ANADOLU MÜSLÜMANLIĞI

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Çocukluğumda, memleketimizin âlimlerinden Hacıveyiszâde Mustafa Efendi’nin mücadelesi ve yüksek ahlâkına dair bir hâtıra duymuştum. Tek parti döneminde dînî ilimlerin okutulması yasaklanınca; Islâh-ı Medâris mektebinin müderrisi Hacıveyiszâde Mustafa Sabri Efendi, evinde ve imkân bulduğu her yerde talebe okutmaya devam eder. Tabiî şüpheli olduğundan dolayı, devamlı takip edildiği için, zaman zaman yakalanır ve ezâ-cefâya uğrar. Fakat o, bu zulümler karşısında sergilediği yüksek ahlâkıyla çoğu zaman muhatabının gönlünü fetheder. Meselâ bir keresinde başındaki subayın emriyle kendisine tokat atan jandarma erine;

“Yavrum elin acıdı mı?” diyecek kadar şefkat gösterince, delikanlı bu sabır ve şefkat ummanı karşısında mahcubiyetinden ağlar.

Elbette bu olgunluk ve yüce gönüllülük; sadece Hacıveyiszâde’ye mahsus bir hâl değil, o dönemde benzer çilelere aynı şekilde sabırla ve yüksek şahsiyetle göğüs geren çok âlimlerimiz olmuş. Zaten Anadolu Müslümanlığının budanmış bir ağacın baharda yeniden yeşermesi gibi dirilişi de onlar sayesinde oldu. Geçmişiyle bütün irtibatı koparılmaya çalışılan bir halka; dînini yeniden öğretmek, değerlerini hatırlatmak için âdeta avuçlarında kor saklarcasına çilelere katlandılar.

Geçtiğimiz aylarda İmam-Hatiplerin kuruluşunun 100. yılı münasebetiyle bir toplantı düzenlenmişti. Bu toplantıya Hacıveyiszâde’nin, Konya İmam-Hatibinin açılması için gösterdiği gayreti anlatmak üzere katılan, torunu M. Sabri KÜÇÜKAŞCI’dan; daha önce duymadığım bir şey öğrendim. Hacıveyiszâde’nin hem babası hem hocası olan Veyis Efendi; Mekke’den Konya’ya hicret edip yerleşmiş bir sûfînin talebesiymiş. Kesin olarak bilmiyorum ama -bir ihtimal- bu zâtın Mekke’den kalkıp Anadolu’ya gelmesinin sebebi, o yıllarda Arabistan’da ortaya çıkan tasavvuf karşıtı Vehhâbî baskısı olabilir.

İnsan; biraz tarihi kurcalayınca aslında İslâm dünyasındaki karmaşa ve fitnelerin pek de birden bire ortaya çıkmış olaylar olmadığını anlıyor. Belki eskiden şimdiki gibi kameralı cep telefonları yoktu, yollara dökülmüş insan görüntüleri birkaç dakika sonra haber ajanslarına geçilmiyordu. İnternete kafa kesme videoları konulmuyordu. O yıllarda evini, barkını terk edip yollara dökülen insanların pek çoğu kayıtlara bile geçmedi. Ölenlerin, acı çekenlerin, perişan olanların büyük bir kısmı belki ancak mahşer günü meydana çıkacak.

O yıllarda -bugünden de beter bir şekilde- İslâm dünyası perişan bir hâldeymiş. Bir yanda dışarıdan gelen, sömürgecilerin istîlâları ve direnenlere uygulanan zulümler; bir yanda yine onların müslüman komşuları aleyhine kışkırtıp silâhlandırdığı gayrimüslim azınlıklara mensup çetelerin yaptığı katliâm ve tehcir… Her yanda acı, her yanda gözyaşı… Öyle ki Osmanlı ordusu bir ara;

“Cepheden cepheye koşan askerlerimiz evine, köyüne gitmeye fırsat bulamıyor. Zaten katliâmlarla nüfusumuz kırılıyor, bu gidişle nesil kesilecek!” diye askerlerin sırayla ailesine gitmesini kararlaştırmış. Hattâ Mehmed Âkif’in Millî Marşımızda;

«Irkıma yok izmihlâl» derken kastettiği de o günlerde dile getirilen bu endişenin yansımasıymış.

