Yeni İmkânlar Çerçevesinde
ESKİMEZ EĞİTİM HAKİKATLERİ

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

4+4+4…

Biz bu formülün artılarına, yani sekiz yıl kesintisizlik inadının kırılması kısmına odaklandık. Bir de bu toplama işleminin neticesine bakalım:

12 yıl mecburî eğitim…

Ortalama ömrün, beşte, altıda, bilemediniz yedide biri… Küçük bir ömür…

Hazırlanması ve hazırlığıyla buna 4-6 sene de üniversite eklemeyen kaldı mı? Başlangıca ana okulunu, son tarafa lisans üstü çalışmaları ekledikçe eğitime ayrılan seneler çoğalıyor. Fakat muhtevası, içini dolduran şeyler, o yılların kıymetiyle mütenasip mi?

Bu eğitim iki hayata hazırlıyor mu?

Mevzularımız var:

Dînî eğitim…

Ülkemizde dînî eğitim anayasanın teminatı altında. Bu teminat aynı zamanda dînî eğitim vazifesini devletin bizzat deruhte etmesi, kontrolü dışına bırakmaya müsaade etmek istememesi mânâsına geliyor.

Geçmişte;

«Hem dînî eğitimi yapmam, hem de kimseye yaptırmam!» mânâsına gelen kısıtlanmış seneler geçirdik. Sekiz yılın kesintisiz uygulanmasındaki ısrar, Kur’ân kurslarına ancak 15 yaşından sonra kayıt olunabilmesi gibi ağır şartlar.

Vazifesini yapsa da devlet, neticede kumanda masasında oturan hükûmete göre hareket edecek bir araç olduğundan, din eğitiminin devlet kontrolünde olmasından rahatsızlık duymamız tabiîdir. Mâzîde hıristiyanlık tam da bu kontrol sebebiyle yozlaşmıştı.

Fakat diğer yandan, ecdâdımızda örneklerini bulduğumuz; devletin dînî eğitime imkân ve saha verdiği, ancak şer‘î rayından çıkarmamak hariç, kontrolü altına almadığı, hattâ dînin kontrolüne girdiği nizam da avantajlar taşımakta.

Aynı meseleye, devlet otoritesinin zayıf olduğu Pakistan gibi ülkelerdeki dînî eğitim müesseselerinin siyasete bulaşıp, şiddete meylettiği misallerin tecrübe zâviyesinden bakınca, hattâ ülkemizdeki acınası fırkalaşmanın neticelerini görünce, devletin gölgesine dünden râzı olmaktayız.

Meselenin bir yönü de, «Mektep-Medrese» ayrımı… Bu iki okulu birbirinden uzaklaştıran biraz da, müfredâtı zamana yetiştirememek olmuş: Fıkıh okutmak için matematiği kaldırmak, sonun başlangıcı olarak gösterilir. Fakat bu «yetiştirememe» ne kadar gerçekçi idi?

Bugün bunun bir uzantısı da sayısal-sözel-eşit ağırlık gibi ayırımlar:

“–Edebiyatı sever misin?” sorusuna;

“–Ben sayısalcıyım!” diye cevap veren o kadar çok ki!

Medîne-i Münevvere’de tanıştığımız bir Arap kardeşimiz, neden biz Türklerin İngilizceyi konuşamadığımızı sordu. Cevap yine eğitim sistemimizde… Harcanan yıllarımızda…

İmam-Hatip adlı okul, bütün bu sancılar neticesinde doğmuş bir çözüm arayışı… Normal bir okulda okutulan dersleri eksiltmemek şartıyla, müfredâta dînî dersler katmak. Fakat mektebin üstüne medrese sosu döküldüğü için, bu okullar, öğretimden ziyade şuur eğitimini gerçekleştirebildi.

Saydığımız sebeplerle İmam-Hatip Ortaokulunun Kur’ân müfredâtı oldukça zayıf. Bu yaz, «Bir Gönül Derneği»mizin destek olduğu yaz faaliyetlerinde çok sayıda İmam-Hatip Ortaokulu öğrencisi ile tanışmak nasip oldu. İki yıl İmam-Hatip Ortaokulunda okumuş fakat namaz sûreleri diye andığımız en kısa on sûreyi dahî ezbere bilmeyen gençlere sıkça rastlanıyordu. Çünkü müfredat bu tarafı ele almıyor.

Öteden beri, işin bu kısmını okulun değil, destek verecek müesseselerin tamamlaması beklenir. Hakikaten eskiden yedi yıl olan İmam-Hatip Lisesinin kazandıramadığını, bir Kur’ân kursu bir yılda fazlasıyla verirdi.

