MÎRÂC-I NEBÎ’DEN GELEN HEDİYE ve MÜJDELER

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

Namazlarımızda otururken tahiyyat duâsı okuyoruz. Tahiyyat; hicretten bir yıl önce, Receb ayının 27’nci gecesi vukû bulan Mîrac hâdisesinde meydana geldi:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- «Kābe-kavseyn»e erişince kendisine işaret edildi:

(Rabbine selâm ver!)

-Aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz;

“–Ettehiyyâtü lillâhi ve’s-salevâtü ve’t-tayyibât.” dedi.

Cenâb-ı Rabbi’l-Âlemîn;

“–Esselâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtüh.” buyurdu.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- hemen;

“–Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi’s-sâlihîn.” dediğinde bu muhâvereyi işiten melâike de;

“Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Rasûlüh.” dediler.

İşte mîrac böyle muazzam sahnelerle doluydu. Üç aylarda idrak ettiğimiz ikinci kandil, 27 Receb gecesidir. Bu gecede bu büyük ikrâm-ı ilâhîyi, Peygamberimiz’in Allah katındaki şerefini ve mîrac vesilesiyle hatırlamamız gereken mahşeri tefekkür etmeliyiz.

Rabbimiz mîrâcın başlangıcı olan İsrâ hâdisesini şöyle beyan buyurur:

“Kulunu (Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ı) bir gece, Mescid-i Harâm’dan kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için, etrafını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O; her şeyi hakkıyla bilen, hakkıyla görendir.” (el-İsrâ, 1)

Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hâdiseyi şöyle anlatırlar:

“Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında uyku ile uyanıklık arasında idim… Yanıma merkepten büyük, katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak’tı. Ön ayağını gözünün gördüğü en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibrîl -aleyhisselâm- beni götürdü. Dünya semâsına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi.

«−Gelen kim?» denildi.

«−Cibrîl!» dedi.

«−Beraberindeki kim?» denildi.

«−Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-» dedi.

«−Ona mîrac daveti gönderildi mi?» denildi.

«−Evet!» dedi.

«−Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!» denildi ve kapı açıldı.

Kapıdan geçince, orada Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ı gördüm.

«−Bu babanız Âdem’dir! O’na selâm ver!» denildi.

Ben de selâm verdim. Selâmıma mukabele etti. Sonra bana;

«−Sâlih evlât hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!” dedi.

Sonra Hazret-i Cebrâil beni yükseltti ve ikinci semâya geldik. Burada Hazret-i Yahya ve Hazret-i İsa -aleyhimesselâm- ile karşılaştım. Onlar teyze oğullarıydı.

Sonra Cebrâil beni üçüncü semâya çıkardı ve orada Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- ile karşılaştık. Dördüncü kat semâda Hazret-i İdris -aleyhisselâm- ile, beşinci kat semâda Hazret-i Harun -aleyhisselâm- ile, altıncı kat semâda ise Hazret-i Musa -aleyhisselâm- ile karşılaştık.

«−Sâlih kardeş hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.

Ben onu geçince, ağladı. O’na;

«–Niye ağlıyorsun?» denildi.

«−Çünkü, benden sonra bir delikanlı peygamber oldu; O’nun ümmetinden cennete girecek olanlar, benim ümmetimden cennete girecek olanlardan daha çok!» dedi. Erişemediği fazîletten dolayı hüzünlenmişti.

Sonra Cebrâil beni yedinci semâya çıkardı ve Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- ile karşılaştık.

Cebrâil -aleyhisselâm-;

«−Bu, baban İbrahim’dir; ona selâm ver!» dedi.

Ben selâm verdim, o da selâmıma mukabele etti. Sonra;

«−Sâlih oğlum hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.

Daha sonra bana;

«−Yâ Muhammed! Ümmetine benden selâm söyle ve onlara cennetin toprağının çok güzel, suyunun çok tatlı, arazisinin son derece geniş ve dümdüz olduğunu bildir. Söyle de cennete çok ağaç diksinler. Cennetin ağaçları; ‘Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber!’ demekten ibarettir.» dedi.

Sonra Sidretü’l-Müntehâ’ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen’in) Hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi.

Cebrâil -aleyhisselâm- bana;

«−İşte bu, Sidretü’l-Müntehâ’dır!» dedi.

Burada dört nehir vardı: İkisi bâtınî nehir, ikisi zâhirî nehir.

«–Bunlar nedir, ey Cibrîl?» diye sordum.

Cebrâil -aleyhisselâm-;

«–Şu iki bâtınî nehir, cennetin iki nehridir. Zâhirî olanların biri Nil, diğeri de Fırat’tır!» dedi…” (Buhârî, Bed‘ü’l-Halk, 6; el-Enbiyâ, 22, 43; Menâkıbu’l-Ensâr, 42; Müslim, Îmân, 264; Tirmizî, Tefsîr, 94, Deavât, 58; Nesâî, Salât, 1; Ahmed, V, 418)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mâzî, hâl ve istikbâlin birleştiği bir noktadan cennet ve cehennemi temâşâ etti. Nitekim buyurur:

“Mîrac gecesinde cennetin kapısı üzerinde şu ibârenin yazılı olduğunu gördüm:

«Sadaka on misliyle, borç vermek ise on sekiz misliyle mükâfatlandırılacaktır.»

Ben;

«−Ey Cibrîl! Borç verilen şey niçin sadakadan daha üstün oluyor?» diye sordum.

«−Çünkü, sâil (çoğu kere) yanında para olduğu hâlde sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyacı sebebiyle talepte bulunur.» cevabını verdi.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 19)

Sidretü’l-Müntehâ’da Cebrâil -aleyhisselâm-;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Buradan öteye yalnız gideceksin!” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Niçin ey Cibrîl?” diye sordu.

