İBRET OLA

YAZAR : Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Balkan ülkelerini dolaşırken rahmetli Nihat Sami BANARLI Hocamız’ın «Minaresiz Camiler» makalesini hatırlıyorum. Lise yıllarımızda Banarlı Hoca’nın yazdığı, edebiyat kitaplarını okumuştuk. Bir ders kitabı olmanın ötesinde, kitapta sorulan sorularla dersimizin dışında edebiyat öğretmenimiz olmuştu. Hep; «Öğretmenlerimizin üzerimizde emeği büyüktür.» deriz. Ders kitaplarının da öğretmenimiz olduğunu, edebiyat öğretmeni olduğum zaman anlamıştım. Kitapları, öğretmenlerin seçtiği devirlerde; ben de öğrencilerimi, Banarlı Hoca’nın edebiyat kitaplarıyla yetiştirmeye çalıştım. Bir devir kapanırken, seçme hakkı öğretmenlerden alındı ve bakanlığın mecbur ettiği kitaplar okutulmaya başlandı. Kitaplar değişse de ben, Banarlı Hoca’nın öğrencisi olarak, öğrencilerimi aynı tarz sorularla yetiştirmeye çalıştım.

Balkan ülkelerinde, Osmanlı mimarîsinin en güzel örneği tarihî camileri dolaşırken, savaşlarla yok edilmeye çalışılan ülkelerdeki Türklerin, Arapların ve diğer milletlerin yeni mimarî anlayışıyla yaptığı camilere bakarken İsmail Hakkı BALTACIOĞLU’nun;

“Türk demek minare demektir.” cümlesini hatırlıyorum. Nihat Sami BANARLI ise;

“Minare kelimesinin aslı Arapçada manâradır. Türk bu kelimeyi, mimarîsi gibi inceltip güzelleştirerek minare güzelliğine koymuştur. Minareler, zamanla göz ve gönül aydınlatan yapılar hâline gelmiştir.

Bugün başta İstanbul semâları olmak üzere, vatanın Türk ve Türk kalmış köşelerinde milliyetimizin taşı-toprağı Türk yapışı, tarihinin en güzel ve en millî çizgileri, bu şerefeler, bu kubbeler ve bu nârin minarelerdir.” der.

Gustave Flaubert roman kahramanı Emma Bovary’e «şark»ı hayal ettirirken, ufukta Türk minarelerini gösterir. Süleyman Nazif de bizim elimizden çıkmış ülkelerdeki minareler için;

“Aden’de uzakta gördüğüm bir minarenin yetim manzarası, beni çok müteessir etmişti. Bana öyle geliyor ki, ay yıldıza yakın veya komşu olmayan her minarede bir kimsesizlik ağlar.” diyordu.

Bugün de yanında minaresi olmayan her cami; Türk estetiğinin bu hazin körleşmesi karşısında artık cami değil, musluklarından gözyaşı akan birer çeşmedir. Otobüsümüzle saatlerce bir ülkeden diğer bir ülkeye giderken, yolların iki tarafı da yemyeşil. Rehberimiz sussa da bu yeşillikleri doya doya seyretsem derken vatanımı düşünüyorum: Yazlıklar uğruna kesilen zeytin ağaçlarını, şehirlerde en güzel camilerimizin yanında yükselen gökdelenleri, alışveriş merkezlerini düşünüyorum. Gözlerimden akan yaşlar, duâlarıma karışıyor:

“Allâh’ım, Balkan ülkelerindeki ormanları koru!”

Üsküp’te İsa Bey Camii’nde akşam namazı kılıyoruz. Okuldan çıkan ilk ve ortaokul öğrencileri; çantalarıyla camiye geliyor, Kur’ân-ı Kerimlerini alıp oturuyor ve hocayı bekliyorlar. Arkadaşlarımız, yanlarındaki hediyelerle çocukları sevindirirken, bazıları para vermek istiyor. Hocaları çok dikkatli. Durumu anlayınca açıklama yapıyor:

“Biz onları sevindirmek için gerekeni yapıyoruz. Alışır ve bütün misafirlerden aynı hareketi beklerler.” Evde, sokakta, okulda ve camide yeri geldiğince eğitim. Grubumuz topladıkları miktarı hocaya, çocuklara hediye alınmak üzere teslim ediyor. Hoca; makbuzla, imzayla bağışı kabul ediyor.

Unutamadığım hâtıralarımdan biri de Priştine’ye varışımız ve Kosova Savaşı’nda şehid edilen I. Murad Hüdâvendigâr’ın türbesini ziyaret ettiğimiz an. Zaman durmuş gibi, asırlar öncesinde yaşadığımı hissediyorum. Sultan Murad Han’ın duâsı kulaklarımda yankılanıyor. Kumandan olmanın, yönetici olmanın, insan olmanın, müslüman olmanın sorumluluğu bu duâda anlamlanıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzyıllar içinde dünyaya hâkim olmasının sırrı bu duâda gizli.

2014 yılında yaşadığımız üzüntüler, gözyaşları bu duâda saklı. Fert ve cemiyet olarak ülkemize ve dünyaya hâkim olmamız bu duâda kendini bulmakta. Eğitimimiz; Peygamber Efendimiz’in hayatını anlayan ve anladığı hayatı yaşamaya çalışan gençlerin, anne, baba, öğretmen, idareci, ticaret erbabı, gazeteci, yazar, ilâhiyatçı ve siyasîlerin yetiştirecek seviyede olmasına bağlıdır. Sultan Murad Han, Kosova Savaşı’nı kazanmış, savaş alanında şehid olmuştur.

