İbretlik Bir Kıssa ve Alınacak HİSSE

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

Anlatırlar…

Kuş Kalesi denilen kasabada; şükreden zenginlerden, hayır sahibi, ilmi ile âmil ve bir mürşid-i kâmil olan îman ve irfan sahibi el-Hâc Faruk Şinâverdi Efendi nâmında bir zât yaşardı. Bu mübârek zât, bulunduğu kasabanın nurlu bir kandili gibiydi. Sahip olduğu malın, kendisine emânet olarak teslim edilmiş bulunduğunu fark etmiş ve bu emâneti hayra sarf etmeye memur bulunduğunun şuur ve idrakine erişmişti. Onun için; malından daima hayra sarf eder, insanlara maddî ve mânevî yardımda bulunurdu. Oturduğu kasabaya; cami, tekke, mektep, aşhane gibi hayırlı binalar yaptırmış ve civar köylerde de kuyular açtırmış, sular getirtmiş ve benzeri türlü yararlı hizmetlerde bulunmuştu.

Her ne hâl ise; herkesi canlı veya cansız bütün mahlûkātı kovalayan ecel, nihayet onu da bulmuştu.

Faruk Şinâverdi Hazretleri de; her fânî gibi, bu fânî âlemden göçmüş, ecel şerbetini içmiş ve vuslat-ı cemâl kendinden geçmişti. Kemâle ermiş bir kişi olduğundan, ölüm ona gülerek gelmiş, fakat yakınları ve çevresinde kendisini tanıyanları yasa boğmuştu. Kendisini yakından tanıyanların kalplerinde onulmaz yaralar açmıştı. Zira;

“Bir âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.” kaidesinin doğruluğunu ispat etmiş ve kendisini tanıyanlara bunu hakka’l-yakîn tattırmıştı.

Cenazesinin kaldırılacağı gün Kuş Kalesi, matem içindeydi. Gözler yaşlı, kalpler mahzun ve mağmumdu. Merhum; kasabaya kendi getirttiği su ile gasledilmiş, kendi yaptırdığı mescidde, kendi yaptırdığı musallâya yatırılmış, kendi tayin ettiği imam, cenaze namazını kıldırmıştı. Ne büyük mürüvvet değil mi kardeşler?

Ardından soruldu:

–Merhumu nasıl bilirdiniz?

Bütün cemaat; dil ve gönül birliğiyle, yalancı şahitlik etmediğinden emîn insanların huzur ve rahatlığı içinde cevap verdiler:

–İyi biliriz!..

–Bu şahâdeti, yarın mahşer yerinde ve huzûr-i Kibriyâ’da da böylece te’yid ve tekrar eder misiniz?

–Ederiz!..

Takip eden cemaatin;

“–Allah rahmet eylesin. Makamı cennet olsun…” niyazı ile Hazret’i ebedî istirahatgâhına getirdiler.

Orada kadı efendi, merhumun vasiyetini okudu. Vasiyette çok garip bir madde vardı:

Hazret; öldüğü ve kabre konulduğu gece, kabirde kendisiyle bir gece kalacak ve sabaha kadar bekleyecek kimseye yüz altın verilmesini emrediyordu. Yüz altın lira, büyük bir servet demekti. Yüz altınla neler alınmazdı?..

Kadı efendi, vasiyeti okudu ve talip olanların ortaya çıkmalarını istedi. Fakat bu teklife müsbet cevap veren olmadı, cemaat susmuş önüne bakıyordu. Acaba onun bu vasiyetini yerine getirebilecek vefâkâr bir dostu yok muydu? Ortalığı derin bir sessizlik kaplamış, çıt çıkmıyordu. Teklif edilen bu görev belki biraz ağır idi ama, karşılığında da o zamanlar için büyük bir servet sayılabilecek yüz altınlık bir ödül vardı. Cemaat arasında, günlük nafakasını zorla temin eden fakirler de vardı fakat, kimse talip çıkmıyordu. Değil yüz altına, bin hattâ on bin altın verilse bu kabadayılığı göze alacak bir babayiğit zuhur etmiyordu. Herkes, merhuma karşı minnet borçlarını ödemek istiyor, fakat ellerinden hiçbir şey de gelmiyordu.

