REKABET NASIL OLMALI?
Hayat bir yarış sahasıdır.
Herkes yarışmakta…
Milletler yarışıyor, ülkeler yarışıyor, firmalar ve kurumlar yarışıyor…
İş adamı da kazanmak için uğraşır. Nice rakibiyle yarışır.
Bunun için avantajlarını kullanır; gücünü, teknolojisini, tecrübesini, imkânlarını değerlendirir. Üretim ve pazarlama sırlarını korur. Meslek sırlarına hürmet esastır.
Kazanma yarışı ve rekabet -belirli kurallar içerisinde kalırsa- güzeldir ve insanlığın faydasınadır.
Meselâ;
İnsanların ayakkabıya ihtiyacı var. Ayakkabı üreticilerinin de bu üretim için hammaddeye, birtakım âlet-edevâta, yan sanayi ürünlerine ihtiyacı var. Binlerce sektörde binlerce iş… İstihdam…
İnsanlar rızık elde edecek; rekabet ederken de daha iyisini, daha kalitelisini, daha ucuzunu bulmaya çalışacaklar. Teknik ve bilgi gelişecek.
İnsanların zevki de çeşit çeşit. Herkes beğendiğini arayacak, ortaya daha güzel, daha estetik arayışı da çıkacak. Kültür çıkacak, sanat çıkacak.
Rekabet böyle olursa güzel. İnsana da topluma da faydalı.
Fakat bir de rakip bırakmamak için yapılanlar var. Maddî gücünü kullanarak rakibi ortadan kaldırmak, nefes alamaz hâle getirmek, tekel olmaya çalışmak üzere yapılanlar var. Bunlar güzel şeyler değil. Bunlar halka da zarar vermekte.
Dînimiz de; tekel oluşturmak, stokçuluk yapmak, piyasayı etkilemek gibi haksız rekabetleri helâl kazanç olarak görmez.
İnsanlar hür bir şekilde teşebbüs etmeli, tabiî seyrindeki bir piyasada rızkını kovalamalıdır.
İçinde rekabet konusuyla birlikte, iş dünyasında risk almanın ve kazanma-harcama dengesinin önemi ile ilgili tecrübelerimizin de geçtiği bir hâtıramızı bu vesileyle paylaşalım:
Henüz İstanbul’a gelmemiştik. Bu sıralarda İstanbul’da bir tesis alıp Gaziantep’e taşıyan meslektaşım Ekrem SEVİNÇER;
“–Bizim tesis aldığımız firmada bir telâ kurutma fırını var, satıyor, ilgilenir misin?” dedi.
Ben de;
“–İlgilenirim.” dedim.
İstanbul’a geldiğimizde o adamla tanıştık. Bir telâ fırını var. O zamanlar telâ üretimini Derby adlı büyük firma, bir de bu adam yapıyordu.
Telâ; bezin kimyevî maddelerle ilâçlanarak, sertleştirilmişi. Ayakkabıların burun ve arka kısımlarına sertleştirme maksadıyla konuyor. Ayakkabıcılıkta bir yan sanayi ürünü.
Adam, fırınını bize 55 bin liraya satmak istiyor. Aslında 10 bin liraya kurulabilecek iptidâî bir tesis… Fakat bir teknolojisi var, müşterisi hazır bir üretimi var. Adam da 55 bin liraya devretmeye hazır. Ürünün nerede kullanıldığını, nasıl satıldığını, kaça satıldığını bildiğim için rahatım. Almak istiyorum.
Fakat içimi kurcalayan, kafamı karıştıran bir durum var. Adam diyor ki:
“–Günde 150-200 tane yaparsınız. Her biri 9 liraya mâlolur.”
Ben içimden düşünüyorum:
“9 liraya mâlettik. 14 liraya piyasası var. 5 lira para bırakır. 200 tane yapsan günde 1.000 lira. Fırın 60 gün çalışsa parasını çıkarıyor.
İnsan iki ayda kendini amorti eden bir tesisi, böylesine kazandıran bir ekmek teknesini satar mı?
Yoksa işin içinde başka bir iş mi var? Bunu bize satıp daha yeni teknolojiye sahip başka bir fırın mı kuracak? O zaman biz onunla rekabet edemeyiz.”
Sordum:
“–Sen bu tesisi niye satıyorsun? Daha iyisini alacaksın, değil mi?”
