RUH SAĞLIĞINA KORUYUCU YAKLAŞIM

YAZAR : Aynur TUTKUN aytutkun@gmail.com

Psychology Today sitesinde yayınlanan bir makaleye göre; istatistiklerde, ABD’deki okul çağı çocuklarının % 9’una dikkat eksikliği ve hiperaktivite (DEHB) teşhisi konuyor ve bunlara ilâç kullandırılıyor. Bu oran Fransa’da ise sadece % 5. Bu durum bir çocuk oyun terapistinin dikkatini çekiyor ve sebepleri araştırmaya başlıyor. Enteresan bir tablo ortaya çıkıyor: ABD’deki ve Fransa’daki ebeveynlik tutumları birbirinden çok farklı!*

Fransa’da ebeveynler, çocuklarına doğumlarından itibaren bir çerçeve çiziyorlar ve çocuklar bu çerçeveye uymak zorunda oluyorlar. Mesela, 4. aydan itibaren uykularını düzene koyuyorlar, tüm ihtiyaçları giderildikten sonra ağlasa da çocuklarını kucağa almıyorlar. Yine belli bir yaştan sonra çocukları için günde 4 öğün yemek kuralını getiriyorlar ve öğünler arasında cips, çikolata türü atıştırmalıklara izin vermiyorlar. ABD’de ise bu durum o kadar kontrollü işlemiyor; çocuklar istedikleri an atıştırmalıklara ulaşabiliyor.

“Belki de,” diyor araştırmacı; “ebeveynlerin çocuklarına çizdikleri çerçeveyle birlikte çocuklar; hem beklemeyi ve kendilerini kontrol etmeyi öğreniyorlar, hem de çok fazla katkı maddeli hazır yiyecek tüketmedikleri için hiperaktivitelerinde artış olmuyor.” Zira yapılan bir araştırmaya göre özellikle belli numaralı emülgatörleri ihtivâ eden gıdaları tükettikten sonra çocukların hiperaktiviteleri artıyor!

Yine Fransa’da ebeveynler, çocuklarına belli sınırlar koyuyorlar. Sınırlar, çocukların kendilerini güvenli ve dolayısıyla mutlu hissetmelerini sağlıyor. Her isteklerini yerine getiren ebeveynlerine değil, çocuklarının iyiliği için onların hayatlarına belli sınırlar koyan ebeveynlerine çocuklar daha fazla güveniyorlar. «Güvenli ve mutlu» olmanın sırrı sınırlarda yatıyor.

Gerektiğinde adâletli olmak şartıyla, çocuklara;

“Hayır!” demek de çocuk terbiyesinin olmazsa olmazlarından. Çocukların gerektiğinde;

“Hayır!” kelimesini duyması onları «arzularının zulmünden» kurtarıyor. Ve yine gerektiğinde çocuğun poposuna bir şaplak indirmek Fransa’da «çocuk istismarı» sayılmıyor.

“Kısacası,” diyor araştırmacı; “Fransa’daki ailelerde hiyerarşi belli; ebeveynler üstte, çocuklar altta. ABD’de ise bu hiyerarşi tam tersine; çocuk olabildiğince özgür ve ebeveynler onların emrinde! Bu yüzden ABD’de çocuklar kendilerini kontrol etmeyi çok küçük yaştan itibaren öğrenemiyorlar ve okul çağına geldiklerinde % 9 gibi bir oranla yanlış teşhise maruz kalıyorlar.”

İki ülkedeki; çocuk terbiye metotlarındaki farklılığın, sonucu % 50 gibi bir oranla etkilemesi tüm psikiyatrik teşhislere şüpheyle bakmayı doğurur. Çocuk terbiyesinde olduğu gibi, bütün olarak ele aldığımızda insan terbiyesinde de günümüzdeki psikolojik sıkıntıları en az % 50 azaltabilecek bir potansiyel olmalıdır. ABD’deki çocuklara bu kadar çok özgürlük nasıl iyi gelmediyse, dünya genelinde yetişkinlere de iyi gelmemiştir. İnsana gereken değeri veren fakat gerektiğinde de nefsini dizginleyecek bir terbiye metodu; insanı «arzularının zulmünden» kurtarıp onu daha «güvenli ve huzurlu» yapabilecek bir potansiyele sahiptir, tıpkı çocuklarını seven fakat onların iyiliği için onlara sınırlar koyan Fransız ebeveynleri gibi.