Sultan Murad’ın duâsı:

“Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları yüzünden çıktıysa, masum askerlerimi cezalandırma!..

Allâh’ım! Onlar ki buraya kadar sadece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı tebliğ etmek için geldiler!..

İlâhî! Bunca kere beni zaferden mahrum etmedin. Daima duâmı kabul buyurdun. Yine Sana ilticâ ediyorum, duâmı kabul eyle! Bir yağmur nasip eyle! Bu toz bulutu kalksın… Kâfirin askerini âşikâr görüp, yüz yüze cenk edelim!..

Yâ İlâhî! Mülk de bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrarımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk, maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızânı isterim…

Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri, küffâr elinde mağlûp edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün müslümanlar bayram eylesin!.. Dilersen o bayram gününde; şu Murad kulun, yolunda kurban olsun!..

Yâ İlâhî! Bunca müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim; yeter ki tek Sen beni şehidler zümresine kabul eyle!..

Asâkir-i İslâm için teslîm-i rûha râzıyım. Tek ki, bu mü’minlerin uğruna benim rûhum fedâ olsun. Beni gazi kıldın, sonunda da lutfen ve keremen şehid eyle!

Âmîn!..”

Sorumluluk yılların içinde değişen bir kavram hâline geldi. Çocukluğumuzda, aile ferdi olarak, okulda öğrenci olarak sorumluyduk. İki kelimeyle sorumluluğu geçiştiremezdik. Komşularımızın maddî-mânevî hayatından, sokaklardaki hayvanlardan, ağaçlardan, çiçeklerden sorumluyduk. O gün komşumuz bahçesindeki çiçekleri sulamamışsa; önce bahçeyi sular, sonra da komşumuzu merak eder sorardık. İnsanların yanlışlarını, kendi yanlışlarımız sayar, düzeltilmesi için gayret sarf ederdik.

“Bu ev benim, bu sokak benim, bu şehir benim, bu ülke benim sorumluluğumda» anlayışıyla yetişirken; çevremizdeki yakınlarımız, büyüklerimiz bizim örnek alacağımız insanlardı. İyi olmayan insanlara mesafe konur, tavır alınırdı. Yılların içinde en son kalan bu anlayış bile silinmeye başladı.

«Ben varım, mesleğimde başarım, kazancım var.» anlayışı yayıldı. Çocuklarımızı örnek insan, iyi insan olmak için değil; yükselsin, çok kazansın diye yetiştirmeye başladık. Aç olan insanlar, evlerinde kimsesizliğe terk edilirken; biz lüks arabalarla dolaşmaya, iftarların en görkemli olduğu ortamlarda bulunmaya başladık. Birbirimizi taklit ederken, aslında farkında olmadan aynı dünyanın içindeydik. Birtakım olaylar basına yansıyınca ortak üzüntüyü yaşıyor, o an toplanan yardıma ortak oluyor; daha sonra unutuyorduk. Kızdığımız ülkelerin mallarını alırken; sokak gösterilerinde rol alıyor, basın ilgimizi başka yöne çekince biz de rahatlıkla o yöne yöneliyorduk. İnsan olma erdemi, acılara çare bulmaktır. Her şeyi hükûmetten beklemeden; yönlendirilen değil, hak yolunda düşünen, konuşan olmaktır. Seçeceğimiz mesleğin sorumluluğunu yerine getirmektir.

Sabah gazete manşetlerine bakıyoruz. Gazze; manşetlerde. Üzüntüler, ağlamalar, yardımlar, duâlar… Sivil toplum kuruluşları; gazetelerin çoğunda, televizyonlarda, hattâ iftar duâlarında çok az yer alan; Kerkük, Musul, Telâfer ve diğer Türkmen bölgelerinde yapılan zulümler, öldürmeler, tecavüzler, aç ve susuz yaşlılar, kadınlar, çocuklar… konusunda nedense sessiz. Biz İrfan Otağı Derneği olarak, bir basın toplantısı yaptık. Bazı sivil toplum kuruluşlarına bildirdik. Çoğu; «Evet!» demedi. «Evet!» diyenlerle beraber olduk. Türkmenlerin sesi, dünyaya duyurulmalı ve duyurmaya devam edeceğiz.

Halkımız Kızılay’ın ve bazı vakıfların yardımından habersiz. Duâlarda bile unutulan, yok olmaya terk edilen Türkmenler. Sabah, ancak bir iki gazetede yer alan acı bir haber:

“Peygamber torununun katledildiği Kerbelâ’da 1334 yıl sonra bir dram yaşanıyor. IŞİD, yolunu kaybeden Türkmenleri pusuya düşürdü. Saldırılarda silâhsız Türkmenler kaçıyor.”

Bir Ramazan Bayramı arefesinde; Filistin’de, Gazze’de, Türkmen ellerinde yaşananları düşünerek çorbamızı içelim ve lüks olan her şeyden vazgeçip; duâlarımızla, yardımlarımızla onların yanında olalım.