“–Yok, almayacağım, telâ işi yapmayacağım. Söz veriyorum.”
Bir yandan 10 bin liralık yere, teknolojisinin hatırına 55 bin veriyorsun. Fakat diğer yandan bundan da işkilleniyorsun. Çünkü çalışan, para getiren bir tesisi, 55 bine de vermezler.
Normalde 10 bin liralık bir tesis ikinci el olunca 5 bin liraya düşer. Biz altı kat fiyatına, 55 bin liraya alacağız. Çünkü teknolojisini de satın alacağız.
Kaparosunu bile verdim. İtimat edemiyorum. Endişelerim var:
“Akıllı bir adam, böyle altın yumurtlayan tavuğu satar mı? Bu işin sırrı ne?” diyorum. İştahım da kabarıyor iyi bir iş vazgeçemiyorum.
Tereddütlerimi gidermek için babama sordum:
“–Baba, bir makine alıyoruz. 10 bin lira etmez. Fakat adam 55 bin lira istiyor. Ben de almayı düşünüyorum.”
“–Oğlum bana sorman bile fazla. Sen bilirsin, ben ne bilirim. «10 bin lira değeri var, 55 bin lira istiyor.» diyorsun. Benim hemen; «Yapma oğlum, nasıl alırsın?!.» demem lâzım. Fakat demek ki, almanın bir sebebi var. Ben sana inanıyorum sen yanlış yapmazsın. Hakkında hayırlısı olsun, Mevlâ’m hayırlı ise almana; hayırsız ise almamana vesileler ihdâs eylesin!” dedi. Yani babamın duâsını aldım.
Bu adamın daha önce bir plâstik makinesi sattığı bir arkadaşımız vardı. Memik ŞEKER… Birbirlerini tanıyorlar. Ona sordum:
“–Böyle böyle bir alışveriş meselemiz var. Ben tereddüt ediyorum. Onun bu makineyi bu şekilde satmaması lâzım.”
“–Yok, sen ona bakma! Satar o. Makineden endişe etme. Gayet güzel çalışır. Bize sattığı da aynı böyle bir meseleydi.”
“–Öyle mi? Anlatır mısın?”
“–Bize bir makine sattı. İptidâî bir makine. Plâstik terlik yapıyor. İlk çıktığı zamanlar… Günde 900 çift çıkarıyordu. Bir çifti 3 liraya satılıyor. Hammaddesinin kilosu zaten 3 lira. Kilodan 3 çift çıkıyor. Yani hulâsa günde en az, 1.000 lira kalıyor. 900 çift çıkarıyor. Çiftinde bir lira kazansa; 900 lira.
Bizden makine için 100 bin lira istiyordu. O zaman plastik makinesi kimsede yok. Nasıl bir makine olduğunu bile bilmiyoruz, makinenin çalıştığı yere gidiyor bir çift yeni çıkmış terlik getiriyor bize, elimize alamayacağımız kadar sıcak. Biraz sonra tekrar aynı hareketi yapıyor, iştahımızı kabartıyor ama makineyi de satmadan göstermiyordu;
«Alışverişi bitirirsiniz, kaparosunu verirsiniz o zaman gösteririm.» diyordu.
Biz de tereddüt ettik. Bu makine üç ayda parasını çıkarıyor. Adam bize bunu 100 bin liraya satıyor. Akıllı mı deli mi? Makineyi de göstermiyor. Yoksa dolandırıcı mı?
Neticede karar verdik. Biz üç arkadaş aldık. Tam da dediği gibi oldu. Biz gece-gündüz çalıştık. Günde 1.500 çift çıkardık. 60-70 günde parasını çıkardık. Eğer bir hile yapacak olsa, o zaman yapardı. Güvenin.”
Biz de bu araştırmalar neticesinde; şüpheyi, tereddüdü bir tarafa bıraktık. Telâ fırınını aldık. İş yerimize taşıdık, kurduk. Üretimi bir müddet sonra 200’den 400’e çıkardık. Bu arada evimizi de Gaziantep’ten taşıdık, İstanbul’a yerleştik.
Peynir-ekmek gibi satıyoruz. Çok tatlı. Plânladığımız gibi 77 günde tezgâhın parasını çıkardık. Beklenmedik hiçbir şey yaşanmadı. Kendisi de söz verdiği gibi telâ işine girmedi.