Hazret-i Âdem’in oğullarından bu yana, yeryüzünde cinayetler işleniyor. Çoğu zaman da maktuller; masum, her şeyden habersiz siviller, kadın, çocuk ve ihtiyarlar oluyor. Ancak her hâlde zulmün en acısı; cahil ve tecrübesiz müslüman gençlerin kandırılarak birbirini öldürmek üzere silâhlandırılması, tahrik edilmesi… Öldürenin de öldürülenin de; «Allâhu ekber!» diyerek birbirine ateş ettiği görüntüler, yürek burkuyor. Giden sadece gencecik insanların dünya hayatı değil, âhiretteki durumları da son derece vahim… Peygamber Efendimiz;

“Müslüman müslümana silâh çekerse; ölen de öldürülen de ateştedir!” buyuruyor. “Çünkü öldürülenin de niyeti muhatabını öldürmekti.” (Buhârî, Îmân, 22, Diyât 2, Fiten 10; Müslim, Kasâme, 33, Fiten, 14, 15)

Bu ne büyük bir tehdit! Peki, nasıl oluyor da binlerce genç Suriye ve Irak’a savaşmaya koşuyor?

Hiç şüphesiz bu kadar ağır silâhlarla donanımlı bir örgütün; böyle birden bire büyümesi, taraftar toplaması, izaha muhtaç bir manzara… Hele İslâmofobik bir film çekmek istercesine; simsiyah giysilerle, darmadağın saç ve sakallarla, Arapça yazılı bayraklarla, kameralar karşısına geçip akıllara zarar görüntüler çekerek internete koyması, akla bir sürü şüphe getiriyor.

Şüpheler büsbütün temelsiz değil elbette. Bütün kıtalarda aynı anda başlayan İslâmofobi çalışmaları; meselâ Peygamberimiz’e hakaret içerikli filmler çekip, özellikle Arapçaya çevirip internete koymak gibi bir dizi girişimle birleşince bu görüntülerin arkasında birtakım plânlar ve stratejiler olduğunu tahmin etmek zor değil. Hele bir de petrol ve silâh tüccarlarının finanse ettiği düşünce kuruluşlarının, Amerika’nın Orta Doğu’dan çekilme politikasından memnun olmayan şahin kanadına mensup olduğunu düşünürsek;

“Bütün bu plânların amacı, batı kamuoyunu İslâm coğrafyasına aktif bir şekilde müdahale etmeye ikna etmektir.” denilebilir. Özellikle IŞİD’in kurucu kadrosunun işgal yıllarında Amerikan hapishanelerinde bir süre tutulup sonra serbest bırakıldığı, o yıllarda bölgede görev yapan ordu üst düzeyinin şimdi düşünce kuruluşlarında çalıştığı bilgilerini birleştirmek; sergilenen bu tiyatronun arkasındaki beyni tahmin etmeye imkân veriyor.

Elbette her taşın altında bir komplo teorisi aramak ve her zaman dış mihrakları sorumlu tutmak bizi kendi hatalarımızla yüzleşmekten uzaklaştırmamalı… Ne yazık ki, yüzyılların mirası olan düşmanlıklar ve tahrik etmeye müsait, cahil ve kaba bir anlayışa sahip kitlelerin mevcudiyeti, bu çirkin tiyatronun kolayca sahneye konmasına imkân sağlamıştır. İşte bu sebeple öncelikle bu hastalıklı alt yapının iyileştirilmesine gayret edilmelidir. Çünkü düşmandan merhamet ummak ahmaklıktır, düşman düşmanlığını her zaman yapacaktır. Akıllı olan kendi zayıflıklarından kurtulur, düşmana fırsat vermez.

