AYAKLARI YERE DEĞMEYEN SORULAR

YAZAR : Hadi ÖNAL hadional23@gmail.com

Hani bilinen gerçektir; ilkbaharda polen, yazda toz, sonbaharda yaprak, kışın da kar taneleri uçuşur havada. Ancak bu aralar dört mevsim, on iki ay, yirmi dört saat durmaksızın ayakları yere değmeyen sorular uçuşuyor havada. İster kabul edin ister etmeyin; ama «kar»ın, polenin, yaprağın hattâ sevimsiz de olsa tozun uçuşunu unutturdu bu serseri mayınlar gibi hava zerreciklerine ilişip de boşluğa asılan veya uçuşan sorular.

O kadar çok soru var ki inanın hangisine öncelik tanıyacağına karar veremiyor insan. Hani bazen düşünüyorum; «Ben de koyun olsam…» diyorum sonra takılsam bir keçinin peşine… Rahat eder miyim dersiniz? Şaka bir yana da rengi, deseni; boyu, boyutu; üzgünü, öfkelisi, şiddetlisi; yere bakıp yürek yakanı; izdüşümlüsü, parabol eğrilisi; beyazı, siyahı, pembelisi; göbeklisi, çelimsizi, uzun boylusu, boduru ile o kadar çok soru var ki ayakları yere değmeyen…

Gelin isterseniz; düşünen her insan gibi benim de hayallerimi çizen, rüyalarımı bölen, uykularımı kaçıran sorulardan birkaçını sıralayayım:

Meselâ; son iki yüz yıldır Türk-İslâm coğrafyasının üzerinde dolaşan, insanımıza acıların en şiddetlisini tattıran, kan ve gözyaşı yüklü bulutlar ne zaman bu coğrafyanın semâlarını terk edecek?

Meselâ; batının petrol uğruna, yeşil dolar adına geliştirdikleri ve sahneledikleri Büyük Orta Doğu Projesi ve onun kapısını açan Arap Baharı ve mezhep çatışmalarının sonu nereye varacak?

Meselâ; Büyük Orta Doğu Projesi’nin bir parçası olarak sahnelenen, bizi de önüne katarak sürükleyen; bölücü, parçalayıcı, ötekileştirici bu oyun veya oyunlar ne zamana kadar devam edecek ve hangi tahribatlardan, acılardan sonra bunların farkına varılacak?

Beraber yürüdüğümüz yol güzergâhındaki köprünün, her iki yakasını tutan harâmîlerle yapılan pazarlığın sonu nereye varacak?

İslâm gibi yüce ve birleştirici bir dînin gölgesine sığınarak, etnik ve mezhep kavgalarını körükleyenlerin; yüreklerini üç günlük dünya çıkarı için şeytana kiralayanların; kinin, kirin bulamacı ile yüzlerinin bir tarafını sıvayıp diğer tarafı ile insanlara şirin görünmeye çalışanların maskeleri ne zaman düşürülecek?

«Allâhu Ekber!» diyerek Allâh’ın yarattığı ve eşref-i mahlûkat olarak nitelendirdiği insanı öldürene, yaşama hakkını elinden alana, İslâm dînine ve onun kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e göre en büyük günah işlediği gerçeği hangi akılla, hangi yöntemle ve nasıl anlatılacak?

Meselâ; iki yüz yıldan bu yana Yunan mitolojisini ve Hıristiyanlık öğretilerini esas alan ve her hâlükârda bünyemizle çatışan mevcut eğitim sistemi ne zaman terk edilecek ve ne zaman İslâmî referanslı, bünyemize uygun bir kimlikle eğitimimize millî vasfı kazandırılacak?

Bu ülkenin çocuklarını zekâlarına ve yeteneklerine göre değerlendiren bir eğitim sistemine ulaşmak hep hayal mi olacak?

Hırlı hırsızlardan, arsızlardan, küfürbazlardan; yüzsüzlerden, densizlerden bu necip ve masum millet ne zaman ve nasıl kurtulacak?

Dîni değerlerimizi siyaset malzemesi yapanlara; «Dur!» demenin vakti gelmedi mi?

Aşağılayıcı, tahrik edici, ötekileştirici nefret dilinden ne zaman vazgeçilecek?

Yalanın, riyanın, iftiranın kara kanatlarına tutunan kara vicdanlı kenelerin uçuşları daha ne kadar seyredilmekle kalınıp alkışlanacak?

Yolsuzluk, rüşvet, nüfuz ticareti, haksız kazanç gibi İslâm’ın şiddetle karşı çıktığı toplumumuzu içten içe kemirerek yok eden olumsuzlukların karşısına dikilmek için daha ne kadar beklenecek?

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve artık fâizin peşini bırakın, eğer gerçekten mü’minler iseniz. Eğer böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve Rasûlü tarafından size savaş açılmış olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir. Haksızlık etmezsiniz, haksızlığa da uğramazsınız.” (el-Bakara, 278-279) bu kadar açık ve net âyetler olmasına rağmen, fâize olan bu bağımlılık ne zamana kadar sürecek?

Karanlık gecede kara taşın altında geceleyen asgarî ücretli iki ayaklı garibanların sırtlayarak getirdiği kara çavdarı; kara çavdar için harcanan emeğe banarak afiyetle yiyenlere, yediklerinin haram lokma olduğu hangi dille ve ne zaman anlatılacak?

Zalimin zulmünün devamlılığına daha ne kadar göz yumulacak?

Ne zaman samimî olunacak? Samimî…

Ne zaman; «Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!» diyen Mevlânâ’nın çizgisinde buluşulacak?

Ben gelmedim davi için, benim işim sevi için,
Dost’un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim.

diyen Yûnus Emre gibi ne zaman gönül kazanmak için seferber olunacak?

“Adâlet her işte, Hakk’ı bilmektir.” diyen Hacı Bektâş-ı Velî’nin seviyesine ne zaman ulaşılacak?

Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslā sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!..
–Boğamazsın ki!
–Hiç olmazsa yanımdan koğarım.

Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir, âşığım istiklâle;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle!

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!

Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!

«Adam aldırmada geç git!» diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!

diyen Mehmed Âkif ERSOY ile birlikte ne zaman Hakk’a, hakikate, hakkāniyete at koşturulacak?

Sorular, sorular, sorular… Cevapsız, elsiz, ayaksız…

Sorular, sorular, sorular… Bıraktı beni takatsiz…

Sahi nerede, ne zaman, nasıl? Görebilecek mi bu gözler açıkken.