İSKİLİPLİ ÂTIF EFENDİ -1-

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

«İslâm Dînine Sarılmak Terakkî, Kopmak Tedennî Sebebidir!»
İSKİLİPLİ ÂTIF EFENDİ -1-

“Eğer müslümanlar; ticaret, sanayi, madenler, seyahat ve ahlâk meselelerinde vârid olan Allâh’ın emirlerine uyup icaplarıyla amel etseydiler ve her meselede şerîata bağlansaydılar, büyük bir servet ve kuvvete sahip olup, bugün hiçbir yönden Avrupalıların esâretine düşmez, asla onlara muhtaç bulunmazlardı. Hâlbuki müslümanlar; zikrolunan emirlerle vazifeli kılındıkları hâlde, ona uyup boyun eğmediklerinden müstehak oldukları fakr u zarûrete dûçâr, zillet ve esârete mahkûm olmuşlardır.”

***

Bu ay sizlere;

“İnsanlığı gerçek saâdete ulaştıran yegâne din, İslâmiyet’tir. Terakkînin mânevî kuvveti dînimize sarılmaktır!” diyerek, inancın kalkınmadaki ehemmiyetli rolüne işaret eden bir Allah dostunu;

“Dînimiz, batı medeniyetinin insanlığa zarar veren kötülükleriyle asla bir araya gelemez!” buyurarak; batının her hâlini taklit etmenin affedilemez bir davranış olduğunu ifade eden bir İslâm âlimini, İskilipli Âtıf Efendi (Hoca)’yı tanıtmaya çalışacağım.

RUÛS İMTİHANINI KAZANMIŞTI

İskilipli Âtıf Efendi, 1876 yılında -o tarihte Çankırı’ya bağlı- İskilip’in Tophane Köyü’nde dünyaya geldi.

Babası, bir Türkmen aşîreti olan Akkoyunlu beylerinden Mehmed Ali Ağa idi.

Annesi ise; yıllar önce Mekke-i Mükerreme’den hicret ederek İskilip’e yerleşen Benî Hattâb aşîreti şeyhlerinden Arap Dede’nin torunu Nazlı Hanım’dı.

Küçük Âtıf; henüz 6 aylıkken annesini kaybetmiş, dedesi Hasan Kethüda tarafından büyütülmüştü. İlk tahsilini İskilip medresesi müderrisi Hoca Abdullah Efendi’den alan Âtıf Efendi; -İstanbul’a gitmesine muhalefet eden babasına rağmen- on altı yaşında ağabeyi Mürsel’le birlikte İstanbul’a, akrabalarından Müderris Mehmed Efendi’nin yanına gitmiş ve yedi yıl süren medrese tahsilinin sonunda icâzet almayı başarmıştı. Sonraki yıllarda ruûs imtihanını kazanarak «müderris» olmuştu. Ertesi yıl Fatih Camii’nde ders vermeye başlamış, bu arada Darülfünûn’un ilâhiyat şubesine kaydolmuş, 1905’te bu okuldan mezun olmuştu.

Bu günlerde; babasının elini öpmek ve rızâsı hilâfına yanından ayrılmış olması sebebiyle, ondan af dilemek için Çankırı’ya dönmeye karar vermişti.

ÂTIF BENİM TEK OĞLUM!

Âtıf Hoca; Çankırı’ya varmadan önce uğradığı güzergâhtaki son köyde dinlenirken, kendisini tanıyan köylüler ısrar ederek, geceyi köyde geçirmesini istemişlerdi. Hoca; isteklerine râzı olunca, aralarından bazıları derhâl Çankırı’ya giderek babasına;

“Oğlun müderris olmuş, yarın buraya geliyor!” diyerek müjdeyi vermişlerdi. Bu durumdan haberi olmayan Hoca; sabah arabasına binip Çankırı’ya doğru yol alırken, karşıdan tozu dumana katarak gelen atlıları görünce, arabacıya seslenmiş;

“Kenara çekil, galiba bir düğün alayı geliyor, yol ver de geçsinler!” demişti.

Fakat az sonra kafile yaklaşınca, en öndeki kır atın üzerindeki babasını tanıyan Hoca; arabadan atlamış, dedesinin mensup olduğu Türkmen geleneğine göre diz çökmüş ve henüz attan inmeden babasının üzengideki ayağını öpmüştü. Babası da heyecanla attan inmiş, oğlunu alnından öperek tebrik etmiş ve çevresindekilere;

“Âtıf Efendi benim tek oğlumdur, bunu herkes böyle bilsin!” diyerek, evlâdını affederek bağrına bastığını ilân etmişti. Babası, aynı arabada bir süre gittikten sonra oğluna;

“Oğlum kusura bakma, biz Türkmenler arabada değil, at üstünde yaşar ve ölürüz. Ben yine atıma bineyim!” demiş ve atına binerek, onu müderris görmenin sevinç ve gururu içinde yeniden kafilenin önüne geçmişti.

BURASI SENİN OBANDIR!

Ertesi gün akın akın Tophane Köyü’ne gelenler, Âtıf Hoca’yı tebrik ettikleri sırada, babası şöyle demişti:

“Âtıf evlâdım; rahmetli annenin bir vasiyeti vardı, onu yerine getir, köy camisinde vaaz et!” Hoca, bu söz üzerine pederinin sözünü yerine getirerek, onun gönlünü almıştı.