Bugün İslâm âleminin birinci meselesi; dînini kin, kinini din hâline getirmiş saplantılı anlayıştan uzaklaşıp, ehl-i beyt âlimlerinin de, selef ulemâsının da yolu olan gerçek İslâm’a dönmek olmalıdır. Bunu zannederim en güzel başarmış olanlar da Anadolu müslümanlarıdır.

Anadolu Müslümanlığının ehl-i beyt sevgisi gerçek bir sevgidir; ehl-i beytin hayatını, ahlâkını ve mücadele üslûbunu örnek alıp uygulamaya dayanır. Meselâ Anadolu insanı; ekmeğini hurma bahçelerinde çalışarak kendi el emeğiyle kazanan, cihad meydanlarının eri, ilim ve takvâ âbidesi Hazret-i Ali’yi örnek alır.

“Müslümanlar birbiriyle savaşmasın!” diye feragat gösteren Hazret-i Hasan’ın ahlâkını yüce bir ahlâk olarak benimser.

“Haremde kan dökülmesin!” diye yola çıkan;

“Bırakın beni, bir sınır boyuna yerleşip cihad edeyim.” diyen Hazret-i Hüseyin’in hâtırasını muhabbetle bağrına basar. Câfer-i Sâdık’ın, Abdulkādir Geylânî’nin ve nice seyyid ve şerif tasavvuf önderlerinin yolunu takip eder.

Yine Anadolu müslümanı; selef ulemâsının zühdünü, sünnete bağlılığını, ibâdet hayatını örnek kabul eder. Onların yolunu sistemleştiren tasavvuf büyüklerini severken, hiçbir zaman selef ulemâsını reddetmediği gibi bunun tersini de yapmaz. Aşırı uçlara savrulanları, yanlış anlaşılan sözleri, hataya düşürecek fikirleri titizlikle ayıklar; sahih ve sağlam olan yolu takip eder. Kısacası Anadolu müslümanı; maksada uygun bir şekilde sever, tarafgirlik taslarken haddi aşmaz, sevgiyi nefretin paravanı yapmaz. Sevdiklerini sevilmesi gerektiği gibi sever, yani yollarını takip eder ve bilhassa ahlâklarına bürünür.

Yazımın başında bahsettiğim Hacıveyiszâde’nin sabrı, şefkati ve her türlü şartta vazgeçmeden, sonucu Allah’tan bekleyerek çalışıp çabalaması; ehl-i beyt âlimlerinin, selef ulemâsının ve bilhassa gönüller fatihi tasavvuf büyüklerinin ortak vasıf ve ahlâkından başka bir şey değildir. Bu ahlâk; tasavvuf terbiyesinden istifade etmiş her âlim, fikir ve siyaset adamımızda görülür. Meselâ yakın tarihimizde onca zulme uğramış müslüman fikir ve hareket insanı; asla memleketi karmaşaya sürükleyecek bir taşkınlık sergilememiş, aleyhinde üretilmeye çalışılan suçlamalara malzeme sunmamış, mükâfatını Allah’tan bekleyerek mazlumiyetin acısını yudumlamıştır. Öte yandan onların bu yüksek şahsiyetleri gönülleri fethetmelerini sağlamıştır.

Bu yüksek ahlâk sayesindedir ki, Anadolu müslümanı âdeta üzerine kapatılmış demir bir leğenin altında kendisine nefes boruları açmayı başarmıştır. Böylece yumuşacık kök uçlarıyla sert toprakların bağrına kök salan ağaçlar misali dirilen Anadolu Müslümanlığı, yüzlerce yıllık tarihî birikime yeni tecrübeler ekleyerek hızla gelişim göstermekte ve inşâallah şimdi bütün İslâm âleminin imdadına yetişme yolunda ilerlemektedir.