Hayat Yolculuğunda UNUTAMADIĞIM KARELER -2-

YAZAR : Mehmet MENCET

m_mencet

“Ey îmân edenler! Kendiniz, ana-babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa; Allah için şahitlik yaparak adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. Şahitlik ettikleriniz zengin veya fakir de olsalar adâletten ayrılmayın. Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. Öyle ise adâleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer çarpıtırsanız veya çekinirseniz şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (en-Nisâ, 135)

SULAKYURT

Şimdi Kırıkkale’ye bağlı olan ancak o yıllarda Ankara’nın; -tabir câizse- geri kalmış, adı duyulmayan bir ilçesiydi Sulakyurt. Tayinimiz oraya çıkmıştı. Memleketimize yakın diye sevindik ama oraya ulaşmak bile çok zordu. Aradığımız sıcaklığı, huzuru pek bulamadık. Orada yaşadığımız her olay, baktığım her dâvâ; bir ibret vesikası, bir ders mahiyetindeydi. Bu sebeple böylesine ibretlik olayları da -nâçizâne- Yüzakı okuyucularıyla paylaşmak istiyorum.

ZERRE KAYBOLMADI

Fakirin önceki sayıda çıkan yazısında bir meczubun sürekli; «Zerre Kaybolmaz» deyip durduğunu aktarmıştım. Sulakyurt’ta yaşadığım bir hâdise bana bu sözün doğruluğunu hatırlattı. Bir gün camiden çıktım eve doğru giderken, az önce birlikte namaz kıldığımız ve yabancı olduğu belli altı kişi bana;

“–Lokanta nerede?” diye sordular.

“–Burası küçük bir ilçe; fazla gelen giden olmaz, o yüzden lokanta yok.” dedim. İçlerinden birisi;

“–Eyvah ben şeker hastasıyım, Kırıkkale’ye gitsek en az bir buçuk saat, ne yapacağım ben?!.” diye tasalanmaya başladı. Adamcağızlar Sulakyurt’a otobüs satın almak için gelmişler, işleri bitmemiş. Ben de onları bırakamadım;

“–Bize buyurun Allah ne verdiyse yersiniz.” dedim. Çaresiz kabul ettiler; eve geldik, yanımda tanımadığım altı kişi… Hanım sordu;

“–Bunlar kim?” diye. Ben de;

“–Bilmiyorum.” dedim.

“–Nasıl yani, bilmediğin insanları nasıl eve getirirsin?” dedi.

“–Bunlar tanrı misafiri; lokanta yok, gidecek yerleri de yok!” dedim. Yemek, çay kahve; memnun oldular, duâ edip gittiler.

Aradan 8-9 ay geçti. Küçük kızımın doğumu için Ankara’ya gitmiştik. Yıl 1979. Türkiye’nin yaşadığı en soğuk kışlardan biriydi. Ocak ayında bazı nehirler bile buz tutmuştu. Yollar her yer buz, sokağa çıkılacak gibi değil. Sulakyurt’ta iki hâkim vardı, diğer hâkim bey birisini tutuklamış o da itiraz edince mecburen benim Sulakyurt’a dönüp bu dâvâya bakmam gerekti.

Sabaha işe yetişmek zorundaydım ama nasıl? Hanımı ve bebeği akrabalara emânet edip, bırakıp gitmek durumundaydım. Zaten Kırıkkale’ye günde bir defa minibüs kalkıyor. Onu da kaçırdın mı bir daha yok. Hava kararmak üzere, eşyalarım baldızın evinde, taksi tutsam cebimde fazla para yok. Eşyaları alıp otogara gideceğim, oradan Kırıkkale’ye… Hava da o kadar soğuk ki saçlarım bile buz tutmuştu; «Yâ Allah!» deyip doğumevinden aşağıya indim, sağa-sola bakarken yanıma bir araba yaklaştı;

“–Hoş geldin abi! Ne zamandır görüşemedik. Gözümüz hep seni arıyordu, Allah denk getirdi. İstediğin yere götürelim, bugün misafirimiz ol!” dediler. Bir de baktım ki, benim tanrı misafiri adamlar…

“–Allâh’ım Sana sonsuz şükürler olsun, maddî-mânevî ne kadar da bunalmıştım. Gökte ararken yerde buldum misali; «Gidip valizimi alayım, oradan da beni otogara bırakırsanız çok sevinirim.» dedim.”

