Dijital Çağda SÖZÜN ÂDÂBINA DAİR
YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com
Zamanında bir adam pazardan pamuk alır. Eve geldiğinde hanımı;
“Esnaf tartıda hile yapıyor, adamı aldatıyor…” türünden bir şeyler söyleyince, adam karısını boşayıverir. Herkes şaşkındır. Sorarlar:
“–Sen ehl-i iffet hanımını ne diye boşadın, bu iş sana yakıştı mı?”
Cevap da davranış gibi garip ve düşündürücüdür:
“–Hanımım, pamuk satan adamın gıybetini etti. Yarın mahşer yerinde, o adam dâvâ edecek ve muhakeme olunacaklar. Ben gayret sahibi bir insanım. Nikâhlı eşimin, o gün nâ-mahrem ile söyleşmesine râzı olamadım.”
Bu hikâye, 17. asır Diyarbekir şairlerinden Ahmed Mürşidî’nin Pend-nâme’sinden.
Mübalâğalı bir şekilde iki hususun altını çiziyor:
Mahremiyet ve gıybet.
Bugün gerek gerçek hayatta, gerekse de sanal tabir edilen ekranlar üzerinden akıp giden âlemde bu iki madde darbeler yiyor.
Evvelâ bir hususta anlaşalım:
SADECE ÇUVALDIZ
Edep ve âdab üzerine ne söylenirse, ne yazılırsa, ne okunursa; bunun değerlendirmesini iç dünyamızdaki muhasebede kullanmalıyız. Başkalarını muâheze etmekte, eleştirmekte değil. Aksi takdirde, bir edep bahsini bizzat edepsizlikte kullanmış oluruz.
Çünkü; kusuru başkasında aramak en büyük kusur.
Çünkü; “Ben edepliyim, başkaları değil.” demek en büyük edepsizlik.
Şöyle ki;
Sosyal davranışların niyetleriyle irtibatı dışarıdan gözükmediği için, zanlarla değerlendirilir.
Meselâ;
Bir yürüyüşün kibirden mi, vakardan mı, vazifenin gerektirdiği heybetten mi, alışkanlıktan mı kaynaklandığına dışarıdan karar vermek, zan olacaktır. Hüsn-i zan edilirse ne âlâ. Fakat sû-i zan edilirse bu zan isabetliyse gıybete; değilse, iftiraya sebebiyet verecek. Neticede kibirli yürümekten daha kötü bir noktaya çıkacaktır.
Öyleyse;
Ahlâk kitaplarında, hadislerde, âyetlerde;
“Kibirli yürüme!” uyarısını okuyunca, kendi hayatımıza bakıp değerlendirmeliyiz; terbiyesinden sorumlu olmadığımız başkalarında değil.
Bu şartı zihnimizde bulundurarak bazı tespitlerde bulunabiliriz.
VIRTUAL
Evet, teknoloji ile kısa zamanda büyük bir “evrim” geçirdik. Artık parmak uçlarımızla da konuşuyoruz! Klâvye yahut dokunmatik ekranlarda gezinen parmaklarımız da; bir fısıltıyı, bir başkasına aktarabiliyor, aslını hiç bilmediği bir iddiayı yayabiliyor. Bu imkânlar, hayrı kolaylaştırdığı gibi, şerri de kolaylaştırdı. Âhirzamanın hızlandırıcı, çoğaltıcı etkileri…
Sanal, «virtual»in tercümesi. İngilizcede «virtue» fazîlet, erdem, adamlık, hâssa, özellik anlamlarına geliyor. Buradan fiilî ve fiile geçmemiş, bi’l-kuvve mânâları doğmuş. Hem gerçek hem değil.
Bir hükümdar düşünün. Kral değil, fakat ele geçirdiği kuvvetiyle hükmediyor: Fiilen kral. Gerçekte kral değil. Ama gerçekte yönetiyor…
Bizim «sanal» karşılığını verdiğimiz; «Gerçek olmayan, ekranda, ağda, bilgisayarda var kabul edilen» mânâsına işte buradan geçilmiş.*
Sanal kelimesi bizi yanıltıyor. Gerçekte yok gibi hissettiriyor. Hâlbuki düşünelim:
Telefon faturamızın kâğıt baskısı mı daha gerçektir; yoksa, onun sistemdeki kaydı mı? Kapıya bırakılmış fatura kaybolsa, hattâ bizim tarafımızdan yok edilse bile, «sanal âlem»deki kaydı silinmiyor.