Tam bu sırada, elinde baltası ve sırtında ormandan kestiği çalı çırpılar bulunan birisi göründü.

Âdem Ağa adındaki bu fakirin, Faruk Şinâverdi’nin vefatından haberi yoktu. Cenazenin kim olduğunu ve neden beklediklerini sordu. Meseleyi kendisine anlattılar. Âdem Ağa; cidden çok üzüldü, zira merhum efendinin birçok iyiliklerini görmüş ve sofrasında defalarca yemek yemişti. Herkeste bir ümit belirmişti. Öyle ya, neden olmasındı? Âdem Ağa, pekâlâ bu fedâkârlığı göze alabilirdi. Kadı efendi de dik dik onun yüzüne bakıyor ve âdeta lisân-ı hâl ile;

“–Âdem Ağa! Sen mert ve cesur bir insansın. Gel, bu hayır sahibi zâtın son vasiyetini yerine getiriver.” demek istiyordu.

Herkesin gözlerinin kendisine dikilmesinden, Âdem Ağa da işi anlar gibi olmuştu. Fakat her ihtimale karşı, kadı efendiden işi kendisine bir daha anlatmasını rica etti ve keyfiyeti bütün tafsilâtı ile öğrenince, derhâl bu görevi kabul ederek, bütün kasaba halkını büyük bir mahcubiyetten kurtardı. Böylece merhuma karşı da sevgi, saygı ve minnetini belirtmiş oluyordu. Dünyada, baltası ile ipinden başka bir şeyciği bulunmadığından, onları da beraberine alarak Hazret’in kabrine girdi. Ertesi sabah, gelip kendisini çıkaracaklarını söyleyerek üzerini kapattılar. Oduncu Âdem Ağa, merhum Faruk Şinâverdi Hazretleri’nin cesediyle kabirde baş başa kalmıştı.

Cemaat henüz dağılmaya başlamış ve ayak sesleri uzaklaşmıştı ki, kabrin içinde âlem başka bir âlem oluverdi. İki korkunç melek, kabre geldiler. Merhuma;

“Rabbin kim?

Dînin hangi dindir?

Peygamber’in kimdir?”

sorularını sormaya başladılar.

Âdem Ağa, bir kenara büzülmüş, tir tir titriyordu. Ezberinde olan âyet-i kerîmeleri okuyor, fakat korkusundan tamamlayamıyordu. Hâsılı, iki melek Şinâverdi Efendi’yi bu sorgu ile epeyce terlettiler. Nereden kazandığını, nerelere sarf ettiğini, ömrünü ve bilhassa gençliğini nerelerde çürüttüğünü, ilmiyle âmil olup olmadığını sordular. Ve aldıkları cevapları kefenine yazdılar. Şinâverdi Efendi’nin ağzının suyu mürekkep, şahâdet parmağı kalem ve kefeni kâğıt gibi kullanılıyordu. Neticede kendisine;

“–Artık rahat et, menzilin mübârek olsun, mahşerden sonra gideceğin yeri de sana gösterelim.” dediler ve Hazret’e cennetteki makamını gösterdiler.

Daha sonra oduncu Âdem Ağa’ya döndüler ve sordular;

“–Sen kimsin ve burada ne arıyorsun?” dediler.

Âdem Ağa; merhumun vasiyeti üzerine, ölmeden önce ve bir gece ona arkadaşlık etmek üzere kabre girdiğini söyleyince;

“Evet biliyoruz, sen henüz ecel şarabını tatmadın ama; biz seni de sorgusuz bırakmayacağız. Cevap ver bakalım!” dediler ve gerçekten sormaya başladılar:

–Elindeki baltayı nereden ve kimden aldın?

–Kazandığım parayı biriktirerek aldım. Sapını da arabacı Mehmet Ağa hayrına takıverdi.

–Parayı nereden kazandın?

–Ormandan kuru dalları ve çalı çırpıları kesip satarak kazandım.

–Dallarını kestiğin orman kimindir?

–Devletin…

–Demek, devletin malını çalıp sattın. Peki o ipi nereden buldun.

–Onu da odun satarak kazandığım para ile aldım.