Babası günler sonra, âdeta bir ziyaretgâha dönen baba evindeki bu hayata vedâ etmeye hazırlanan oğluna;

“Artık serbestsin. Kendi gayretinle, hattâ benim rızam hilâfına okudun. Beni de âhir ömrümde müderris babası olma şerefine mazhar ettin. Allah senden râzı olsun. Artık ömrünü dilediğin gibi ilme, irfana vakfedebilirsin! Biz obadan başka yerde yaşayamayız. Sen ister obanda kalır, ister İstanbul’a gidersin. Nereye gidersen git, burası yine senin obandır!” diyerek, hayır duâda bulunmuş; böylece Âtıf Hoca, memnun ve mesrur, İstanbul’un yolunu tutmuştu.

Dersaâdet’e varır varmaz, Fatih Dersiâmlığı vazifesi üzerinde kalmak üzere, Kabataş Lisesi’nin Arapça öğretmenliğine tayin edilen Hoca; aynı yıl (1905) Fatma Zâhide Hanım’la hayatını birleştirmişti.

HUZUR DERSLERİ’NİN «MUHATAP»I!

Âtıf Hoca; Meşîhat-ı İslâmiyye Dairesi’nde bulunan dersiâmların mağduriyetlerinin giderilmesi konusunda gösterdiği gayretler sebebiyle, Şeyhülislâm Efendi tarafından Bodrum’a sürülmüştü. Hoca; oradan, Kırımlı İbrahim Tâlî Efendi’nin pasaportu ile Kırım’a geçmiş, ancak II. Meşrûtiyet’in ilânı esnasında (1908) İstanbul’a dönmüştü.

1910’da Medreseler Müfettişliğine getirilen Hoca; Sebîlürreşad ve Beyânü’l-Hak’ta makaleler yayınlamış, 1913’te Donanma Cemiyeti yararına kaleme aldığı; «Nazar-ı Şerîatta Kuvve-i Berriyye ve Bahriyyenin Önemi» isimli kitapçığı sebebiyle cemiyetten takdirname almıştı.

31 Mart Olayı sonrasında tevkif edilen ve bir süre cezaevinde tutulan Âtıf Efendi, daha sonra Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesi (1913) hâdisesine karıştığı gerekçesiyle Sinop’a sürülmüştü. Çorum ve civarlarında bir buçuk yıl kadar sürgün hayatı yaşayan Hoca; suçsuzluğunun anlaşılması üzerine yeniden İstanbul’a dönmüş, resmî makamlarca kendisinden özür dilenmişti.

1919’da Teâlî-i İslâm Cemiyeti’nin1 başkanlığına getirilen Âtıf Efendi; İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini ve Bolşevizm Hareketi’ni beyannameler dağıtarak protesto etmiş, kitaplar bastırarak köy çocuklarının irfanına hizmet etmişti. Âtıf Hoca, 1922 Ramazân’ında Sultan Vahîdeddîn’in «Huzur Dersleri»ne2 «muhatap» sıfatıyla davet edilmişti.

PADİŞAHTAN GELSE KABUL ETMEM!

Âtıf Hoca; bu mertebeye yükseldikten sonra bile tevâzu, mahviyet ve asâletinden vazgeçmemiş, hiç kimseden hediye ve ihsan kabul etmemek itiyâdından zerre kadar taviz vermemişti. Bir gün saraydaki bir iftar sofrasında çatal-bıçakla yemek yiyişine hayret eden Padişah, kendisine şöyle demişti:

“–Hocaefendi Hazretleri, çatal bıçakla yemek yemeyi günah addedenler var!”

Âtıf Efendi bu söze;

“–Peygamber Efendimiz’den sonra icat edilen, ama temizlik bakımından lüzumlu olan şeylerin kullanılmasında günah yoktur!” tarzında cevap vererek bu hususta uzun izahatta bulunmuştu. Bunun üzerine Padişah;

“–Şimdiye kadar temas ettiğimiz ulemâ arasında, meseleleri bu şekilde izah edeni görmemiştik!” diyerek, kendisini takdir etmiş, bir de hediye vermek istemişti. Lâkin Hoca; ihsana alıştırılmamasını rica ederek, hediye kabul etmekte mazur olduğunu söylemiş, herkesi hayrette bırakan bir nezâket ve asâletle Sultan’ın âtıfetini reddetme cesareti göstermişti.

***

Bir gün emektar odacılarından Salih; bayramı vesile ederek hocanın evine bir tepsi baklava götürmüş, karısının pek nefis baklava yaptığından söz ederek hediyesinin kabulünü rica etmişti. Ancak içerideki odadan, kapıda cereyan eden konuşmaları işiten Âtıf Hoca; hemen yerinden kalkmış ve kapıda gördüğü pek sevdiği odacısı emektar Salih’e şöyle çıkışmıştı:

“Sen benim huyumu bilmez misin? Al bu tepsiyi götür, çoluk-çocuk afiyetle yiyin. Bir daha da böyle beni sinirlendirecek davranışlarda bulunmayın… Haydi bakayım… Bizler de yemiş gibi olduk!”

Ertesi gün ise, Salih’in kalbini kırmış olma ihtimalini düşünerek;

“Oğlum ne yapayım elimde değil? Hediye padişahtan dahî gelse kabul edemem. Can çıkar huy çıkmaz, demezler mi? İşte benimki de öyle!” diyerek, onun gönlünü almayı ihmal etmemişti.

______________________

1 Cemiyet-i Müderrisîn adıyla meslekî bir cemiyet olarak kurulan; fakat sonradan fikrî, siyasî ve içtimaî faaliyetlerde bulunan bir dernek.

2 1759’dan 1924 yılında hilâfetin kaldırılmasına kadar Ramazan ayında padişahın huzûrunda yapılan tefsir dersleri.