ALLÂH’A DAYANIP ŞEVKLE ÇALIŞACAĞIZ

YAZAR : Aydın TALAY aydintalay@gmail. com

a_talay-SAYI120

Bizlere İslâm’ı bahşederek müslüman ana-babadan meydana getiren ve büyük bir şeref taşıyan, orta yolu bahşeden Rabbimiz’e sonsuz hamd ü senâlar olsun.

Dünyanın en büyük nimeti olan Müslümanlığı doğru anlamayı ve yaşamayı Mevlâ cümlemize lutfetsin. Gerçekten değerlerin altüst edilmeye çalışıldığı, dünyevî hastalıklardan olan menfaat, mevkî, makam, mal ve para sarhoşluğunun kasıp kavurduğu bir ortamda İslâm’ı bütün güzellikleri ile yaşamak; gittikçe zorlaşmakta ise de Allâh’ın yardımı ile imkânsız da değildir.

Bir yandan nefs-i emmâre, öte yanda iblisin tuzakları ve şeytanlaşmış küfür âlemi ve çevreler insanımızı zaman zaman yersiz korku ve endişe tûfânına soksa da mücâhede adamı olması gereken müslüman; Allah korkusuna sarılıp sırât-ı müstakîm üzere yılmadan çalışmasına devam edecektir. Peki diğer endişelerden arındırılmış Allah korkusu nasıl olmalıdır. Yüce kitabımızın Âl-i İmrân Sûresi’nin 102. âyetinde şöyle buyurulmaktadır:

“Ey îmân edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.”

Demek ki Rabbimiz’in istediği korkunun anlamı; bütün varlığımız ile Allâh’ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçmaya çalışmaktır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yetiştirdiği en büyük İslâm âlimlerinden Abdullah bin Mes‘ud -radıyallâhu anh- bu âyeti şöyle açıklıyor:

“O’na âsî olmayıp itaat etmek, nankör olmayıp şükretmek ve O’nu unutmaksızın hep hatırda tutmaktır.”

Yine Enfâl Sûresi’nin 2. âyetinde Rabbimiz meâlen şöyle emretmektedir:

“Gerçek mü’minler o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. Âyetleri okunduğu zaman îmanlarını artırır. Ve bunlar yalnız Rablerine tevekkül ederler.”

Adâleti ile meşhur ikinci Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’e sahâbeden Übey bin Ka‘b takvânın ne olduğunu soruyor. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- verdiği kısa cevabında;

“Dikenli bir tarlada yürüyüp hiçbir tarafına diken batmamasıdır.” diyor. Bu bakımdan çok dikkatli, metânetli, sabırlı ve teennî ile hareket etmemiz icap ediyor.

İstiklâl Marşı şairimiz merhum Mehmed Âkif ERSOY da Allah korkusunun mânâ ve önemini ne güzel ifade eder:

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır,
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın;
Ne irfânın kalır te’sîrî, kat‘iyyen ne vicdânın!
Hayat artık behîmîdir. Hayır, ondan da alçaktır.

havf: Korku. behîmî: Hayvanî.

Bu imtihan âleminde havf ve recâ arasında bulunduğumuzun büyük hikmetleri var. Bu kısacık dünya hayatında yaratan yüce Rabbimiz’in kurtuluşumuz için emrettiği şerefli iki hudut taşından biri affedilme umudu, diğeri ise cehenneme gitme korkusudur.

Yüce Mevlâ’nın sonsuz mağfiretinden ümidimizi kesmeden, selâmete çıkaran yollara Allâh’ın izni ile vâsıl olmanın ciddî hazırlığını yapacağız.

Allah korkusu, cenneti kaybetme korkusu ve Rabbimiz’in sevgisini yitirme endişesini her zaman canlı tutacağız. Utanma, ar, namus ve günahlara dalma korkusu ile Hakk’a karşı uyanık ve dikkatli hareket, şiârımız olacak. Bütün bunları sevgi ve coşku içinde yaparken; bizi yolumuzdan ve vakit hazinesinden geri bırakacak yersiz kaygı, hurâfe, uğursuzluk, ayıplanma ve toplum korkusu gibi saplantıları elimizin tersi ile ve medenî cesaretle çöpe atacağız.

Aksi hâlde takvâ zâyî edildiği gibi, modern adı ile bize ideal diye yutturulmaya çalışılan hayat tarzı, çoğunlukla ölçüsüz ve yersiz davranışlar yüzünden sağlık durumumuz ve mâneviyâtımız sık sık bozulmaktadır. Bu cümleden olarak stresin yükseldiği, mide-bağırsak problemlerinin arttığı, şeker seviyesinin tırmandığı, direncin azaldığı ve krizlerin başlaması ile enfeksiyonlara yol açıldığı görülmektedir.