O da cevaben;

“–Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam, yanar kül olurum!..” dedi. (Râzî, XXVIII, 251)

Allah Teâlâ, mîrâcı, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyan buyurur:

“İnmekte olan yıldıza and olsun. Sâhibiniz (Muhammed Mustafâ) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de konuşmamaktadır. O’nun konuşması vahiyden başka bir şey değildir. Çünkü (bildirdiklerini) O’na güçlü, kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (olan Cebrâil, Rabbinin emri üzere) öğretti. Sonra en yüksek ufukta (Sidretü’l-Müntehâ’da) iken asıl şekliyle istivâ etti (doğruldu).” (en-Necm, 1-7)

“Sonra yaklaştı ve tedellî etti.” (en-Necm, 8)

“(Muhammed Mustafâ ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar ya da daha yakın oldu.” (en-Necm, 9)

“Allah o anda kuluna vahyini bildirdi.” (en-Necm, 10)

Müslim’de rivâyet edilen bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e (mîracda) üç şey verildi: Beş vakit namaz, Bakara Sûresi’nin sonu ve ümmetinden şirke düşmeyenlerin büyük günahlarının affedildiği haberi…” (Müslim, Îmân, 279)

“(Muhammed Mustafâ’nın) gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı. (Ey inkârcılar!) O’nun gördükleri hakkında şimdi kendisiyle tartışacak mısınız? And olsun ki (Muhammed Mustafâ), onu (Cebrâîl’i) Sidretü’l-Müntehâ’da bir defa daha gördü. Orada Me’vâ cenneti vardır. O Sidre’yi kaplayan kaplamıştı.” (en-Necm, 12-16)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’e soruldu:

“–Yâ Rasûlâllah! Sidre’yi kaplayan ne gördün?”

Buyurdular ki:

“–Altundan pervânelerin onu bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allâh’ı tesbih ettiğini gördüm.” (Taberî, XXVII, 75; Müslim, Îmân, 279)

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-’nın rivâyetlerine göre:

Allah Teâlâ; Musa’yı kelâm, İbrahim’i halîllik ve Muhammed Mustafâ’yı da ru’yetullah (Cenâb-ı Hakk’ı keyfiyeti bizler tarafından bilinemeyecek bir sûrette müşâhede etme) şerefiyle taltîf etmiştir. (Taberî, XXVII, 64)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan gelen rivâyete göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Ben, yüce Rabbimi gördüm!” buyurmuştur. (Ahmed, I, 285; Heysemî, I, 78)

Bir başka rivâyette Peygamber Efendimiz;

“–Rabbini gördün mü?” sorusuna cevâben;

“–Bir nur gördüm!” buyurmuşlardır. (Müslim, Îmân, 292)

Ey kardeş; Cenâb-ı Hak, mü’minlere de cennette cemâl-i bâ kemâlini temâşâ ettirecek. O vuslat gününde, O’na nâzır olanlardan olabilmek için, Rasûlü’nün izinden ayrılmamamız îcap eder. Bilhassa O’nun bize yasakladığı şu hâllerden, ateşten kaçar gibi kaçmalıyız:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; mîracda bir topluluğa uğradılar ve gördüler ki, onların dudakları deve dudağı gibidir. Birtakım vazifeli memurlar da onların dudaklarını kesip ağızlarına taş koyuyor.

“–Ey Cibrîl! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.

Cebrâil -aleyhisselâm-;

“–Bunlar, yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir!” dedi. (Taberî, XV, 18-19)

Sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, başka bir topluluğa rastladı. Onlar da bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı:

“–Ey Cebrâil! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.

Cebrâil -aleyhisselâm-;

“–Bunlar, (gıybet etmek sûretiyle) insanların etlerini yiyenler ve onların şeref ve namuslarıyla oynayanlardır.” cevabını verdi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878)

Daha sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz orada; zinâkârları, leş yiyen bedbahtlar olarak; fâiz yiyenleri, karınları iyice şişmiş ve şeytan çarpmış rezil bir vaziyette; zinâ edip çocuklarını öldüren kadınları da, bir kısmını göğüslerinden, bir kısmını baş aşağı asılı hüsrâna dûçâr olmuş bir hâlde gördü. (Bkz. Taberî, XV, 18-19)

Fahr-i Âlem -aleyhissalâtü vesselâm- diğer bir hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

“(Mîrac esnasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenler ekseriyâ fakirler idi. Zenginler de (hesap vermek için) mahpus idiler. Bunlardan cehennemlik olanların ise ateşe atılmaları emredilmişti. Cehennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin ekserîsi kadınlardı.” (Buhârî, Rikāk, 51; Müslim, Zühd, 93)

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, işte böyle sahnelere şahit olduğu için şöyle ikaz etmektedir:

“Eğer benim bildiğimi sizler de bilmiş olsaydınız; muhakkak ki, pek az güler ve çok ağlardınız!” buyurmuştur. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)

Ey kardeş! Efendimiz’in bildirdiği bu hâller bir bir yaşanacak, ebedî hayatta perişan olmamak için, şu fânî hayatta Allâh’ın rızâsına uygun bir hayat yaşayalım. Mîrâcın hediyesi olan namazlarımızı, mîrac hususiyetinde edâ edelim.

Yine mîrâcın hediyelerinden olan Bakara Sûresi’nin sonundaki şu duâlara âmîn diyerek, bu gecenin ve hediyelerinin kıymetini bilmeye daha fazla gayret edelim:

“Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (el-Bakara, 286)

Biliriz bu gecenin,
Çok büyüktür değeri.
Çünkü Peygamberimiz,
Teşrif etti gökleri… (Gülzâr-ı İrfan)