Günümüzde yaşanan birçok sıkıntının kaynağını psikolojik/psikiyatrik zannederek kendilerine ve başkalarına çeşit çeşit acıları yaşatan insanları masum görmek, meseleyi çözmek yerine alevlendirir.

Meselâ moda terim hâline gelen depresyon; belli sebeplerden dolayı sıkıntı çeken, içi sıkılan, morali bozulan, uyum süreçlerini zor yaşayan herkese verilecek ve ilâç önerilecek bir teşhis değildir. Kıyafet değiştirir gibi eş değiştirenler, cinnet geçirenler, tecavüz edenler, başkasının malına göz dikenler ve namus temizleyenlerin çok küçük bir kısmı; gerçekten beyin kimyasındaki bozukluktan dolayı ne yaptığını bilmeyen, psikiyatrik hastalardır. Çocuklar doğru terbiye edildiğinde nasıl DEHB teşhisleri % 50 azalıyorsa; insan da doğru terbiye edildiğinde, özellikle depresyon dâhil birçok psikiyatrik rahatsızlık teşhisi konmayacaktır. Böylece insanlar sözde hastalıklarına sığınmayacak ve hastalık teşhisi konsa da konmasa da daha sağlıklı davranabileceklerdir.

Yüzyılımızda insanlık çok büyük sancılar çekiyor. Teknolojinin hızla ilerlemesi baş döndürüyor. Her şeyimizi makinelerle yapmak; bizi, üretmek mutluluğundan mahrum ediyor. Özgürlük nâraları, insan nefsini terbiye etmek ihtiyacının üstüne çıkıyor. Bu gidişat insan tabiatına aykırı olduğu için, insan bunalıma giriyor. Aslında insanoğlunun yaşadığı sıkıntılar, bir uyum sürecinin getirisidir. Güneşin doğuşundan batışına kadar yaz ve kış, ekmeğini, yakacağını, içeceği suyu sürekli üretmek zorunda olan ve tabiî beslenen eski zamanın insanları bunalımda değildi. Çünkü üretmek, insan tabiatının gereğidir ve terapi edicidir. Günümüzde her şey makinelerle, kumandalarla yapılırken; görünüşte mutluymuş gibi olan insanlar, aslında üretememenin bunalımını ve ezikliğini yaşıyorlar. Faydalı olanı üretemeyen insan rûhu; dengesini kaybediyor, çıldırıyor, ne yaptığını bilmez hâle geliyor. Bugün makinelerin ve teknolojinin sonuçlarını, insan nefsini terbiye metotlarının da eksikliğiyle kaldıramıyoruz.

Uyum sıkıntısı çeken günümüz insanına, depresyon teşhisi konuyor ve daha «rahat» hissetmek için ilâca başlıyor/başlatılıyor. İstatistiklere göre antidepresan kullanımındaki artış, dürtü kontrolünde bozulmanın artmasıyla orantılı. Türkiye’de 2003-2012 yılları arasındaki antidepresan kullanımındaki artış % 160’tır. Antidepresanların; intihar girişimini, kontrolsüz cinsel faaliyetleri, aşırı para harcama ve alışveriş yapmayı, aşırı eğlenceyi, saldırganlığı ve aşırı öfkeyi hattâ cinnet ve saldırganlığı tetiklediği yönündeki araştırmalar mevcuttur. Özellikle toplumun % 10’unu oluşturan bipolar bozukluğa sahip kişilerde, antidepresan kullanımının tehlikesine dikkat çeken araştırmalar vardır. Uzun süreli kullanımlarda, kişilik bozukluğuna dahî yol açan bu tür ilâçların günümüzde çok kullanılıyor olması ve toplumda yaşanan sıkıntıların (cinnet, cinayet, şiddet vs.) çokluğu, nefsi terbiye metotlarındaki eksiklikler de göz önüne alındığında düşündürücüdür. (Dr. Mutluhan İZMİR, Antidepresan Tuzağı, 2013)

Toplum olarak hastalık teşhisi koydurup ilâç kullanmak ya da hastalık teşhisiyle kendimizi masum veya çaresiz görmek yerine, güçlü olmak ve zayıf yönlerimizi terbiye etmek daha doğru görünmektedir. Biyolojik ya da nörolojik kökenli rahatsızlıkları elbette bu kategoriye koymak gibi bir yanlıştan da kaçınılmalıdır. Günümüzde koruyucu tıbba verilen önem, koruyucu psikolojiye de fazlasıyla verilmelidir.

