İnsanlığın Saâdeti İçin; NEBEVÎ HASLETLERLE DONANMAK

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

b_c_ozdemir-SAYI122

Mevlânâ -kuddise sirruhû- Hazretleri;

“Sen ne kadar konuşursan konuş; anlattığın, karşındakinin anladığı kadardır.” buyurur. Çünkü zihin, dinlediğinden ziyade, gördüğünü daha iyi idrak eder; ondan daha fazla etkilenir. Güdülen bir dâvâ, sadece anlatılmakla değil; esas olarak, insanlar nezdinde, onu temsil eden örnek şahsiyetlerle itibar kazanır; kabul görür. Bu cümleden olarak, irfan ehli;

“Lisân-ı hâl, lisân-ı kālden entaktır.” demişlerdir.

Nitekim, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; yüklendiği ilâhî dâvâyı bütün muhteviyatıyla temsil eden ekmel bir şahsiyet olarak vazifesini îfâ etmeye başlamıştır. Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz, kendisine Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i soranlara;

“O, canlı bir Kur’ân’dır.” diye tavsif buyurmuştur.

O’nun mübârek cemâlini görenler;

“Bu yüz yalan söylemez.” diyerek; emsalsiz insanî hasletlerine şahit olanlar;

“Bu ancak bir peygamberden sâdır olabilir; bu ancak bir peygamberlik alâmetidir.” diyerek hidâyete ermişlerdir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ilâhî tâlim ve terbiyesiyle;

«Her biri gökteki yıldızlar» mesâbesinde rehber olma vasfını kazanan ashâb-ı kiram hazerâtı da; O’ndan sonra, pek azı müstesnâ, mukaddes emânetin neferleri olarak yuvalarını terk edip dünyaya dağılmışlar ve örnek şahsiyetleriyle, temsil ettikleri dâvânın takipçisi olmuşlardır. Sonraki devirlerde de, onların izini süren Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vârisi ve vekili olma vasfına ulaşmış Hak dostu sâlih kullar; kendilerini, gönülleri fethetmeye, bu rahmet iklimini bütün insanlığa ulaştırmaya adamışlardır. Peygamber Efendimiz’le ayniyet kesbetmeyi gaye edinerek, ilâhî değerler manzûmesini bi-hakkın temsil etme keyfiyetini kazanan tasavvuf erbâbı, «altın silsile»lerle en uzak mıntıkalara ordulardan önce ulaşarak bu vazifelerini îfâya koyulmuşlardır. Bunlardan, Ahmed Yesevî -kuddise sirruhû- Hazretleri ve onun muhabbet fedâisi dervişlerinin; Orta Asya’dan Avrupa içlerine kadar çok geniş bir coğrafyanın rahmet meltemleriyle huzura kavuşmasında, çok önemli payları vardır.

Osmanlı’dan sonra dünyaya hâkim olan maddeci zihniyetli sömürgeci güçler, dünyayı her yönden felâketlerle kuşattılar; yaşanmaz hâle getirdiler. Bu süreçte, rahmet medeniyetinin, insanlığı huzura kavuşturan; «İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.» şiârı ters yüz edildi; en şerefli varlık olan insan, üretim yapan makinenin bir dişlisi derekesine düşürülerek, haysiyeti yok sayıldı. Son birkaç yüz yılda öldürülen insan sayısının haddi hesabı yoktur. Sadece iki dünya harbinde yüz milyon civarında insan öldü. Coğrafî keşifler adı altında ele geçirilen yeni topraklarda yerli halktan ve Afrika’dan Amerika’ya köle olarak kullanmak maksadıyla avlanıp götürülen insanlardan can verenlerin sayısı milyonlarla ifade ediliyor. Nüfuz mücadelesi için; milletler arasında çıkarılan savaşlar, kışkırtılan iç çatışmalar ve terör kayıplarının tam bir sonucunu bulmak imkânsız. Komşumuz Irak’ta iki milyon, Suriye’de üç yüz bini bulan insan kaybı ve milyonlara ulaşan mültecîye rağmen katliâmlar insafsızca devam ediyor. Diğer taraftan, sonsuz nimetlerle ve güzelliklerle donatılmış olarak emânet alınan kâinâtın incisi dünya; doymayan iştihalar uğrunda hoyratça istismar edilerek, âdeta bir enkaza ve çöplüğe döndü. Bunun acı bir neticesi olarak da, tabiî âfetlerle boğuşmak mukadder oldu.