Dikkat edilirse Rabbimiz’in bahşettiği hayatın, hayırlı bir yarış döneminden ibaret olduğu görülecektir. Bu yarışın gayesi, hedefi, hikmeti ve hareket noktası bellidir. Bunun sonunda daha hayırlı, daha feyizli ve daha faydalı hizmetlerde öne geçenler belli olacaktır. Bu yarışta başarılı olmak için gerekli yetenek ve bütün faktörler Yaradan tarafından her kuluna bol bol bahşedilmiştir. İşte asıl hüner, bunları yerli yerinde kullanıp başarıyı yakalamaktır. Bu başarıdan sonra da Rabbimiz’in sonsuz lütuf ve keremiyle cennet nimetleri gelecektir. Bu derûnî mücâhede, geçici dünya yarışlarına benzemez. Zira kanun, hakemin düdüğü ve benzeri şeyler burada tarafgirlik ve birtakım yanlışlıklara sevk ettiği hâlde; sonsuz kuvvet ve kudret sahibi olan Mevlâmız ceza vermekte acele etmez. Bütün kapıların kapalı olduğu en ümitsiz zamanlarda bile O’nun tövbe ve istiğfâra götüren kapısı açıktır. Ancak kulunun sadâkatini ölçmek için lutfettiği ve takdiri yalnız yüce katında olan birtakım belâ ve musîbet denemelerine de onu tâbî kılar. Hattâ Rabbimiz’in has elçileri olan peygamberlerin bile zaman zaman böylesi imtihanlardan geçtiklerini biliyoruz. Nitekim Muhammed Sûresi’nin 31. âyetinde Rabbimiz meâlen şöyle buyurmaktadır:

“Allah yolunda cihad edenlerinizi belirlemek, sabredenlerinizi tespit etmek ve haberlerinizi ortaya koymak için sizi imtihan edeceğiz.”

18. yüzyılın büyük âlim ve mutasavvıflarından İbrahim Hakkı Erzurûmî Hazretleri Tefviznâme adlı uzun ilâhîsinde bu hususu şöyle ifade eder:

Sen adli zulüm sanma,
Teslim ol «od»a yanma,
Sabret sakın usanma;
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

En ummadığın yerde,
Nâgâh açar ol perde,
Derman erişir derde;
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

Dilden gamı dûr eyle,
Rabbinle huzur eyle,

Tefvîz-i umûr eyle;
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

adl: Adâlet. od: Ateş. nâgâh: Ansızın.
dûr: Uzak. tefviz-i umûr: İşleri (Allâh’a) bırakma.

Dünyevî korku ve endişelerden emin olmak için Allah korkusunu merkeze alarak şeytanın tuzaklarına ve korkutmalarına karşı çok dikkatli olmamız gerekir. Bunların başında; vesvese, acelecilik, günahları süsleme, fakirlikle korkutma, çirkin işlere teşvik, boş kuruntulara dalma ve her nevi azgınlık gelmektedir. Şeytan ve askerleri olan şeytanlaşmış kimseler ve nefis durmadan bizi uçuruma sevk etse de; Rabbimiz’e sığınarak, bize emredilen görevleri düzgün yaparak bütün endişe, korku ve kuruntularından sıyrılacağımız İbrahim Sûresi’nin 22. âyetinin meâlinde şöyle müjdelenmektedir:

“İş olup bitince şeytan der ki:

«Şüphesiz Allah size gerçeği va‘detti. Ben de va‘dettim. Ama ben va‘dimden döndüm. Zaten ben sizin üstünüzde bir nüfûza sahip değildim. Ben sizi çağırdım, siz de çağrıma uydunuz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın.»”

Şu dünya âlemindeki okullarda bile öğretmenlerimiz bizi; bilgi, ahlâk, samimiyet imtihanlarından geçirmeden karnemize «geçti» diye yazabiliyor mu?

Hayal ile gerçeği karıştıran şeytan, bizi aldatıp îmânımızı çalmaya çalışmaktadır. İbâdetlerde bir tembellik verdiği gibi;

“Çok derinlere gitme, Allah affedicidir!” diye Allâh’ı anmayı unutturur. Tarafsızlık perdesine bürünür. Yaldızlı sözlerle her yanlışa teşvik eder, değer ölçülerini altüst eder. Abes işlere daldırır. «Bir kerecik bir şey olmaz» diye içki ve uyuşturucuya sevk eder. Ama unutmayalım serap nasıl sadece bir görüntüden ibaretse onun tuzakları da öyledir. Her işimizde ihlâsı gözeterek, namazlarımızı imkânlar ölçüsünde cemaatle kılarak, Allâh’ın emirlerine itaati çoğaltarak, eûzu besmele getirmeden işe başlamayıp, mümkün mertebe abdestli olarak ve âyetü’l-kürsîyi sık sık okuyarak, haramlardan uzaklaşıp dil ve organlarımızı koruyarak bu korkutucu serabın hayalden ibaret olduğunu göreceğiz.

Rabbimiz kendisine has kul ve Habîbi’ne lâyık ümmet olma şerefine cümlemizi nâil eylesin.