Ne demişler:
Kısmet etmiş ise Mevlâ;
El getirir, yel getirir, sel getirir…
Kısmet etmez ise Mevlâ;
El götürür, yel götürür, sel götürür…
Peki bu adamın böyle bol bol kazanç getiren tezgâhları satma sebebi neydi?
Bize de tuhaf gelen bu durum, adamın şahsiyetinden kaynaklanıyordu.
Herkes tarafından sevilen Sayın Necati KARAASLAN ismindeki bu adam; kafası çok çalışan, Merzifonlu, mûcit biriydi, geçim ehli, tatlı bir insandı. Herkese karşı hürmetkâr, fedâkâr, emeği ucuz, mütevâzi bir insandı. Ama inanç dünyası biraz zayıftı.
Evvelâ işine çok bağlı değildi. Saat 11:00’da işe gelirdi. Yeşilköy kulübünde idarecilik yapıyordu. Saat iki, üç civarı geri giderdi. Oranın havasına kapılmıştı, atölyeye ehemmiyet vermiyordu. Üretim, işçilerin gayretine kalmıştı.
Evi, arabası, iş yeri vardı. Masrafı yoktu. Kendisi de sürekli yoğurt-helva-ekmek yiyen masrafsız; fakat hayatı borç içerisinde geçen bir insan idi. Anadolu’dan gelip iş kurmak isteyenlere kılavuzluk yapar, onlara yol gösterir, nasıl hareket etmeleri gerektiğini anlatır, teşvik eder, öğütler verirdi. Bunun için de ücret almaz ayrıca masraf ederdi. Bir defasında Anadolu’dan gelen birisine makine bakmaya gitmişlerdi, gelirken arabasını çarpmış. Bir espri yaptım;
“Antep’te bu yaptığın işe; «Pisik (kedi) oynatma, kârı da elini cırmaklatmak olur!» derler.” Yani; «Kârın yok bir de masrafa girmişsin.» dedim, gülüştük.
İşte bu kafası çalışan adam, para kazandığı hâlde borç içinde yaşıyordu. Garip, değil mi?
Borç ve israfın sebebi kendisi değildi. Bir hanımı bir de kızı vardı. Söylentilere göre onlar müsrif yaşarlarmış. Adamın kazandığı paralar onlara gidiyordu, bu mevzulara da hiç girmezdi, şikâyet de etmezdi. Daima borçluydu. Böyle olunca toplu para görünce dayanamıyor, borcunu temizlemek istiyordu, bir de kafasında birçok yeni işler vardı, onları yapma, başarma ümidi eksilmiyordu.
Tabiatı ailesinin yaşantısına mâni olmaya müsait değildi. Anlaşılan etkili bir şekilde müdahale edemiyordu.
Kazancından fazla gideri olan bir insanın kalkınması mümkün değildir. Bu adam da onca zekâsına, kabiliyetine rağmen; ailesindeki zaaf sebebiyle, kimsenin yapamayacağı işleri, tesisleri, çalıştırdığı tezgâhları elden çıkarıyordu.
Neyse, biz telâ üretimine başladığımızda Derby’de işçilerin grevi vardı. Grev bitince tekrar çalışmaya başladılar. Derby büyük bir firma idi. Devam etseydi, günümüzün en büyük firmaları arasında yer alırdı.
Yeni yatırımlar yapmadan, eski işlerine devam ediyordu. Çok büyük bir müessese. Biz onun yaptığı onlarca işten sadece birini yapıyor, onu da onun dörtte biri kadar yapabiliyorduk. Bu sebeple, kesinlikle açıktan rekabete girmiyorduk.
“Bizim malımız daha iyi…” demiyorduk.
Bir yandan da üretimimizin en iyi olması için araştırıyorduk, çalışıyorduk. Sonunda bulduk. Onun kalitesinin üzerine çıktık. Fakat yine piyasada;
“Bizim malımız Derby’den daha üstün!” demedik.
Mamullerimizin pazarlamasını yaparken ayakkabıcı kalfası diyordu ki:
“Ben Derby kullanıyorum. Ben öyle aklımın yatmadığı şeyi kullanmam!”
Biz yine;
“Hayır bizim ürünümüz daha iyi…” diye reklâm yapmıyorduk. Tanıtım yapmıyorduk. Konuşmuyorduk.