“–İstersen seni Sulakyurt’a kadar da götürebiliriz.” dediler. 150 kilometrelik yol…

“–Sağolun!” dedim. Otogardan otobüse bindim, gökte yıldızlar pırıl pırıl. İnşâallah araba bir ârıza çıkarmaz da sağ sâlim gideriz. Dışarısı buz içinde, ben de cam kenarında oturuyorum. Nihayet Elmadağ’a yaklaşırken, arkadan gelen taksi sinyal verip duruyor, gecenin karanlığında müftülüğün şoförü beni tanımış. Otobüsün mola verdiği yerde yanıma geldi, müftülüğün arabasını Ankara’ya tamire getirdiğini, şimdi de alıp götürdüğünü söyledi;

“–Sizi de otobüsün yanından geçerken gördüm, birlikte gidelim.” dedi.

Allâh’ım bu nasıl bir ikram… Tembih etsem, ayarlasam bu kadar denk gelmezdi. Sadece O’nun rızâsı için yapılan bir iyilik, en muhtaç olduğum anda imdadıma yetişmiş, «zerre» kaybolmamıştı. Aslında rapor alabilirdim, ama 41 yıllık meslek hayatımda hangi şartlarda olursa olsun hiç rapor almadım.

Sâmi Efendi Hazretleri -kuddise sirruhû-’nun evlâdı olan rahmetli kayınpederimin bana nasihati vardı;

“Sakın hastahânelik olmadığın hâlde rapor alma! Ben bir kere aldım, yazdığım hastalığa yakalandım.” demişti.

Lâkin gençlik işte… Erzurum Ilıca’da çok çetin bir kışta askerliğimi yaparken çok bunalmış, 15 gün izin alıp memlekete gelmiştim ama bir türlü dönemiyordum;

“Kışı da biraz atlatmış olurum bir 10 gün de rapor alayım.” dedim. Ankara’ya gittiğimde o kadar hastalandım ki askeri hastahânede 16 gün yattım, tabiî biz de rapordan dersimizi almış olduk.

Kul hakkı çok önemli, hele de kamu hakkı… Kişiler olsa gider helâllik istersin ama kamuyla nasıl helâlleşeceksin? En iyisi çok dikkatli olmalı, istemeden de işlenen bir sürü günah varken bile bile de kul hakkına girmemeli.

Rahmetli Musa TOPBAŞ Efendi -kuddise sirruhû- Hazretleri Antalya’yı teşriflerinde, sohbetlerine iştirak edebilmek için Antalya’nın bir ilçesi olan Korkuteli’ne hafta içi öğleden sonra saat 02.30 civarında gitmiştik. Mübârek; hâlimizi, hatırımızı sordular ve hemen;

“–Mesainiz ne durumda?” diye sordular.

“–Efendim bizde mesai iş bitinceye kadar, çoğu zaman cumartesi, pazar veya gece iş bitinceye kadar çalışırız. Buraya da işlerimi ayarlayıp geldim.” dedim, ancak öyle ikna oldular. Sordukları bu soru bile konunun ne kadar önemli olduğunu ifade etmekteydi.

YALANCI ŞAHİTLİK ve ADÂLET

Şahitlik çok önemli bir hâdise ama bazıları pek ciddîye almıyor veya vebâlinin şuurunda değil. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bile son anlarında;

“Şahit ol yâ Rab!” diye üç defa söylemedi mi? Cenaze namazında bile şahitlik istenmez mi?..

Sulakyurt’ta çalıştığım dönemde sağ-sol meseleleri vardı. Ne kadar masum olsun, kendinden olmayan tarafın ayağına her fırsatta çelme takmak için her türlü bahaneyi, iftirayı atmaktan çekinmeyen bir zihniyet hâkimdi memlekete. Hâlbuki Cenâb-ı Allah Mâide Sûresi 8. âyet-i kerimede;

“Ey îmân edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adâletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adâletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış)tır. Allâh’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” diye buyurmuyor muydu?

Yine bir grup Allah korkusu olmayan insan, karşı görüşten kişileri; «devlete zarar veriyorlar vs.» diyerek değişik iftiralarla mahkemeye vermişler. Herkes meseleyi değişik anlatıyor. Efendim bunlar bir araya gelmişler bazı yanlış işler plânlıyorlarmış deyip duruyorlardı.

