Cemiyet Hayatının Teminâtı; MES’ÛLİYET ŞUURU

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz. İmam çobandır ve sürüsü mü’minlerden mes’uldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır; o da sürüsünden mes’uldür. Hizmetçi, efendisinin malında çobandır; sürüsünden mes’uldür. Kişi, babasının malında çobandır; o da sürüsünden mes’uldür.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî) buyuruyor.

Hadîs-i şerifte belirtildiği üzere, herkes önce kendi şahsından başlamak üzere; durumuna göre az veya çok, muhafazası için kendisine bir şeyler tevdî edilmiş, güvenilir muhafız mânâsında birer çobandır.

İyi bir çoban; kendisine emânet edilen sürüsünü en iyi bir şekilde besleyip, gözü gibi koruyup kollar; hasta ve sakat olanların şefkatle bakımını yapar, gerekirse kucağına alıp taşır, asla bir kurt gibi sürüye dalıp, emânete hıyânet etmez. Ancak işinin ehli olmayan bir çobandan, böyle bir sadâkat ve mes’ûliyet hissi beklemek abes olur. Bu cümleden olarak, yüce dînimizde «emânetin ehline verilmesi, şayet verilmiyorsa kıyâmetin beklenmesi» emir buyurularak, esasen her hâliyle bir çoban mesâbesinde olan insanın, bu vazifesini bihakkın yerine getirebilmesinin şartları vaz‘edilmiştir.

Yeryüzünde halîfe kılınarak, sonsuz güzellik ve zenginliklerle dolu bir mülk kendisine teslim edilmiş olan insan; bu emânete hakkıyla sahip çıkabilmiş midir? Herkesin ortak kanaati; bunun böyle olmadığı merkezindedir.

En şerefli varlık olarak yaratılan ve kâinâtın kendisine musahhar kılındığı insan; dünyevî cereyanların kasıp kavurduğu bir vasatta, dûçâr kaldığı rûhî sefâletle izzetini kaybetmiş; kendi kendini inkâr ederek, aşağıların en aşağısına yuvarlanmıştır. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’in tabiriyle «Osmanlı’nın durdurulması»ndan sonra dünyaya hâkim olan sömürgeci güçlerin eliyle insanlık, tarihin en insafsız ve vahşî katliâmlarına mâruz kalmıştır. Albert Camus, sadece iki cihan harbinde yüz milyondan fazla insanın öldüğü geçen asrı, «cinayetler asrı» olarak vasıflandırıyor. Yeni asrın başlangıcı da, geçenkinden hiç geri kalmayacağı intibâını uyandırıyor. Her iki zaman diliminin de ortak bir hususiyeti; müslümanlar en insafsız katliâmlara mâruz kalırken, bu vahşetin umursanmaması, hattâ zımnen veya alenen teşvik edilmesidir. En vahim bir mesele de; «Yeni Dünya Düzeni» denilen yeni plânların uygulandığı zamanımızda, İslâm âleminin cephelere ayrılarak veya başlarına terör teşkilâtları musallat edilerek kargaşaya itilmesi, kan kaybettirilmesi, derlenip toparlanmasına imkân verilmemesidir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ümmetine olan bağlılığı ile ilgili olarak;

“And olsun; size içinizden bir peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz O’nu incitir ve üzer. Size çok düşkündür, mü’minlere çok merhametlidir, onlara hayır diler.” (et-Tevbe, 128) buyuruluyor. Vaktini ümmetinin dünya ve âhiret saâdetini temin etmeye hasreden Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; herkese, istîdâdına göre hususî tâlim ve terbiye uygulayarak, ümmetine karşı kâ’bına varılamaz bir mes’ûliyet örneği teşkil ediyordu. O Varlık Nûru’nun rahle-i tedrîsinde yetişen ve gökteki yıldızlar misali rehberler hâline gelen ashâb-ı kiram hazerâtı ve onların takipçileri olan sâlih kullar da, kendi devirlerinde bu ulvî vasfın destânî temsilcileri olmuşlardır. Ayrıca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den itibaren titizlikle riâyet edilen savaş hukuku ve geliştirilen vakıf müesseseleri; cemiyeti de aşarak, bütün tabiî varlıkları adâlet ve merhametle koruma esasına göre tanzim edilmiştir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de fânî olma saâdetine eren Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, insanlara karşı öylesine şefkat ve merhametle doluydu ki; onlar uğruna fedâ olma aşkıyla;

“Yâ Rabbî; beni cehennemde öylesine büyüt ki, başka insanlara yer kalmasın.” diye niyazda bulunurdu.

