DÜNYA… EFENDİ Mİ KÖLE Mİ?

YAZAR : Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

n_s_cevikoglu-SAYI-119

 

Günümüz insanları; etraflarını çepeçevre kuşatan dünyevî câzibeye, yaldızlı boyalı, allı pullu dünyaya ne yazık ki kanmış ve inanmış durumdalar. Onun can yakıcı, sahte ve aldatıcı güzelliğine bel bağlamış vaziyetteler. Bugün almadan rahatlayamayan insan, «vermenin mutluluğu»nu tadamıyor. İnsanları bencilliğe sevk eden dünyanın âlâyişi, kişileri öyle kendine çekmiş durumda ki insanlar âdeta büyülenmişçesine dünyanın peşinde koşuyorlar.

İlerleyen çağ, gelişen teknolojik ürünler, yeni çıkan eşyalar, kıyafetler, evler, arabalar; medya aracılığıyla özellikle de reklâmlarla teşvik edilmekte. İnsanlara âdeta; «Al, al bunlar yeni çıktı, en yenisini al!» kampanyalarıyla, devamlı «alarak» mutlu olmaya endeksli bir düşünce aşılandı. Farkında olmadan, insanlar; israf denizinde yüzmekte. Eskiden fazîlet sahibi insanlarımız «hayırda yarışırlardı» şimdinin insanları ise maalesef «almakta birbirleriyle yarışıyorlar.» Pek tabiî bu durum, alamayanları üzüntüye sevk ediyor. Son günlerde; alamayınca sıkılan, bunalan, yıkılan ve kırılan insanlar türedi.

İnsanlar maddeye öyle bağımlı hâle geldiler ki; kişilerin mutluluğu, sevinci hep bunlara takılı kaldı. Dünya, insanları kendisine esir edercesine bağladı. Bir söz vardır; «Dünyayı kendine efendi edinirsen o da seni kendine köle edinir.» Bugün aynen bu söz gerçekleşmiş vaziyettedir. Hâlbuki dünyaya halîfe olmak maksadıyla gelmiş olan insan, nasıl dünyanın kölesi olur? Bir kere bu hâl, insanın kendisine hakarettir. Kendisini böylesi küçük ve hakikatsiz şeylere köle yapan insan, kendisini ne denli küçülttüğünü ne zaman fark edecektir?

Bu konuda son derece mütevâzi bir hayat yaşayan Peygamberimiz -aleyhisselâm-;

“Dünya sevgisi, her çeşit hatalı davranışların başıdır. Bir şeye olan aşırı sevgin, seni kör ve sağır yapar.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 125) buyuruyorlar.

Yani dünyayı sevenin gözü başka şey görmez. Hep onu düşünür, onu hayaller ve hep ona ulaşmayı arzular. Kişide âhiret sevgisi az olup diğer sevgiler ağır basar ise, âhiret ikinci plâna düşer. Hattâ gün gelir bu kişinin yüreğinden âhiret inancı dahî silinir, gider. Hâlbuki kulların katında dünyanın değer ölçüsünü göstermek için sevgili Peygamberimiz -aleyhisselâm- şu misali verir:

“Eğer dünya; Cenâb-ı Hak katında sivrisineğin kanadı kadar değer taşısaydı, tek bir îmansıza ondan bir damla içirmezdi.” (Tirmîzi, Zühd, 14, Hadis no: 2323) O hâlde Allah -celle celâlühû- katında bu denli değersiz bir şey için nedir bu tasa? Bunca kaygı, üzüntü?

Sahâbe efendilerimizin günlerce yiyecek bulamayıp, aç dolaştıkları olurdu. Şimdi sofralarda yok yok yine de insanlar memnun değil yahut olanı beğenmezlik yapıyorlar. Hattâ ekonomik durumu iyi ailelerden yetişen çocuklar ve gençler, çeşit çeşit yemeklere bahane bularak; “Bu da yenir mi?” ya da “Benim canım bunları istemiyor?” diyerek aşırıya kaçarak şımarıklık ediyorlar. Anneler çocuklarına yemek beğendiremiyor. Beyler hanımlarına kıyafet beğendiremiyor, ev ve eşya beğendiremiyor. Şimdilerde herkes birbirleriyle «giyimde, eşyada, ev konforunda» yarışıyor. Ve bu zincirleme böylece devam edip gidiyor… Oysa dünyaya mahkûm değil, hâkim olmalıyız ve ona tapar derecesinde gönül bağlamamalıyız. Bu, insanı helâke götürür.

