İSLÂM’DA HELÂL ve HARAM

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com


Sözlükte helâl «serbest olmak», haram ise «yasak olmak» anlamında mastardır. Ancak helâl serbest kılınan, haram ise yasaklanan nesne ve fiiller için kullanılır. Haram, saygı duyulan ve dokunulmaz olan değerlere de denilir. Meselâ; Mescid-i Haram, Kâbe’yi çevreleyen mescid; harem, otunun koparılması ve kendisinde suç işleyenin cezalandırılması dahî yasak olan Mescid-i Haram ve çevresindeki Müzdelife, Mina, Safâ, Merve gibi belli mekânlardır. Kezâ ihram; normal zamanda yapılması serbest olan avlanmak, tıraş olmak vb. davranışların hac ve umre esnasında yasaklanması anlamına gelir. Buna mukabil «helâl» kelimesiyle aynı kökten gelen «hill» bu yasaklar içerisinde olmama durumunu ve harem dışındaki mekânları ifade eder. Yine birbiriyle evli olan veya kendileriyle evlenilmesi yasak olan kişiler için, «haram» kelimesiyle aynı kökten gelen «mahrem» kelimesi kullanılır. Bunlar dışındaki kişiler için ise «mahrem» kelimesinin başına Farsça olumsuzluk edatı «nâ» getirilerek «mahrem olmayan» anlamında «nâ-mahrem» denilir.

Kolaylık ve müsâmaha dîni olan İslâm’da haramların sayısı oldukça azdır. Haramların dışında kalan davranışları ifade eden helâller ise sayıca çok olduğu için tek tek belirtilmez. Nitekim bu durum sonradan bir hukuk ilkesi hâline gelerek;

“Eşyada asıl olan ibâhadır, serbestliktir.” şeklinde fıkhî kaideler içinde ve Mecelle’de yerini almıştır. Şu kadar var ki, haram ve helâl arasında şüpheli bazı davranışlar vardır ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlardan da kaçınılması gerektiğini belirtmiştir. Çünkü İslâm, hayatın bütün alanlarında helâl ve haram hassâsiyetini gözetme esası üzerine kurulmuş bir sistemdir.

Helâl ve haram, Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan kavramlardır. Farz, sünnet, müstehab vb. kelimeler de -kimi fiil formunda kimi aynıyla- Kur’ân-ı Kerim’de geçiyor olsa da şu anda kullanıldıkları ıstılahî anlamlarını sonradan fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerinde kazanmışlardır. Mükellefin bütün davranışlarını sınıflandırıp kategorize eden ve «ef‘âl-i mükellefîn» denilen bu kavramların hepsi helâl ve haram altında toplanabilir. Çünkü Allâh’ın yasakladığı bir fiili yapmak haram olduğu gibi emrettiği bir fiili yapmamak da haramdır. Meselâ başkasının canına, malına, ırzına göz dikmek ve zarar vermek haram olduğu gibi namaz kılmamak, zekât vermemek, ana-babaya iyi davranmamak da haramdır.

İslâm bir değerler sistemidir. Bu değerlerin en başında da helâl ve haram gelmektedir. Değerlerin, dolayısıyla helâl ve haramın kaynağı Allah’tır. Bu sebeple bunları belirleme yetkisi yalnızca Allâh’a aittir. Kur’ân-ı Kerim’de; helâl ve haram belirlemeye kalkışılması yasaklanmış (el-A‘râf, 7/32-33; Yûnus, 10/59-60; en-Nahl, 16/116), ekinler ve hayvanlardan faydalanma konusunda helâl ve haramlar belirleyen müşrikler yerilmiştir (el-Mâide, 5/103; el-En‘âm, 6/138-140, 143-145). Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Allâh’ı bırakıp bilginlerini, râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i rabler edindiler.” (et-Tevbe, 9/31) âyetini; «bilgin ve râhiplerin Allâh’ın dînine alternatif olarak belirledikleri helâl ve haramları helâl ve haram olarak benimsemek» şeklinde tefsir etmiştir. Demek ki İslâm’a göre bir kişinin Allâh’ın dînine aykırı değerler vaz‘ etmesi, ulûhiyet taslamak; onun vaz‘ ettiği değerleri benimsemek ise, o kişiyi Allâh’ın yanı sıra tanrı kabul etmektir. Zaten Allâh’ın dînine alternatif helâl ve haramların konulması veya bunların benimsenmesi, bir haramın helâl veya bir helâlin haram olmasına yol açacağından, kişiyi dinden çıkarır. Zira din bölünme kabul etmez bir bütündür. Zarûrât-ı dîniyyeden, yani dinden olduğu kesin olarak bilinen hususlardan birini inkâr etmek, dînin tamamını inkâr etmekle eşdeğer bir durumdur. İşte itikada taalluk eden bu hususları ve;

“Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi… haram kıldı.” (el-A‘râf, 7/33; ayrıca bkz. el-Bakara, 2/169 vb.) âyetlerini dikkate alan fakihler, kat‘î nass bulunmayan konularda helâl ve haram kavramlarını kullanmaktan çekinerek «câiz olmak, câiz olmamak, kerih görmek» gibi ifadeler kullanmaya özen göstermişlerdir.

Helâl ve haramlara riâyet, İslâm ahlâkının ve müslümanca yaşamanın temelini teşkil eder. Helâl-haram, hak-bâtıl, iyi-kötü vb. değerlerin kaynağı ise -yukarıda belirttiğimiz üzere- Allah’tır, yani Allâh’ın kitabı ve Peygamberi’nin açıklamalarıdır. Her ne kadar vicdan da bunları belirlemede bir ölçü olsa da tartışmasız ve mutlak bir ölçü değildir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Müftüler sana fetvâ verse de sen fetvâyı kalbinden al!” (Ahmed bin Hanbel, I, 194) buyururken vicdanın bu konuda ölçü olabileceğine işaret etmiştir. Ancak bu hadisten anlaşıldığı üzere vicdan Kur’ân ve Sünnet’le sınırlıdır. Çünkü -yukarıda izah ettiğimiz gibi- Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olarak vaz‘ edilen veya benimsenen hiçbir değer İslâmî olamayacağı için hiçbir müftü böyle bir fetvâ veremez, verse de o fetvâ geçerli olmaz. Öyleyse vicdanın bu konudaki otoritesi, Kur’ân ve Sünnet’le kayıtlı olup helâl ve haram olduğu kat‘î olarak belirtilmeyen şüpheli konularla sınırlıdır, hiyerarşik olarak da aşağı bir konumdadır. Böyle olması vicdanın subjektif oluşundan ileri gelmektedir. Zira insanın vicdanına benimsetemeyeceği hiçbir şey yoktur. En acımasız katiller bile masum olduklarını vicdanlarına telkin edebilirler ve gerçekten buna inanabilirler. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanındaki Raskolnikov karakterinin; öldürüp parasını gasbettiği ihtiyar kadının topluma bir faydası olmadığını düşünerek, işlediği cinayete meşrûiyet kazandırması söylemek istediğimiz hususu açıklayan çok güzel bir örnektir. Bu sebeple millî şairimiz Mehmed Âkif;

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır,
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

derken ne kadar haklıdır! Evet kişi çok bilgili olabilir; dîni, felsefeyi, sosyolojiyi, neyin iyi neyin kötü olduğunu, hangi davranışın neye yol açacağını bilebilir, ancak bütün bunları bilmesi mutlaka ahlâklı olmasını gerektirmez. Vicdan da böyledir. Aşağı yukarı her insan, vicdan sahibidir. Ancak vicdan; kişinin yaptıklarını onaylayan bir noter makamı olma riskini her zaman taşıdığı için, ahlâklı olmayı sağlayacak olan mutlak ve objektif ölçü; Allah korkusu, Kur’ânî ifadesiyle takvâdır. Takvâ, uhrevî azaptan çekinerek dünyada Allâh’ın yasakladığı fiilleri (haramları) yapmaktan kaçınmak demektir. İslâm ahlâkı, bu sağlam ve objektif temel üzerinde kuruludur. Ancak bununla kalmayarak Allâh’ın rızâsını kazanmaya doğru bir yükselişi ve derinliği ifade eder. Dolayısıyla İslâm’ın ahlâk anlayışının korku üzerine kurulu olduğunu söylemek haksızlık olur.