“Dicle kıyısında bir kuzuyu kurt kapsa, bundan ben mes’ulüm.” diye gözyaşı döken Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; mahviyet içinde geceleri şehri dolaşıp, âsâyişi kontrol eder ve ihtiyaç sahiplerini arardı.

Muhabbet âbidesi Mevlânâ Hazretleri;

“Şems bana; «Dünyada üşüyen bir kişi varsa sen ısınamazsın.» dedi.” diyerek, rûhundaki diğergâmlık hasletini aksettiriyor.

İsmail Atâ Hazretleri;

“Güneşte gölge, soğukta kaftan, açlıkta ekmek ol.” buyurarak, içtimâîleşme vâkıasına dikkat çekiyor.

Osmanlı’nın zirve şahsiyetlerinden, cihana hükmeden Kanunî Sultan Süleyman Han; bir endişesini sütkardeşi Yahya Efendi Hazretleri’ne;

“–Ağabey sen sırlar âlemine vâkıfsın. Acaba bu devlet zeval bulur mu?” diye sorar. Ondan sadece;

“–Neme gerek.” cevabını alınca, bunu ilgisizliğine yorup, hayretini ifade eder. Bunun üzerine; Yahya Efendi Hazretleri, tebaa ile ilgili mânâ derinliğini şöyle açar:

“Eğer zulüm yayılır, fukarâ feryâda başlarsa ve şahısların menfaati, devlet menfaatinin üstüne çıkarsa; görüp işitenler ise; «Neme gerek!» derlerse; bil ki, yıkılış yakındır.”

Son Padişah Vahideddin Han’ın, işgale karşı Anadolu hareketini desteklemesini tenkid edenlere;

“Varsın tâcım, tahtım yok olsun; yeter ki, vatanım kurtulsun.” demesi, bir çobanlık mes’ûliyetinin ifadesidir.

Üstâd Necip Fazıl, adâletten mahrum idarelerle ilgili olarak;

Allâh’ın on pulunu bekleyedursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz; dokuz kişiye bir pul.

Kurt yapmaz bu taksimi, kuzulara şâh olsa,
Yaşasın kefenimin kefili karaborsa!..

diyor. Zamanımızda dünya nüfusunun çoğu, zalim diktatörlerin veya kukla idarecilerin elinde zulüm altındadır. Öyle ki, bunlardan birisi olan Kuzey Kore’de; insanlar açlıktan kırılırken, nükleer silâhlarla, tabiri câizse kabadayılık taslamak; halkı merasimlerde emirle ağlatmak; baştaki diktatörün saç tıraşı şeklini emretmek… gibi akla ziyan maskaralıklarla milletin haysiyeti ayaklar altına alınmaktadır. Diğer taraftan başsız kalan İslâm âlemi de, bir fetret devri yaşamaktadır. Çoğunluğu ya ehil bir çobandan mahrumdur yahut da çoban kılığına girmiş kurtların talanı tehdidi ile karşı karşıyadır.

Kur’ân-ı Kerim’de, tâbî olanların mes’ûliyeti ile ilgili olarak;

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun…” (et-Tahrîm, 6);

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Âl-i İmrân, 104) buyuruluyor.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu hususta;

“Nefsim elinde olan Allâh’a yemin ederim ki; ya iyiliği emreder kötülüğe engel olursunuz ya da Allah yakında umumî bir belâ verir. O zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul olmaz.” (Tirmizî, Fiten, 9) buyuruyor. Her reis olanın kendisine tâbî olanları barış ve adâlet içinde idare ederek huzura kavuşturması, üzerine ilâhî bir mükellefiyet; kendisini sonsuz nimetlerle taltif buyuran Allah Teâlâ’ya karşı bir mes’ûliyettir. Umumî ölçekte; bu şuur, saâdet meltemlerinin hâle hâle yayılarak, dünyanın da huzura kavuşmasının ilk adımıdır.