-Umre Hâtıraları- DUYÛFU’R-RAHMÂN* İKEN
YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com
Mekke’yi hayal ettiğimden çok farklı buldum. Dağların arasında bir vadi sanırdım. Hâlbuki kurulduğu yerde sert kayalardan oluşan birçok tepe var. Bugünlerde hemen hemen her tepe üstünde de o kayaları kırmakta olan bir makine göz çarpıyor.
Harem-i şerîfin çevresinde inşaat olduğu için etraf bütünüyle şantiye hâlinde. Safâ ve Merve arasında kapalı hâlde bulunan kapılar üzerine; «Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz!» yazıları asılmış. Daha önce hac ve umre yapmış olanlar, bu kapılardan Kâbe’nin göründüğünü ve tavaf alanına kolaylıkla ulaşılabildiğini belirtiyorlar. Üzeri sade, ama estetik tonozlarla kapatılmış olan bu iki tepe arasındaki mesafeyi geçiyoruz. Ve işte nihayet Kâbe karşımda… Günde beş vakit yöneldiğimiz; namaz vakitlerinin güneşin hareketine bağlı olarak değişmesinden dolayı, kendisine yönelenlerden bir an bile mahrum kalmayan merkez nokta. Gördüğü bu teveccühe rağmen 14 metre yüksekliğinde ve 12 metre uzunluğunda dört duvardan oluşan oldukça basit, mütevâzı bir yapı… Kendisine doğru yönelmeleri konusunda namaz kılanlardan gördüğü teveccüh kadar tavaf konusunda da teveccüh görüyor… Günün her saati, çevresinde dönen insanlarla dolu… “Gece yarısında insanlar uyurken veya öğle sıcağında gölge koyu iken tenhada tavaf ederim.” kurnazlığına kapılmayın! Ne zaman giderseniz gidin hep aynı! (Benim müşâhedemin umre hakkında olduğunu, hac esnasında bunun kat kat fazla olacağını da unutmamalıyız.) İnsanlar çevresinden hiç eksilmiyor, her an tavaf ediliyor. Biz geceleyin yataklarımızdayken, gündüz işlerimizle meşgulken, çoluk-çocuğumuzla ilgilenirken, faydasız tartışmalara dalarken, her an… İnsan bu manzara karşısında Hazret-i İbrahim’in duâsını hatırlamadan edemiyor. O, Hazret-i İsmail’le birlikte Kâbe’nin duvarlarını yükseltirken şöyle yakarmıştı:
“Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usûllerimizi (menâsik) göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sen’sin.
Rabbimiz! Onlara içlerinden Sen’in âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız Sen’sin.” (el-Bakara, 2/128-129)
Demek ki, Hazret-i İbrahim, Hazret-i Peygamber’in gönderilişi ve O’nun gönderildiği ümmet için duâ etmiş. Bu duâdan dolayıdır ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;
“Ben atam İbrahim’in duâsının eseriyim.” buyurduğu rivâyet edilir. Tahakkukunun azamet ve ihtişamını düşününce bu duânın sahibinin Ebu’l-Enbiyâ (Peygamberlerin Atası) lakabını almayı gerçekten hak ettiğini daha iyi anlıyoruz.
Hazret-i İbrahim’in duâsında yer verdiği hususlardan biri de menâsik, yani ibâdet usûlleri. Bilindiği üzere hac menâsikinin en önemli unsurlarından biri tavaf. Tavaf, yukarıda tasvir ettiğimiz basit yapının çevresinde yedi defa dönmektir. Umre yapan erkekler iki parçadan oluşan beyaz ihram elbisesine bürünmüş hâlde, kadın-erkek bir arada… Âdeta mahşerden bir kesit! Gayr-ı müslim biri bu manzarayı dışarıdan görse bu ibâdeti «garip» ve hattâ «ibtidâî» bulabilir. Evet, İslâm’ın bilinen genel ilkelerinden farklı olarak kadın-erkek karışık bir hâlde «itiş-kakış» o basit yapının çevresinde dönmeyi profanlaştırır, îmandan yoksun bir şekilde düşünürsek biz bile garipseyebilir ve;
“Bu nasıl ibâdet?” diyebiliriz.
