O, BENİ GÖREMEZ!
YAZAR : Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr
Bütün engellemelere rağmen, İslâm yayılmaya devam ediyordu. Güneş doğmuştu bir kere! Artık bu süreç kıyâmete kadar devam edecekti!
İslâm yayılıp, nasipliler de İslâm ile nasiplendikçe, müşrikler daha bir öfkeleniyorlardı. Bunca tedbirler ve engellemeler, İslâm’ın önüne geçemiyordu. Gelişmeleri görüp uyanacakları yerde, daha da karanlıklara gömülen müşrikler, karşı koyma ve düşmanlıkta yeni metotlar geliştiriyorlardı.
Peygamberimiz -aleyhisselâm- başta olmak üzere; müslüman olanlara karşı düşmanlıkta daha şiddetli, daha katı davranmaya başladılar. Hiçbir değer taşımayan, değersiz ve sefih adamlarını kışkırtarak Peygamberimiz -aleyhisselâm-’a saldırtacak kadar ileri gittiler. Bu amansız saldırıda İki Cihan Güneşi yaralandı!1
Sadece fizikî saldırıyla yetinmiyorlar, karşı koymanın her yolunu deniyorlardı. Özellikle psikolojik saldırı en üst boyutlara ulaşmıştı. Öyle ki, Peygamberimiz -aleyhisselâm-’a; şairlik, sihirbazlık, kâhinlik ve mecnunluk gibi, kendilerinin de inanmadıkları her türlü isnat ve iftiralarda bulunarak eziyet ettiler!2
Peygamberimiz -aleyhisselâm-’a böyle yapan hâin müşrikler, O’nun sevgili ashâbına neler yapmadılar ki! Müslümanları birer-ikişer yakalıyorlar; çıplak vücutlarına demir gömlekler giydiriyorlar, kızgın güneşin altına yatırıp vücutlarının yağlarını eritiyorlardı!3
İslâm’ın gücünü gören müşrikler, daha organizeli bir karşı koymaya geçmişlerdi. Her kabîle; içlerinden müslüman olanları, şiddetli cezalara, dayanılmaz işkencelere çarptırıyordu!
Müslümanları; hapsetmek, dövmek, işkence etmek, yerlerde süründürmek, aç ve susuz bırakmak, Mekke’nin en sıcak saatlerinde, en sıcak yerlerinde güneş altında tutmak; gündelik işlerden olmuştu artık! Hâin müşrikler; adamına ve yerine göre, her hakareti ve işkenceyi yapıyorlardı.4
Yakalayıp işkence edemediklerine, başka türlü eziyet ediyorlardı. Bunların içinde soy sop ve akrabaca arkası olan müslümanlar vardı.
Her türlü işkencede başı çekenlerden biri olan Ebû Cehil nasipsizi; şerefli ve arkalı bir kimsenin müslüman olduğunu işitince, hemen varıp ona hakaret ediyordu:
–Sen babanın dînini bıraktın ha! Hâlbuki, o senden daha hayırlı idi. Demek sen onun fikrini hiçe saydın, şerefini düşürdün, öyle mi? Andolsun ki; biz de senin aklını, akılsızlık ve ahmaklık sayacağız! Senin görüşünün yanlışlığını ortaya koyacağız! Şerefini kaybettireceğiz!
Bunun yanında eğer müslüman olan zât ticaretle uğraşan bir kimse ise, ona daha farklı bir tarzla saldırıyordu:
–Sen tüccar adamsın! Ama artık bu işi yapamayacaksın! Yemin olsun ki; senin ticaretini durgunluğa uğratacağız, servetini yok ettireceğiz!5
Mekke’de gündem sürekli İslâm idi. Müslüman da İslâm’ı konuşuyor, müşrik de İslâm’ı konuşuyordu. Müslüman olanlar, İslâm’ı öğrenmek ve yaşamak için hayatlarını ortaya koyarken; müşrikler de, İslâm’ı durdurmak ve müslümanları döndürmek için hayatlarını ortaya koyuyorlardı! Yani herkes kendi yapısına göre hareket ediyordu.
Her şeye rağmen İslâm yayılıyor, müslümanlar da çoğalıyorlardı. Nasipsiz müşrikler; daha da azıtarak işkence ve eziyet etmeleri yetmiyormuş gibi, bir de birbirlerini kışkırtıyorlardı. Öyle ki, müslümanlara göz açtırmıyorlardı.
Ebû Tâlib Amca; hâin müşriklerin işi iyice azıttıklarını görünce, Hâşim ve Muttalib oğullarını toplayıp, onları, kendisinin yaptığı gibi, Peygamberimiz’i korumaya davet etti. Bu iki kabîle Ebû Tâlib’in teklifini hemen kabul ettiler ve onunla birlikte oldular. Ancak, hâin Ebû Leheb, bu teklif ve daveti reddetti!6
Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın evi, iki kötü komşusu Ebû Leheb ile Ukbe bin Ebû Muayt’ın evleri arasında idi. Bu nasipsizler; bunca işkence ve eziyetlerle yetinmez, hayvan işkembesini getirip Peygamberimiz’in kapısının önüne atarlardı.
Peygamberimiz -aleyhisselâm-; uzun bir süre bir şey demese de, sonunda üzüntüsünü dile getirmeden edemedi:
–Ey Abdi Menâf oğulları! Bu ne biçim komşuluk böyle!7
Bir yandan böyle söylerken, diğer yandan da kapısının önüne atılan pislikleri temizler dururdu!
Bu çirkin durumu haber alan Hamza Amca; o günlerde henüz müslüman olmadığı hâlde, bu işe bir son verdirmek istedi.