Bu sebeple, ortaokul öğrencilerinin Kur’ân eğitimi için bir nevî îtikâfa çekilmeye olan ihtiyacını gidermek için, 1 yıl Kur’ân kursu eğitimi için ara verme imkânı getirildi. Üstelik sene kaybı yaşanmadan… Bu imkândan herkes yararlanmalı. Sadece İmam-Hatip müfredâtının aksi hâlde yetersiz kalacağını unutmamalı.

Zâhirde İmam-Hatipler meslek lisesi olarak kuruldu. Adı üstünde imam-hatip yetiştirecek okullar. Hâlbuki, evlâtlarını oraya gönderenler, evlâtlarının normal bir müslüman olarak dînini öğrenebilmesini, ortam olarak daha korunaklı bir yerde bulunmasını ve şuurlanmasını hedefliyorlar.

Meslek Eğitimi ve Hizmet

Gerçek meslek eğitimi için daha fazlası şart. Pratikte de böyle olmakta. İmam-Hatip değil, İlâhiyat mezunlarını bile, Diyanet doğrudan görevlendiremiyor. Yeterlik vb. imtihanlara tâbî tutarak, hususî bir eğitime mecbur ediyor.

Mecburî eğitimin 12 yıla çıkması, bir öğrencinin, en az 18 yaşına kadar öğrenci kalmasını ifade ediyor. Atalarımız ağacın ancak yaşken eğileceğini ifade ederken, insanın da ancak yaş küçükken eğitilebileceğini söylemeye çalışmışlar. 18 yaşından sonra bir mesleğe eğilmek, çırak olmak oldukça zor. 18-19 yaşından sonra, 12 yıl eğitimden sonra hâlâ vasıfsız olmak da çok ağır.

Buna çare meslek liseleri… Maalesef, günümüz sıralamasında, meslek liseleri, öğrenci profili ve eğitim kalitesi açısından sonlarda kalıyor. Ahîlik ve lonca teşkilâtlarımız, hattâ yakın zamana kadar yaşayan usta-çırak eğitimi; sokağın, çarşının, esnafın eğitilmesinde, dönüştürülmesinde hayatî bir noktaya işaret ediyor. Bütün okulların müfredâtına Kur’ân-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber’in Hayatı seçmeli derslerinin konmuş olması, meslek liselerini de sanki bir İmam-Hatip Lisesi gibi değerlendirmeye fırsat veriyor. Hem geniş ölçekli, hem dar ölçekli çalışmalar, ehlini bekliyor. Yarının meslek odalarının da zeminini teşkil edecek böylesi çalışmalar zarurî.

Kadim gelenek; çırağın ustaya hizmet ederek, itaat, tevâzu, kanaat, tevekkül, sabır gibi erdemleri kazanmasını esas alıyor. Bugün anlamından uzak kullanılan «çömez» kelimesi, büyük talebelere ve hocalara hizmet ederek yetişen genç talebe mânâsına geliyor. Bugün tıp eğitiminde bile son sınıf talebeleri aynı mantıkla yetiştiriliyorlar. Hiyerarşik bir «ezme» içerse de, buna tasavvufî bir hikmet ve muhabbet katıldığında netice çok daha güzel ve verimli olabilir.

Her insan yapı olarak 12 yıl gibi uzun bir süre masabaşı eğitim almaya müsait değil. Belki bu müsait olmayış da bir dereceye kadar eğitilmesi gereken bir kusur; fakat hayat da masa başında oturmayacak birçok insana ihtiyaç duyuyor. Diğer yandan hayatında bir çocuk dahî okutmamış doktorlar, iki koyun güdemeyen iktisatçılar, beş kişiyle bir faaliyet düzenleyemeyen eğitimciler yetişmemesi için de eğitim ile hizmeti, sınıf ile sahayı, masabaşıyla sokağı harmanlamalı…

Müfredâtın genişlemesine nisbetle, zamanın yetersizliği; ayrılmaları, branşlaşmaları doğuruyor. Fakat sonra da; «Böyle ayrı olmuyor!» denilerek, çok disiplinli çalışmalara dönülüyor. Eğitim, hayat gibi olmalı. Her şeyi içermeli. Geleceğin eğitim yuvalarında lâboratuvar ile atölye, Kur’ân çalışılan mescid ile bilgisayar odası bir arada bulunacak. Eğitim programında; okumak, yazmak, ezberlemek kadar, yemek yapmak, hizmet etmek, süpürmek de olacak. Plân, proje, çizim kadar, tatbikat, teşkilât, tahkikat da olacak.