Diğer taraftan dünyevî cereyanların âdeta bir hortum kasırgası gibi savurduğu cemiyetler; mukaddeslerden mahrum kalmış, hevâsını ilâh edinmiş, canavarlaşmış fertleriyle; nefsânî hırsların pençesinde, huzura hasret can çekişiyor. Ülkemiz ve İslâm ülkeleri de, dünyanın dûçâr olduğu marazî bünyeden masûn değil. Ülkemiz; birkaç asır önceki batılı seyyahların gıpta ile kaydettikleri içtimâî huzurdan mahrum; o saâdet devirleri artık, hoş bir masal gibi kitaplarda kaldı. Şimdi, kadın öldürme modası bile var; gün geçmiyor ki, bir kadın en hunhar tarzda öldürülmesin. İnsanın lâyık olduğu şekilde, konuşarak meselesini halletmek unutulmuş; şiddet, cemiyetin bütün kesimlerine kanser gibi dal budak sarmış; Millet Meclisi, okullar, üniversiteler, aile yuvaları, sokaklar… gibi her mekâna hâkim olmuş. Mehmed Âkif, insanı insan yapan değerle ilgili olarak;

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır,
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

diyor. Batıdan akan dünyevî cereyanların tesiriyle yozlaşan mânevî yapımız çerçevesinde, içtimâî münasebetlerimizde âhenk sağlayan sabır, diğergâmlık, tahammül, edep, saygı… gibi fazîletler ağırlığını kaybedince; yerini kibir, haset, bencillik, nefret… gibi zemmedilen nefsânî vasıflar aldı; cemiyet, huzur vasatından buhranlara kaydı.

Kışkırtılan savaş ve çatışmalarla, yüz milyonlarca insanın öldüğü geçen asrı; Albert Camus; «tasarlanmış cinayetler asrı» olarak tavsif ediyor. Mısırlı fikir adamı Muhammed Kutub’un tesbiti de; «modern câhiliyye devri» şeklinde.

Zamanımız, bilgiye ulaşma ve yayma tekniğindeki gelişmelerle; «Bilgi Çağı» olarak adlandırılsa da; çalışmaların ve elde edilen neticelerin daha ziyade sömürgecilerin plânlarına yönlendirilmesi sebebiyle, geçmişteki câhiliyye devri, barbarlıkta fersah fersah geride bırakılmıştır.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; taşıdığı fazîletlerle; o karanlık sayfayı, insanlık tarihinin en mesut devrine, «asr-ı saâdet»e çevirmişti. Onu temsil eden selef-i sâlihîn ve takipçileri de bu rahmet iklimini gidebildikleri çok geniş bir coğrafyaya taşımışlardı. Zamanımızda, onları temsil ettikleri iddiasıyla, «selefî» maskesiyle korku saçan, istikametten sapmış bazı terör fırkaları; değil İslâm’ın güler yüzüyle gönülleri fethetmek; ancak insanları dehşete düşürerek; «İslâmofobi» denilen haçlı zihniyetinin İslâm aleyhtarı projelerine hizmet etmektedirler. Bu fitne-fesat yolu, yol değildir; saâdete götürmez. Mehmed Âkif;

Allâh’a dayan, sa‘ye sarıl, hükmüne râm ol,
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.

diyor. Bu cümleden olarak, nebevî hasletlerle donanmış, ilâhi değerler manzûmesini hakkıyla temsil eden kâmil şahsiyetlerin gayretleri nisbetinde; modern câhiliyyenin de; «asr-ı saâdet»e yaklaşması mümkün olacaktır. Cinayetler asrından sonra, 21. asır, niçin huzur meltemlerinin estiği; «Rahmet Asrı» olmasın; hem de bütün insanlık için.