Ebû Leheb nasipsizi; yine bir gün getirdiği pisliği Peygamberimiz’in kapısının önüne dökmek isterken, Hamza Amca çıkageldi! Kendisinden büyük olduğu için saygıda kusur etmediği bu ağabeyinin, böylesine çirkin bir hareketine tahammül edemedi. Ebû Leheb hâini tam pisliği Peygamberimiz’in kapısı önüne, üstelik -içeri girsin diye- kapı üstüne dökmek üzere iken, pislik kabını onun elinden kaptığı gibi Ebû Leheb’in başına döktü!8
Böyle bir anda ne olduğunu anlayamayan Ebû Leheb; bunu yapanın kendi kardeşi olduğunu görünce, bir yandan pislikleri başından yere silkerken, bir yandan da fena hâlde bağırıyordu:
–Ahmak herif, ahmaaak!
Bu kadarı ile yetinmeyen Ebû Leheb nasipsizi; kendi evinden ve komşusu Adiyy bin Hamrau’s-Sakafî’nin evinden, Peygamberimiz’e taş atar dururdu.9
Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemil de; Peygamberimiz’e düşmanlıkta aşırı gider, küfründe, inkârında ve inadında kocasından aşağı kalmazdı!
Ümmü Cemil; birkaç defa değil, her gece pıtrakları, dikenleri, dikenli ağaç dallarını toplayıp büyük demet yapar, boynuna bağlar, geceleyin ayağına batsın, yaralar açsın diye Peygamberimiz’in geçeceği yollara atar, saçardı.
Peygamberimiz -aleyhisselâm- ise onlara; kum yığınına, ipek üzerine basar gibi basar, geçip giderdi.10
Yine bir gün Peygamberimiz -aleyhisselâm-; sevgili dostu Hazret-i Ebûbekir ile birlikte Kâbe’nin yanında oturduğu sırada oraya vardı. Elinde koca bir taş vardı. Hazret-i Ebûbekir; onu görünce, büyük bir endişe ile Peygamberimiz’e döndü:
–Yâ Rasûlâllah! Bu gelen hâin Ümmü Cemil’dir! Eziyet edici bir kadındır! Sana doğru geliyor! Onun Sen’i görmesinden korkuyorum! Bir yolunu bulup; bu hâin kadın Sana bir zarar vermeden, eziyet etmeden kalkıp gitmiş olsaydın ya da onun göremeyeceği bir köşeye çekilseydin!
–O beni göremez!11
Sevgili dostuna böyle cevap veren Peygamberimiz -aleyhisselâm-, oturduğu yerden hiç kıpırdamadı.
Gerçekten de, Ümmü Cemil hâini Peygamberimiz’i göremedi! Yüce Allah bu hâin kadına O’nu göstermedi! Hâin kadın ancak Hazret-i Ebûbekir’i görebildi. Görür görmez öfkeyle gelip, Hazret-i Ebûbekir’in başına dikildi:
–Ey Ebûbekir! Arkadaşın nerede?
–Sen benim yanımda hiç kimse görmüyor musun?
–Benimle alay etme! Ben senin yanında senden başkasını göremiyorum! Arkadaşın nerede, sen onu söyle?
–Ne yapacaksın onu?
–O şairse; yemin olsun ki, ben de şair bir kadınım. Kocam da şairdir. İşte, şimdi senin yanında O’nu hicvediyorum!
Böyle havlayan nasipsiz kadın, Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ı hicveden şiirler söyledi. Hazret-i Ebûbekir araya girse de, hâin kadını susturamadı. Hâin kadın hıncını alamıyordu:
–Yemin olsun ki, O’nu görseydim; ağzının ortasına şu taşı vuracak ve O’nun ağzını, burnunu kıracaktım! Şairmiş ha!
–Hayır! Vallâhi, arkadaşım şair değildir! O şiir de söylemez. Allâh’a andolsun ki, o seni hicvetmiş değildir!
–Muhakkak ki, sen benim katımda doğru sözlüsündür. Kureyşîler iyi bilir ki, ben onların ulu kişilerinin kızıyımdır! Benimle kimse baş edemez!
Hâin kadın geldiği gibi, yine homurdanarak gitti. Hazret-i Ebûbekir, ancak rahat nefes aldı:
–Yâ Rasûlâllah! O, seni görmedi mi?
–Beni görmedi! Allah onun gözünü alıp beni göremez hâle getirdi!12
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, her şeyini ayakları altına serdiği sevgili Peygamberimiz için çok endişelenmişti. O’nu çok seviyordu çünkü. Bütün hayatı O’nunla yaşıyordu. O, onun sadece Peygamberi ve arkadaşı değil, canından bir parçaydı…
Allah Teâlâ Hazretleri, hiç şüphesiz ki her şeye kādirdir. Burada da hâin kadının saldırısından Peygamber Efendimiz’i muhafaza etmişti. Peygamber Efendimiz de;
“O, beni göremez.” buyurmuştu!
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-
___________________
1 M. Âsım KÖKSAL, İslâm Tarihi, c. 1, s. 347.
2 İbn-i İshâk, es-Sîretü’n-Nebeviyye, s. 308.
3 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 3, s. 233.
4 Taberî, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 220.
5 Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 198.
6 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 65.
7 Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ, c. 1, s. 182.
8 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 70.
9 Ezrakî, Ahbâru Mekke, c. 2, s. 200.
10 Kādı Iyâz, eş-Şifâ, c. 1, s. 291.
11 Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 1, s. 193.
12 Zehebî, Târihu’l-İslâm, s. 147.