Bugün ağır zihnî faaliyet gerektiren masabaşı işlerde çalışan insanlar, spor ile, gezi ile bir hareket alanı arıyorlar. Bu faaliyet neden aynı zamanda tevâzu hikmetini de insana katacak bir «hizmet çalışması» olmasın? Yapmacık sosyal gönüllülük faaliyeti görüntüsünde değil, ciddî, devamlı, programlı…

Eğitim üzerinde yazarak düşünmeye devam edelim.

Edep ve Eğitim…

Bugün IŞİD ve benzerlerinin referansı Selefîlik. Selefîlerin merkezinde görülen manzara: Edepten mahrumiyet… Mescid-i Nebevî’de talebeler… İçindeki menteşeli sistemle yaslanılabilen bir yer koltuğuna dönüşen minderlerinde yan gelip yatarak Kur’ân, hadis, fıkıh okuyorlar.

Edebe farklı bir tarif getirmek istesek;

“Büyüğe her şeyi söyletmeyecek bir anlayış kazanmak.” diyebiliriz. Gözden, bakıştan, îmâdan anlar hâle gelmeli insan.

Allah Teâlâ namazda bir oturuş şekli tâlim ediyor. Peygamber Efendimiz, yemek yerken de öyle oturuyor. Garipseyene;

“Bu, kul oturuşudur!” buyuruyor. Kınayacağı bir davranışı;

“Sizden birini arkasına yaslanmış şöyle şöyle derken görmeyeyim.” diye ifade ediyor. Diz üstü oturma edebi; artık îmâyı da aşmış, söz ve fiille de yerleştirilmeye çalışılmış bir sünnet.

Buna rağmen, yan gelerek Kur’ân okumak, mushafı ayağının dibine bırakmak; basit gibi görünüyor fakat; «Allah sanatı» olan insana da acımasızca davranan katılığın, kabalığın, kalınlığın arkasında bu edep mahrumu anlayışın çıkması şaşırtmıyor.

Bugün eskisinin bir kopyası olmadan, yeni şartlar altında yeniden gelişecek olan İmam-Hatiplerde bu edep şuuruna bilhassa dikkat etmeli. Abdest, tesettür, intizam noktaları ihmal edilmemeli.

Şuur ve Eğitim…

Dergimizde şu hâtıra nakledilmişti:

“Asrımızın büyük âlimlerinden Ebu’l-Hasen en-Nedvî, İstanbul ziyaretinde yaptıkları bir konuşmada, bugün kan-revan hâlde bir müslüman ülke olan Suriye’den bahsetmişti. Oradaki müslümanların, evlâtlarını esnaf ve tüccar olarak yetiştirmekten başka bir gayretleri olmadığını görünce, onları şöyle uyardığını söylemişti:

«Keyfiyetli insan yetiştirmeye ehemmiyet vermezseniz, devletiniz elinizden gider!»

O âlimin ikazı bugün gerçek olmuştur. Bu bir kehânet değildir. Bir milletin istikbâlini görmek için gençliğinin ünsiyet ettiği şeylere bakmak kâfîdir.”*

Suriye’de savaştan önce birçok eğitim müesseseleri vardı. Hattâ ülkemizden de Arapçayı ilerletmek gibi gayelerle çok kişi Suriye’ye giderdi. Fakat Nedvî’nin tam olarak neyi kastettiği, savaş sebebiyle ülkemize gelen Suriyelileri tanımadan anlaşılamaz.

Ülkemize hicret etmiş kendi vatandaşları için açılan okulda hizmet etmeye davet edilen, ehil de olduğu hâlde vazifeden kaçınanlar… İlmi; bir itibar vesilesi, bir makam-mevki, hattâ neredeyse bir asilzâdelik sebebi kılmaya çalışanlar… Din nâmına bir şey bilmeyen bir sınıfa girip, Âdiyat Sûresi tefsiri yapanlar… Ne kadar bilgili olsalar da, eğitim organizasyonu, temsil, faaliyet, fedâkârlık ve şuurlandırma noktasında bilgisiz ve ilgisiz olanlar… Hepsi değil tabiî ki… Fakat birçok misalle yaygınlığına şahitlik edilen bir vaziyet.

İmam-Hatip Ortaokulları ve destek için yürütülen faaliyetlerde, şuur ve fedâkârlık yüksek olmalı. Müfredatların yetişmediği yerde, geceler gündüze katılmalı. Pazar tatilleri hıristiyanlara, cumartesi tatilleri yahudilere terk edilmeli.

Tergîb ve Terhîb İnceliği

Bu inceliğe ülkemizden misal verelim:

Başbakan olan değil, merhum İslâm âlimi olan Ahmed DAVUDOĞLU; «terğîb ve terhib» kavramları için, «imrendirme ve iğrendirme» tabirlerini kullanmış. Aslında bu iki kavram, eğitim ile öğretimi de birbirinden ayırabilir: Eğitim, davranış kazandırmaktır. Bir iyiliği imrendirerek, bir kötülüğü de iğrendirerek anlatmalı ki, eğitim olsun.