–Demek onu da haram para ile almışsın. Peki; sırtına giydiğin gömleği, şalvarını, kuşağını, yeleğini nereden buldun?

–Hepsini kazancımla satın aldım.

–Kazancın haram yerden olduğuna göre, onlar da haram sayılır. Seni haramî seni!.. Biz sana ne yapacağımızı biliriz ama, henüz dünya ehli olduğun için sana hemen azap edemiyoruz. Yakında nasıl olsa ölümü sen de tadacak ve bize geleceksin. Biz sana devlet ve millet malını kesip satarak haram para kazanmanın ne demek olduğunu o zaman gösteririz. Anlat bakalım daha neler yaptığını? Yediğin ekmek haram, içtiğin su haram, giydiğin gömlek haram, baltan haram, ipin haram, hepsi haram değil mi?

Melekler; seslerini yükseltiyorlar, gök gürültüsünden de şiddetli bir ifade ile sorularını sıralıyorlardı. Gözleri de âdeta yıldırımlar çakıyordu. Korkudan dili tutulan Âdem Ağa; ne yapacağını, bu işten nasıl kurtulacağını tasarlarken, mezarlığın karşısındaki mescidden salâ verilmeye ve daha sonra da ezân-ı Muhammedî okunmaya başladı. Melekler şahâdet getirdiler ve çekilip gittiler. Âdem Ağa, enkaz yığını hâlinde mezarın bir köşesine yığılıp kalmıştı.

Sabah namazını kılan cemaat, Âdem Ağa’yı mezardan çıkarmak üzere kabrin başına geldiler. Kabri açtılar ve zavallı Âdem Ağa’yı yarı baygın bir hâlde çıkardılar. Şinâverdi Efendi’yi amelleriyle baş başa bırakarak mezarı tekrar kapattılar. Âdem Ağa’yı ayıltıp kendisine getirmek için hayli uğraştılar. Yüzüne su serptiler, ellerini ve kollarını ovuşturdular. Gözlerini açar açmaz, vasiyet gereğince hak ettiği yüz altını kendisine uzattılar. Âdem Ağa, önce kaş-göz işaretiyle bu parayı kabul edemeyeceğini bildirmek istedi. Anlayamadılar ve henüz kendisine gelmediğini sanarak ısrar ettiler:

“–Âdem Ağa! Bu para senin hakkındır. Merhumun vasiyeti böyle idi. Neden almak istemiyorsun?” dediler.

Âdem Ağa, güçlükle cevap verdi:

“–Yok, istemem kardeşler… Bir baltanın ve bir ipin hesabını bile veremedim. Nerede kaldı ki, bu yüz altının hesabını verebileceğim…” dedi ve başından geçenleri, hazır bulunanlara olduğu gibi anlattı.

Âdem Ağa’nın kabul etmek istemediği bu yüz altınla Kuş Kalesi kasabasının Kumrulu Mescidi karşısına güzel bir çeşme yaptırıldı ve üzerine de bu hâdiseyi hatırlatan ve tarihini belirten bir taş dikildi.

Yaptırdı bu çeşmeyi oduncu Âdem,
Fâtiha ile yâd eyle, âmili her dem…

Ey kardeş!

Bu kıssa, birçok şeyler anlatmak istiyor ve bizlere bu âlemden sonra geçeceğimiz korkulu geçitleri haber veriyor. Devlet ve millet malı ormandan kestiği çalı çırpı ile satın aldığı baltanın ve ipin hesabını veremeyen Âdem Ağa; inşâallah haksız yere millet malını çalan, görevini kötüye kullanarak devleti ve milleti dolandıran gafillere, durumlarının ağırlığını ve başlarına neler geleceğini hatırlatır. Rüşvet, irtikâb, sû-i istimal yolları ile derleyip, biriktirdikleri paraların ve malların günün birinde hesabının sorulacağını düşünerek, bu kötü ve çirkin alışkanlıklarından vazgeçerler, yaptıklarına pişman olurlar. (Bkz. Envâru’l-Kulûb, Muzaffer ÖZAK, c. 3, s. 55)

Allah verdi, sana bu mülk ve malı,
Ahrette olacak mutlak suâli (Gülzâr-ı İrfan)