günümüzde ise dînin en az vurgu yapılan kısmı ahlâktır. Elbette dindar olmanın aynı zamanda ahlâklı olmayı ihtivâ ettiği düşünülmektedir. Doğru olan da budur. Ne var ki bugün din sanki yalnızca; namaz, abdest, oruç vb. ritüeller olarak anlaşılmakta, çoğu zaman onun rûhu mesâbesinde olan ahlâk gözden kaçırılmaktadır.
Merhum Mahir İZ hâtıralarında;
“Kıl beşi, kurtar başı!” şeklinde bir söz nakleder ve bu söze dayalı geliştirilen zihniyeti yerden yere vurur. Çünkü bu söze göre, beş vakit namaz kıldıktan sonra; kişi ticarette hile yapsa, meslek hayatında sahtekârlığa başvursa bile kurtulacak demektir. Hâlbuki namaz, oruç vb. ibâdetlerin en büyük fonksiyonu; dînin ahlâkî boyutunun yaşanmasındaki sürekliliği sağlamaktır. Yoksa Allâh’ın bunlara bir ihtiyacı yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de;
“Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (el-Ankebût, 29/45) âyeti ile namazın kişiyi ahlâkî bir yaşantıya sevk etmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Elbette -birçokları tarafından ileri sürüldüğü gibi- ahlâklı olunduğunda namaz kılmaya da gerek kalmayacağını söylemiyoruz. Ancak namaz vb. ibâdetlerin kişiye ahlâkî bir derinlik kazandırması gerektiğine işaret ediyoruz. Çünkü din; ahlâkî boyutundan soyutlandığında yozlaşır, kavramlar tahrife uğrayıp gerçek muhtevâsını kaybeder. İnsanlar sahtekârlıklarına bahane bulmaya, meslekî etiğe aykırı davranmaya başlarlar. Meselâ gayesi toplumu bilgilendirmek olan gazetecilik, propaganda vasıtasına dönüşür, üstelik yapılan bu propaganda da cihad olarak algılanıp öyle isimlendirilir. Bugün aynı kişinin verdiği bir beyanatı; takipçilerine birbiriyle tamamen zıt anlama gelecek şekilde verebilme maharetini sergileyen ülkemizdeki medya grupları, bunun trajik bir örneğidir. Bunların İslâmî hassasiyete sahip olduklarını ileri sürüp yaptıklarını dînî gayretlerinin bir gereği gibi takdim etmeleri ve ucuz bir yolla «mücâhid» geçinmeye çalışmaları ayrıca not edilmesi gereken ibretlik bir durumdur.
Bu kadarı yeter herhâlde! Durum böyle iken;
“Hazret-i Peygamber’e lâyık mıyız?” sorusunu sormak şöyle dursun; kendimizi O’na nisbet ederek, O’nun ümmeti olduğunu söylemeyi bile sorgulamamız gerekiyor. Kısacası yapacak çok işimiz var, çok!