Ruh sağlığımızı bozulmadan korumak için yapılması elzem olan şeyler vardır. Nasıl ki alkolün, sigaranın, şekerin, tuzun, beyaz unun zararlarından; yürüyüşün, sporun, sağlıklı ve tabiî beslenmenin faydalarından bahseden hekimler ve yetkililer varsa, ruh sağlığımızı korumak için de gelenekten ya da modern birtakım şeylerden bahseden hekimler ve yetkililer olmalıdır.

Psikolojik/psikiyatrik rahatsızlıklarla mücadelede; öncelikle yediklerimize dikkat etmenin önemini ispatlayan, yurt içinde ve dışında birçok uzman vardır. Meselâ otistik oğlunu, yemek perhizleriyle % 100 tedavi eden Dr. Natasha CAMPBELL; birçok psikiyatrik hastalığın, yeme alışkanlıklarıyla alâkalı olduğu görüşündedir ve onun yeme protokolleriyle iyileşen birçok hastası vardır. Bu bağlamda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den rivâyet edilen;

“Yiyip içtikleriniz helâl, temiz olsun; çocuklarınız bunlardan hâsıl olur.” hadîsi ve;

“Ey îmân edenler, size rızık olarak verilenlerin temiz olanlarından yiyiniz.” (Tâhâ, 20/81) âyeti çok düşündürücüdür.

Yine otistik oğlunu büyük ölçüde baristik oksijen tedavisiyle iyileştiren Dr. Cem KINACI Türkiye’ye DAN’ı getiren ilk kişidir. Kendisi ağır metallerin, toksinlerin ve kimyevî maddelerin vücuttan temizlenmesiyle sağlığa kavuşmanın mümkün olduğunu savunur ki; bu da bu tür zehirlere farkına varmadan maruz kalmanın tehlikesine vurgu yapar. Yediklerimizin, içtiğimiz suyun, soluduğumuz havanın, aldığımız ilâçların, aşıların kimyevî maddelerden temiz olması; bedenî olduğu kadar rûhî rahatsızlıklara yakalanmamak açısından da önem arz eder.

Ruh sağlığımızı korumak; elbette sadece ilâçlar, yiyip içtiklerimiz ve soluduğumuz havayla ilgili değildir. Özellikle depresyon ve kaygı bozukluklarıyla karıştırılan üretmek ve faydalı olmak arzusundan yoksunluktan insan bir şekilde korunmalıdır. Üretmek ve faydalı olmak arzusu, insana bir şekilde verilmelidir. Bu belki vatan-millet sevgisiyle, belki insan sevgisiyle belki de Allah sevgisiyle alâkalı olabilir. Çünkü insan; tabiatındaki üretmek arzusunu gerçekleştirebildiği ölçüde, normal ve mutlu olur.

Doğum, ölüm, hastalık, mekân değiştirme, iş değiştirme gibi; gerek hayatın normal süreçleriyle alâkalı olsun, gerekse teknoloji çağının süreçleriyle alâkalı olsun, uyum gerektiren zamanlarda insanın tutunacağı sağlam bir dalı olmalıdır. Bunalıma girmeyi önleyecek sosyal, hissî ve dînî ritüeller mutlaka olmalıdır. Ders, sohbet, zikir halkaları bizim insanımızı terapi eden en etkili yöntemlerdir. Ve yüzyıllar boyunca bunalıma girmeyişimizin, günümüzde çok artsa da hâlâ yabancı ülkelerdeki kadar çok olmayışının bir ve belki de en önemli sebebi, zannımızca gelenekten gelen sosyal yönümüz ve bu terapi halkalarıdır. Grup terapilerinden daha etkili, egoyu azdıran modern terbiye metotlarından çok daha doğru yaklaşımlardır bunlar.

Ruh sağlığımızın bozulmasını önleyici ve ruh sağlığımızı güçlendirici insan terbiye metotları var olduğu sürece; insanın zorluklara dayanma gücü de olacak, dengesini kaybedip kendisine ve etrafına zarar vermeyecek, fert ve toplum daha huzurlu olabilecektir.

________________

* http://www.psychologytoday.com/blog/suffer-the-children/201203/why-french-kids-dont-have-adhd