“–Peki, siz gördünüz mü?” diye sorunca;

“–Hayır, ama duyduk.” diyorlardı. Tabiî inandırıcı gelmiyordu. Yemin ettirdik, yalancı şahit olduğu her hâlinden belli olduğu için karar vermekte acele etmedim, şahit ifade verdikten sonra daha binadan çıkmadan fenalaşıp kapının önünde düşüp öldü.

Aynısını bir başka meslektaşım yaşadı. Mahkemede şahitleri dinliyor, yalan söylediklerini anlıyor ama elinde delil yok. Şahide yemin de ettiriyor ama nâfile… Hâkim, en sonunda bunalıp;

“Kim yalan söylüyorsa Allah belâsını versin!” deyiveriyor. Daha mahkeme salonundan adımını atar atmaz şahit, yere öyle bir kapaklanıyor ki âdeta tokat yemişçesine ağzından köpükler geliyor. Yerde çırpındıktan sonra ambulâns gelene kadar can veriyor. İşte böyle durumlar da «gayretullâh»a dokunuyor. Yine yıllar sonra başka bir şahitlik hâdisesinde de ilçeden şahitlik için Antalya’ya getirilen ve dışarıda sırasını bekleyen bir adam, daha şahitliğini yapamadan bankın üzerinde düşüp ölüyor.

Bana çok acı veren ve hâlâ hatırlamak istemediğim bir yalancı şahitlik hâdisesini daha anlatmak isterim. İnsanın gözünü bir avuç toprak doyurur ya, insan daha yiyip yiyemeyeceği belli olmayan mal için her türlü vahşîliği sergileyebiliyor. Camiye gidip gelirken yolda oynarken gördüğüm, bazen de camiye gelen on yaşlarında bir çocuk vardı. Bazen para verir, başını okşar, bazen elimde ne varsa verir, onunla sohbet ederdim. Beni görünce yanıma gelirdi. Aramızda güzel bir bağ oluşmuştu.

Bir gün bu çocuğun ablası kucağında bebeğiyle Ankara’dan babasının evine gelmiş. Gezmeye mi geldi yoksa evinde mi huzursuzdu bilemiyoruz. Kızın, bir okulda hademelik yapan babası, evli hattâ çocuğu olan oğluna;

“Bu kız benim malımı sizden alır paylaşır, en iyisi onu ortadan kaldır küçük kardeşin beraber yersiniz.” diye oğlunun aklını çeler, tıpkı câhiliyye devrinde kız çocuklarını öldürdükleri gibi… Malı da mal olsa sanki!.. Kızcağız çocuğunu emzirmek için abisinden utanarak yan dönüp emzirmeye başlıyor, abisi tetiği çekip şakağından vuruyor, kucağındaki çocuk düşüyor ve kız ölüyor. Suçu da o on yaşındaki küçük kardeşinin üzerine atıyor, nasılsa ceza almaz diye… «Sen küçüksün ceza almazsın, büyüyünce de ikimiz paylaşırız.» diye çocuğu ikna ediyorlar. O yıllarda öyle derinlemesine balistik inceleme yoktu. Sorgu hâkimliği vardı şimdi kaldırıldı. Bir vaka ağır cezalıksa ağır cezaya gitmeden önce inceleme, ayrıntılı görüşülürdü.

Bu işleri beceren ünlü bir avukat tutmuşlar, daha sonra o avukat da senato yönetiminde önemli bir yere geldi. Sorguya ben bakıyordum, keşif için cinayetin işlendiği eve gittim. Herkesi dışarı çıkardım çocukla yalnız kalınca;

“–Sen beni tanıyorsun değil mi?” dedim.

“–Evet!” dedi.

“–Sen iyi bir çocuksun, seni camide görürdüm. Bizi yaratan ve bizi gören bir Allah var değil mi?”

“–Evet!”

“–Şu silâhı al eline, bir anlat bakayım; hâdise nasıl oldu, nasıl kullandın?” dedim. Daha silâhı kullanmayı bile bilmiyor. Tabancayı kaldıramıyordu bile;

“–Bu işi sen yapmadın değil mi? Allah her şeyi bilir ve görür, senin yapmadığını da bilir. Bana doğruyu söyle kim ve nasıl yaptı?” dedim. Çocuk beni de seviyor ya fazla uzatmadan;

–«Abim şurada oturuyordu, ablam burada çocuk emziriyordu, tek kurşunla vurdu; bana da ikimiz malı paylaşırız.» dedi.”