Hâlbuki işte ibâdet budur! İbâdeti ibâdet yapan; akla uygun olması değil, Allâh’ın emirlerine uygun oluşudur. İslâm’ın genel prensipleri; Allâh’ın birliği, nübüvvetin gerekliliği, âhiretin gerçekliği, makâsıdu’ş-şerîa (şerîatın amaçları), mekârim-i ahlâk… bütünüyle akla muvâfıktır. Ancak ibâdetlerde akıl yürütülmez, yürütülemez. Sabah namazı iki rekât iken öğlenin dört rekât oluşu akılla bilinemez. Tavaf da böyledir. Allah Teâlâ böyle emretmiş, böyle yapıyoruz. Türk, Arap, Fars, Afgan, Hintli, Pakistanlı, Bangladeşli, Burmalı, Endonezyalı, Malezyalı, Afrikalı kadınlı erkekli insanlar bir arada. Hepsi eşit… Başka yerde birçok fitneye sebep olabilecek olan bu ihtilât, burada kimsenin aklına bile gelmiyor. Ne kadar nezih! Bu şekliyle tavaf da Allâh’ın şeâirinden (işaretlerinden) biri. Safâ gibi, Merve gibi, kurbanlıklar gibi…
Her ne kadar nasslarda yer almasa da zemzem de şeâirden olmalı. Bu su kesinlikle farklı. «Ne niyetle içersen onun yerini tutar» denilir ya. Hakikaten öyle.
Tavafa yalnızca namaz esnasında ara veriliyor. Namazdan sonra yeniden başlıyor ve bu arada izdiham oluşmadan Hacer-i Esved’i öpmek için koşuşturanlar dikkat çekiyor. Kısa zaman sonra Hacer-i Esved’in önünde biriken bir kalabalık oluşuyor ve bu hiç son bulmuyor. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hacer-i Esved’i öpmüş. Dolayısıyla onu öpmek sünnettir. Ancak Mescid-i Haram’da mü’min kardeşlerini incitip onlara eziyet etmek pahasına o taşı öpmeye çalışmanın sünnet-i Muhammediyye’ye uygun olacağı kanaatinde değilim ben. Aynı husus Hicr içinde namaz kılmaya çalışmak için de geçerli. Oraya girmek için çetin bir mücadeleye giriliyor. Bununla birlikte eşimin ısrarıyla ben de oraya girip iki rekât namaz kıldığımı itiraf etmeliyim. Tabiî o iki rekât namaz, namaz idiyse… Kıyamdayken çarpanlar, rükû, secde ve kuûd esnasında gelip geçenler… Neyse, Allah kabul etsin!
Peki, burada hiç burukluk hissedilmez mi? Aslında hissedilmemesi gerekir. Nitekim kendinizi yaşadığınız dünyadan ve onun gerçeklerinden tecrit ederseniz hissetmiyorsunuz da… Ancak o gerçeklerle yüzleşirseniz buruk olmanız için o kadar sebep var ki… Kâbe’nin etrafında gördüğünüz manzara ile müslümanlar olarak dünyada bulunduğumuz mevcut durum arasındaki tenâkuz bunun için yetip de artan bir sebeptir. Gördüğünüz manzara, biz müslümanların çok geniş bir aile olduğumuz hissini verir. Yukarıda saydığım farklı millet ve memleketlere mensup dilleri ve renkleri farklı insanların bir arada aynı hedefe yönelişi göğüs kabartıcıdır doğrusu. Ancak dünyadaki konumumuzun hiç de iç açıcı olmayışı vahim bir durumdur. Özellikle birbirimizle olan ihtilâflarımız büsbütün keyif kaçırıcıdır. Hâlbuki ibâdetler -yukarıda belirttiğimiz gibi- her ne kadar akılla anlaşılamazsa da birçok sembolik değere sahiptir. Kâbe ve kıble birliğin sembolüdür. Kalpler bir araya gelmiyor ve yürekler birlikte çarpmıyorsa aynı Kâbe’yi tavaf etmenin ve aynı kıbleye yönelmenin ne mânâsı var? Rabbim mü’minlerin kalplerini kıbleleri gibi bir eylesin!
Âmîn!
______________
*Rahmân’ın misafirleri.
“Geçtiğimiz ağustos ayının sonunda son devrin en büyük aruz ustalarından değerli şairimiz Bekir Sıtkı ERDOĞAN Hocamızı kaybettik. Kendisini rahmetle anıyor; ailesine, sevenlerine ve başta Yüzakı câmiası olmak üzere bütün kültür ve edebiyat dünyasına başsağlığı diliyorum.”