Belki «gerçek» hayattaki fiskosların, kaçamak bakışların Allah’tan başka şahidi yok. Fakat internette her şey kayıt altında. Son aylarda, internette bir şey olmaz zannederek, şahıslara ve mânevî şahsiyetlere hakaret edenler hakkında yapılan kanunî takibat da, sözümüzü teyit ediyor.
Zaten niyetleri bile bilen Allâh’a îmânımız, bizi «sanal» bir meşrû görmeye çekmemeli.
Bu değişimler karşısında değişmeyen bir âdâbımız olmalı. Karşılaştığımızda âdâb-ı muâşeret gereği hürmetle davranacağımız bir kişinin, paylaştığı bir düşüncesinin altına ağır yorumlar yazabiliyoruz. «Yüz yüze bakmıyor.» diye mi? Fakat pamukçu ile gıybetçi kadıncağız gibi, hakkına girdiğimiz kişilerle yüzleşeceğimiz bir güne biz de inanıyoruz.
NİSBET
Geçmişte en çok çekinilen şeylerden biri, nisbet yapmaktı. Nisbet; mukayese, orantılama, karşılıklı uyum, isnad etme mânâlarından hareketle yan bir mânâ kazanmıştı. Bu da;
«Birini kızdırma, kıskandırma, üzme, bugünün tabiriyle ezme maksadıyla bir davranış sergilemek»ti. Bugün sosyal medyada yemeğini, tatlısını, kıyafetini, nikâh fotoğrafını vs. resmedenler, muhtemelen hiç böyle bir şeye niyet etmiyorlar. Zaten internetin tabiatı gereği «ortaya» döküyorlar. Fakat paylaştıkları şeyin ortalıktakilerde meydana getirebileceği duygu dalgalanmalarını hesaba da katmamış oluyorlar.
İşte nisbet yapmama hassâsiyeti, bundan kaçınmayı gerektirirdi. Dün hava atmış olmamak için ezilip büzülünürdü. Bin dereden su getirerek açıklamalar yapma ihtiyacı hissedilirdi. Bugün; “Hava atamadım, başkasının havası altında ezildim.” diye üzülen gençlerimiz var.
Töhmet mevkilerinden uzak durma prensibi de bunu emrediyordu. “Benim niyetim temiz, başkası ne düşünürse düşünsün.” demek her zaman geçerli değildi.
Sonra nazar değmesinden ve göz hakkından korkulurdu.
Sosyal medyayı ortaya dökmeden, özel görüşmeler için de kullananlar çok tabiî… Fakat, burada da genel ile özel karışıyor. Sanal dünya, yalan dünya oluyor. Genç sanılan yaşlı, yetişkin sandığımız çocuk, kadın sandığınız erkek, en önemlisi dost sandığınız, düşman olabiliyor. Asâfî devrimize de hitap eden rubâîler söylemiş:
Her merd olanın meşrebi merdâne midir?
Her mâh-veşin gamzesi şâhâne midir?
Kimden işitirsen sözü tedkîk eyle,
Her kavli hakîmin de hakîmâne midir?
Her dil keder-i nifâkdan pâk olmaz,
Her sâde dil âyîne-i idrâk olmaz,
Her şahsa dehen-güşâ-yı esrar olma;
Her şâh-ı çenâr ü bîd misvak olmaz.
“Her gönül, ikiyüzlülük bulanıklığından temizlenmiş değildir. Her saf gönül de, anlayışlı değildir. Aman herkese sırlarını söylemek için ağzını açma! Her çınar ve söğüt dalı, misvak değildir.”
ÂDAB MI TOPLUM BASKISI MI?
Âdâb-ı muâşereti; yapmacıklık, toplum baskısı ile hareket etmek gibi telâkki edebilenler olabiliyor. Bu da yukarıda izah etmeye çalıştığımız türden bir sû-i zan oluyor.
Âdâb-ı muâşeret nedir?
Görgü kurallarıdır. Kaynakları da; dindir, töredir, örftür, ahlâktır, teâmüllerdir. Bunları kural hâline getiren bizim atalarımızdır.