Aslında bugün yaşananlar, dünün tekrarından ibarettir. Geçmişte Musa -aleyhisselâm-’ın kavminden Kārun isimli bir kişi vardı ki, onun hazinelerinin sadece anahtarlarını taşımakta insanlar güçlük çekerdi. O; hep kendi bilgisinin neticesinde, serveti olduğunu iddia ederek böbürlenir ve şımarırdı. Sonunda o, helâk oldu. Hikâyesi Kur’ân-ı azîmüşşân’da şöyle anlatılır:

“Kārun Musa’nın kavmindendi. Onlara karşı taşkınlık/şımarıklık etti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki; onun anahtarlarını taşımak, güçlü-kuvvetli bir topluluğa dahî zor geliyordu. Kavmi ona demişti ki:

«Şımarma, Allah şımarıkları sevmez.» Allâh’ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma. Allâh’ın sana lütufkâr olduğu gibi sen de lütufkâr ol, yeryüzünde fesat isteme, çünkü Allah fesatçıları sevmez.

O dedi ki:

«Bu servet bana, bendeki bir bilgi sayesinde verildi.» Peki, o bilmedi mi ki Allah, önceki nesiller içinden ondan daha güçlü, sayıca da daha çok olanları bile helâk etmiştir. Günahlarının ne olduğu günahkârlardan sorulmaz. Kārun, süsü püsü içinde toplumun önüne çıktı.

Dünya hayatını isteyenler dediler ki:

«Keşke Kārûn’a verilenin bir benzeri de bize verilseydi. O, cidden çok şanslı biri.»

İlim verilenler ise şöyle dediler:

«Yuh size! Îmân eden ve sâlih amel işleyen kimseye Allâh’ın vereceği karşılık, daha hayırlıdır. Fakat buna yalnızca sabredenler kavuşturulur.»

Nihayet, Kārûn’u da sarayını da yere geçirdik. Allâh’a karşı kendisine yardım edecek yandaşları da yoktu. Kendi kendisine yardım edebileceklerden de değildi. Akşam onun yerinde olmayı isteyenler, sabah şöyle demeye başladılar:

«Vay be! Demek, Allah kullarından dilediğine rızkı genişletiyor, dilediğine de kısıyor. Allah bize lütufta bulunmasaydı, vallâhi bizi de batırmıştı. Demek ki kâfirler asla iflâh olmazlar.»” (el-Kasas, 76-82)

İnsanlardaki dünyevîleşme hâdisesi eskiden beri devam eden bir vâkıadır. Geçmişte İsrâiloğulları’nı yahudileştiren dünyevîleşme duygusuydu. Musa -aleyhisselam- Rabbiyle görüşmeye gittiğinde; kavmi, peygamberin yokluğunu fırsat bilerek altından yaptıkları buzağıya yani altın bir heykele tapmaya başladılar. Bir heykele, altına, puta tapınma, onu ilâh edinme; dün de vardı bugün de var. Altından buzağı heykelinin yerini, bugün irili ufaklı başka şeyler almış durumdadır. İşte tam böylesi bir kör noktada; din insanlara yardım eder, doğruyu hatırlatır, nasihatler verir. İnsanları daldıkları gaflet uykusundan uyandırır. Yine din, insanları uyarır, Hakk’a çağırır, dünyaya aşırı bağlanmaktan sakındırır, ölçüler koyar. Her insan bu ölçülere muhtaçtır. Aksi takdirde insanlar; hislerinin, arzu ve isteklerinin tuzağına düşer, onlara boyun eğer. İnsanın istekleri bitmez, arzularının sonu gelmez. İstekler dizginlenemezse, o dilekler insanı helâke kadar götürür. Bu sebeple nefsin her dünyevî isteğine; «Evet!» denmemelidir. Bu insan için tehlikeli bir durumdur.

Düşünen ve akıllı olan insan; kendi duygularını frenlemeyi bilmeli, dünyevî şeylere aşırı meyletmemeli, onlar için boşa kendini üzmemelidir. Mevlâ eğer isteseydi; ona, o istediğini zaten verirdi. Vermediyse, demek ki vermemesi onun için daha hayırlıdır. İnsan illâ da isteğine ulaşamadığı için kendini hırpalamamalı, beyhûde yorulmamalıdır. Cenâb-ı Hak vermek isterse verir, vermek istemezse o kişi ne yapsa da, ne kadar emek etse de, ne kadar dövünse de vermez. Peki, niye vermez? Çünkü o şey, onun için hayırlı değildir de onun için vermez. Ağlamak, üzülmek; boşa sıhhati yıpratmaktır. Dünyevî şeyler için sızlanmak kıymetsizdir. Allah -zü’l-Celâl- herkese ne vermek istediyse ilâhî taksimde onu vermiştir. Kişinin bunda kendi kârı yoktur. Her işin en doğrusunu yalnızca yüce Allah -celle celâlühû- bilir.