Bugün, kötülük imrendirilerek, iyilik ise iğrendirilmese de bakışlarda iğretileştirilerek anlatılabiliyor. Aslında buna niyet edilmese de, ilmîlik nâmına objektif / tarafsız olmaya çalışmak, yanlışın lehine bir sonuç doğurabiliyor.

Meselâ; modernistlerin fikirleri, belki de çürütülmek adına tek tek işleniyor, ele alınıyor, dillendiriliyor. Fakat neticede fikren çok da sağlam olmayan talebelerde bir «imrenme» zuhur edebiliyor.

Onca trafik dersi, trafik kazalarını azaltamıyor. Onca seminer, uyuşturucunun önüne geçemiyor. Hattâ bir uzmanın ifadesiyle, okullar aksine uyuşturucunun reklâm ve tanıtım merkezi oluyor.

Çünkü eğitim, tarafsız olmaz. Eğitecekseniz, bir tarafa eğeceksiniz. Doğruluktan yana, hakikatten yana, temizlikten yana eğeceksiniz, bastıracaksınız, güzelliklere imrendireceksiniz, kötülüklerden iğrendireceksiniz.

Aile İçi Eğitim ve Okumak

Dünya görüşünü paylaşmasak da Vedat Nedim TÖR, 1950’de çıkardığı Aile dergisinde şu satırları yazmış:

“Çocuklarımızı okutmak için mektepler açıyoruz. Mektepler açıyoruz ve zannediyoruz ki mektep, çocuğa ait bütün meseleleri halleden yegâne müessesedir. O derecede ki çocuk mektep çağına gelinceye kadar aile onun terbiyesine ihtimam etmeye pek de lüzum görmüyor. Çocuk eğer sokakta bozulmaya yüz tutmuşsa, fena lâflar öğrenmiş, kötü huylar edinmiş, kavgacı olmuşsa ana-baba fazla kaygılanmıyor; «Nasıl olsa bir gün mektebe gidecek, orada düzelir.» düşüncesiyle peşini bırakmakta devam ediyor.

Hâlbuki mekteplerimiz birer terbiye müessesesi olmaktan ziyade, bir öğretim müessesesidir. Orada çocuğa okumak yazmak, hesap yapmak, çizgi çizmek öğretilir ve içinde yaşadığı dünya hakkında fikir edinmesi için uğraşılır. Bütün bu bilgileri ilköğretimin beş yılı içinde edinmek çocuğun terbiyesine fazla bir şey ilâve etmez, kaldı ki orta mektepte ve lisede eğitim aynı şekilde devam edecektir. Eğer çocuklarımızda sık sık terbiye kıtlığı gösterilerine rastlıyorsak sebebini, ailenin ekseriyâ bu vazifeyi başarmaya yetecek bilgilerle mücehhez olmadığı için mektebe devretmesinde, mektebin de yalnız öğretimle meşgul olmasında aramalıyız. Çocuk her şeyden evvel bir ailenin ferdi olduğu ve ilk terbiye derslerini devamlı olarak oradan alacağı için memleketimizde aileyi tenvir edici, yükseltici gayretlere ihtiyaç her şeyden fazladır.

Aile dergisi, bu noksanın pek küçük ölçüde bile olsa, giderilmesine hizmet etmek için çıktı. Dergimizde tanınmış muharrir ve şairlerimizin yazıları, şiirleri, hikâyeleri ve sanat bahisleriyle beraber karı koca geçimsizliklerine, çocuk terbiyesine ve sağlık bahislerine aynı zamanda yer verişimiz bundandır. Biz her şeyden evvel ailenin bir terbiye ve kültür müessesesi olduğuna inandığımız için aileyi edebiyat, sanat, fikir sahasında olduğu kadar terbiye sahasında da topluca aydınlatmanın lüzumuna inanıyoruz.” (Aile, sonbahar, sa: 15, s. 3)

O günün Aile dergisinin yerine bugün Yüzakı’nı koyabiliriz. Bilhassa edebiyat ve eğitimi harmanlama gayesini, bu satırlar güzelce ifade etmiş. Evlerde başköşedeki o tek gözlü öğretmeni, televizyonu kapatıp, bir şeyler okumalı, ailecek sohbet etmeli, birlikte vasıflı vakit geçirmeli. Müfredatların, hiçbir zaman ihâta edemeyeceği bilgi ve asıl hisleri insana o sıcak ortam kazandıracaktır.
_________________________

* https://www.yuzaki.com/content/view/3194/9