Kural niye konur?
Çünkü nefislerimiz, incelikten yoksun davranabilir. Tevâzu yerine kibri, fedâkârlık yerine bencilliği, sabır yerine aceleciliği… tercih edebilir.
Adam öldürmek niye kanunla cezalandırılıyorsa, birine hava atmak da aynı sebeple ayıplanır. Hırsızlık nasıl kanunla engellenmeye çalışılıyorsa, bencillik de ahlâk ile giderilmeye çalışılır. Ahlâkı hiçbir yaptırım ve baskı olmaksızın sadece vicdan meselesi hâlinde tutmak, vicdansızları iştahlandırır. Toplumun yaptırımı, bu vicdansızları zaptetmek içindir o kadar.
Diğer taraftan, âdâb-ı muâşeret kabuk ise, özü olan asıl duygulara, asil ahlâkî fazîletlere talip olmalıyız elbette. Kurbanda ete, namazda sûrete bakmayan ilâhî irade, elbette âdapta da yapmacık âdetlere bakmayacaktır.
İslâm; bizde daima iç ve dış, öz ve söz, bâtın ve zâhir birliği arar.
Îmanda, bâtın ve zâhir çatlağı: Nifak.
Davranışlarda iç ve dış çatlağı: Riyâ.
Sözlerimizde öz ve söz ayrılığı: Sözün doğruluğu açısından; yalan, iftira. Sözün vicâhî başka, gıyâbî başka olması açısından; gıybet, dedikodu…
KIYL U KĀL
Kıyl u kāl, dedikodu demek. Aslında kelime Arapçada;
«Denildi ve dedi.» mânâsına geliyor. Öyle olunca, irfan ehli şairler; zâhirî ilme, mâneviyatsız bilgi yığınlarına da «kıyl u kāl» demişler. Hakikaten ilmî eserlerde, görüşler bildirilirken daima;
“Şöyle denildi, falanca şöyle dedi.” şeklinde, bu tabirler kullanılır.
“Tamam; «Dendi, denildi de ey âlim, senin tarafından bu bilgiler, bu tavsiyeler, bu emirler ve yasaklar uygulandı mı? Kāl, hâl ve ef‘âl (fiil, davranış) oldu mu?»”
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de bunu niyaz ediyor:
Yâ Rab! Hidâyet eyle vecd ü hâli,
Hem savm u salât u hem güzel ef‘âli,
Her fikrden eyle gönlümü sen hâlî,
Zikrinle dolup unuda kîl u kāli…
Burada bize de mesaj var. Paylaştığımız, eşe-dosta gönderdiğimiz güzel mesajlarda; «iletildi, beğenildi, paylaşıldı»dan öteye; «yaşandı, tatbik edildi, uygulandı» noktasına geçebiliyor muyuz? Geçemiyorsak; profilimizin fazîletleri sanal bir dedikodudan öte geçemiyor demektir.
_____________
* Bu enteresan etimoloji; «The Demise of Virtue in Virtual America» «Sanal Amerika’da, erdemin çöküşü» gibi kitaplara vesile olmuş.
Dert benzer. Kitabın yazarı David Bosworth, bizdeki Harunların Kārunlaşması tabirine benzer şekilde, Evangelical Mammonism tabirini kullanıyor.
İkiyüzlüleşmeyi şöyle tarif ediyor: «İş âleminde boyun eğilmesi gereken her varlığın önünde eğilmek, evde nefsimizi şımartmamıza izin veriyor.»
Ahlâkî değerlerin değişmesinde, yani (virtuous) erdemli Amerika’dan (virtual) sanal Amerika’ya geçişteki Kārunlaşmaya dair çarpıcı misalleri:
“İyi geçinmenin esas olduğu arkadaşlık gitti, öne geçmenin temel alındığı network (çevre) oluşturma geldi.
Kazanılmış hayranlık ve ortaya konan işlerin keyfiyetinin esas olduğu kahramanlık gitti, yerine satın alınmış tanıtım ve beğeni sayısının geldiği şöhret geldi.
Tutumluluk, kanaatkârlık ve ağzı sıkılık gitti, tüketim, bağımlılık ve şikâyet kültürü geldi.” (s. 219)