Tabiî ağır cezaya çıktılar. Avukat;

“Hâkim bu çocuğa baskı yapmış, zorlamış. Baskıyla ifadesini değiştirtmiş, çocuk baskıyla konuştu.” diye itiraz ettiyse de başarılı olamadı. Gerçek ortaya çıktı, hapis cezası aldılar.

HİLENİN YANINDA BELÂ HAZIR

Sulakyurt’ta bütün çevre köylerin ve ilçenin buğdayını öğüten iki değirmen vardı. Bu değirmenler yan yana olup, yüklendikleri iş hemen hemen aynıydı. Fakat bunlardan birine elektrik faturası çok gelirken diğerine neredeyse öbürünün üçte biri gelmiş. Bu durum yıllarca devam etmiş. O zamanlar elektrik özelleşmemiş, belediyenin kontrolündeydi. Faturası çok gelen belediyeye defalarca şikâyet etmiş ama bir sonuç alamamış. Seçimler yapılıp belediye başkanı değişince, tekrar şikâyet etmiş. Yeni başkan araştırmış, elektrik saatinde bir bozukluk yok, ama değirmenin elektrik tesisatını yapan adamı getirmişler;

“–Bak ikimize de sen kurdun bu âleti, neden böyle oluyor?” deyince;

“–Ben Allah’tan korkarım, ikinize de aynını yaptım, ama bu sırrı çözemedim. Bu işte bir iş var, ben kul hakkından korkarım.” demiş.

Zabıta olan ev sahibimiz de çok dürüst bir delikanlıydı. O da gidip saate bakıyor, normal çalışıyor. Ancak içine sinmeyip takibe alınca bakıyor ki sigorta gevşetilmiş, saat çok az veya hiç çalışmıyor. Aybaşına yakın, zabıta gelmeye yakın normale çeviriyormuş. Böylelikle ayda en fazla 9-10 gün çalıştırıyormuş. Zabıta bunu tespit edince durum mahkemeye intikal etti.

Kırıkkale’den iki tane elektrik mühendisi istedik, onlar incelemelerinde buraya yapılan sistemin tamamen hırsızlığa yönelik bir kurgu olduğunu belirttiler. Karşı taraf tabiî avukat tuttu;

“Zabıta bizden rüşvet istedi biz de vermeyince iftira etti.” dediler.

Bir hafta sonu çarşıya çıkmıştım. Bahçe kapısından girince evde misafirler olduğunu gördüm. Kardeşimle birlikte gelmişler. Gelenler, babamın dükkânının yanında değirmenleri olan komşumuz. Aynı zamanda da asker arkadaşımdı. Hanım da kahve yapmış birer yudum almışlar. Meğer bu değirmenci de bunların akrabasıymış. Ben konuyu öğrenince tepem attı;

“Hoş geldiniz!» bile demeden;

“–Nedir bu edepsizlik, siz hiç mi Allah’tan korkmuyorsunuz?!. Kul hakkı nedir bilmez misiniz? Hem ne yüzle buraya geldiniz?” dedim. “10 yıldır bu elektriği kaçak kullanıyorsunuz, hangi birini bulup helâlleşeceksiniz, en iyisi borcunu hesap et devlete öde. Belki vebalden kurtulursun!” dedim. Haramdan dönmek kolay mı;

“–Ödemeyiz!” dediler.

“–Öyleyse gözüme görünmeyin!” dedim. Kardeşime de kızdım onları getirdiği için, o da şaşırdı;

“Vallâhi ben konunun ne olduğunu bilmiyorum. Beni çarşıda yakaladılar; «Biz Sulakyurt’a gidiyoruz illâ gel!» diye çok ısrar ettiler. «Sen de abini görmüş olursun.» dediler. Ben eşime bile haber veremedim, apar topar geldik böyle bir konu olduğunu bilseydim gelir miydim?” dedi. Dayak yemekten beter olup apar topar gittiler. O sistemi kuran da, memleketteki elektrik teknisyeni komşuları. Demek ki oradaki değirmen de bu düzenle çalışıyormuş yıllardır. Bunların küçük oğlu, balkondan düşüp öldü. Kardeşi intihar etti, kendisi yaşıyor mu bilmiyorum. Mahkemede gereken ceza verildi. Lâkin âhirette hesaplar nasıl olur bilinmez. Mevlâ’m, hepimizi doğru yoldan, helâl rızıktan ayırmasın.