Niye? Korkumuzdan. Çünkü bizim o malı daha iyi yaptığımızı öğrenirse bizi ezer diye çekiniyorduk.
Bu şekilde 7 sene çalıştık. Bizim günlük satışımız, gitgide artıyordu. Tabiî herkes öğreniyordu. Hiç reklâm yapmasak da insanlar birbirlerine söylüyorlardı. Bizim üretim ve satışımız artınca Derby bunu öğrendi. Denetti, baktı ki bizim telâmız daha kaliteli… Bizi ezmeye karar verdi.
Piyasada güçlü firma, güçsüz firmayı nasıl ezer?
Fiyat kırarak.
Derby bütün ürünlerine zam yapıyor, telâya indirim yapıyordu.
Aradan iki ay, üç ay geçiyor. Yine diğer mallarda artış, telâya indirim.
Bir buçuk sene böyle devam etti. Bir buçuk sene biz de fiyat artışı yapamadık. Üretim maliyeti arttı. Sermayesine sattık. Sermayesinden aşağıya sattık. Gönlümüzü indirdik, Derby firmasının müdüründen randevu aldık görüşmeye gittik.
“–Bu rekabet sizin için de bizim için de hayırlı değil. Fiyatları kırıyorsunuz; biz kazanmıyoruz, siz de kazanmıyorsunuz. Mâkul bir fiyatta anlaşalım, ikimiz de kâr edelim.” dedik.
Onlar da;
“–Biz kimyevî malzemeyi kendimiz yapıyoruz, onun için kâr ediyoruz. Kâr etmiyorsanız çalışmayın.” dediler.
Biz de;
“–Madem malzemeyi ucuza mâl ediyorsunuz bize de satın, biz de ekmek yiyelim.” dedik.
“–Olur.” dediler bize 3-5 ton hammadde sattılar. Son derece kalitesizdi, iade ettik.
Her kim rakibini ezmek, yok etmek, ekmeğini elinden almak için çalışırsa er veya geç kendisi yok olur. Tecrübelerimde böylelerini çok görmüşümdür.
Kim eşer derin kuyu,
O gider yüzün koyu.
Yani;
“Kim rakibine veyahut başkasına zulmederse ömrü kısa olur. Rakibini hasta eder, kendisi ölür.”
Hulâsa bir buçuk sene sonra dedik ki:
“Yahu niye bununla uğraşalım ki? Niye böyle inatlaşalım. Başka bir iş yaparız. Bildiğimiz başka işler de var. O yönde bir şeyler yapmaya çalışalım.”
O sırada az da olsa ayakkabı tabanı yapıyorduk, onun üzerine ayakkabı tabanını geliştirdik. Onu yapmaya başladık. Telâ işini bıraktık. Derby ancak ondan sonra, telâ fiyatlarına zam yaptı. Mâkul seviyeye getirdi. Üretime devam etti.
Fakat aradan zaman geçti. Taban işinde muvaffak olduk. Onun mûcidi olduk. Derby bizim yaptığımız tabanı taklit etti. Fakat muvaffak olamadı. Biz ayakkabıcılar ile iletişim hâlinde idik. Bizim uzmanlığımız ayakkabı olunca taban işinde muvaffak olduk. Onun ise böyle bir ağı yoktu. Bu sebeple taban işinde bizimle rekabet edemedi. Sonra da tamamıyla piyasadan çekildi.
İşini en güzel şekilde yapmak üzere bir gayretin varsa; haksız rekabetin etrafını dolaşır, yine maksadına ulaşırsın.
Haksız rekabet, fiyat politikalarıyla ezme gibi çalışmalar; yeni girişimcileri yok etmemeli, yıldırmamalı, onları farklı çözümlere sevk etmeli.
Büyük müesseseler de, yeni rakiplerden korkmamalı. Onlardan bir şeyler öğrenmeye bakmalı. Rızkı veren Allah’tır. Rekabet, bir zenginliktir. Neticede maksat, yine mesleğe saygıdır, halka hizmettir.
Asıl yarışın; daha iyi bir insan, daha güzel bir kul olmak yolunda olduğunu bilen kişi; dünya rekabetini de güzel yapar, kimseyi incitmeden, fakat herkesi şahsiyetine imrendirerek yapar.
Başarabilene ne mutlu!..