ZORLUKLARI KOLAYLAŞTIRAN GÖNÜL MUALLİMİ

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Üniversitede öğretim üyesi olan bir tanıdığım, sohbet esnasında şöyle bir söz sarf etmişti:

“Talebelik yıllarımda öğretmen olmayı istiyordum. Üniversiteden hocam dedi ki: «Eğer illâ öğretmen olacaksan biraz dişini sık, üniversitede ol. Çünkü üniversitedeki öğrencilerin; buraya seçilerek kabul edilmiş, zekâ seviyesi elverişli, eğitim basamaklarından başarıyla geçmiş, temel becerileri kazanmış, az çok senin ne dediğini anlayabilecek seviyede talebeler olacaktır. Zannedilenin aksine üniversitede öğretim üyesi olmak; daha kolaydır, üstelik hak ettiğin karşılığı da alırsın. Diğer okullarda ise böyle bir durum yoktur, daha çok fedâkârlık yapar daha az takdir görürsün.»”

Bu haklı tespit, bana hep peygamberlerin ve Allah yoluna davet eden kâmil mürşidlerin fedâkârlığını düşündürmüştür. Çünkü onlar hiçbir şekilde yetiştirecekleri kişileri seçme imkânına sahip değildirler. Kendilerine kim îmân etmişse onlara tebliğde bulunup, tâlim ve terbiye vermeye mecburdurlar.

Gönderildiği coğrafya son derece sıkıntılıdır. Geçim kaynakları çok kısıtlıdır ve halk; tüccarlar sınıfına borçlu, muhtaç, eli mahkûm vaziyettedir. Onlar ise cehl-i mürekkep diyebileceğimiz bir hâl içinde, övünüp durdukları ve kendilerine imtiyaz tanıyan atalarının yolunda inat edip durmaktadırlar. Öyle ki, okunan âyetin belâgati karşısında sarsılıp, Kâbe’nin duvarındaki seçkin şiirleri bir bir indirmekte ama yine îmân etmemekte;

“Atalarımıza şöyle şöyle diyen Sen misin?” diyerek Peygamber’i tartaklamaktadırlar. Peygamber Efendimiz’in ise onların gönlünü alacak bir söz söyleme ve nâzil olan âyetlerden tepki çekecek kısımları gizleme hakkı yoktur.

Âyetler, Peygamber Efendimiz’i sıradan bir insan için tahammül edilemez bir çileyi emretmektedir:

“Ey Peygamber! Rabbinden Sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah Sen’i insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez.” (el-Mâide, 67)

Peygamber Efendimiz; en başta bizzat kendisi, bütün zorluklara rağmen ilâhî emre teslîmiyet imtihanından geçirilmektedir. Öyle bir teslîmiyet ki; ne gönderildiği zamana, memlekete ve cemiyete, ne de kendilerine îmân edecek şahıslara itiraz etme hakkı yoktur. Dilediği kişilere hidâyet edemez, istemediği kişileri de yanlarından uzaklaştıramaz. Hattâ toplumda tesir sahibi bir kişiyi ikna etmek için çabalarken Hazret-i İbn-i Ümmi Mektûm -radıyallâhu anh- gibi bir âmâ sahâbisi gelip soru sorduğu zaman yüzünü öte çevirme hakkına sahip değil. Getirdiği davete kim uymuş, gönlünü açmışsa, ona eğitim vermek zorunda. Cemiyetin en zavallı kesimi; köle ve câriyeler, göçmenler, garipler, yoksul çobanlar, ziraatla uğraşan taşralılar, kimsenin önem vermediği yaşlı kadınlar…

Üstelik kibirli asilzadelerin;

“Biz bunların arasına karışıp Sen’i dinleyemeyiz, bunları yanından uzaklaştır veya bize bir gün ayır!” tekliflerini bile kabul etme hakkı tanınmamıştır. O yoksullarla beraber bulunmaya «sabretmesi» emredilmiştir:

“Sabah-akşam Rablerinin rızâsını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber Sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek, gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma!” (el-Kehf, 28)

Âyetteki; «Sabret!» emri, bu talim ve terbiye işindeki sabır gerektiren zorluklara işaret etmeye kâfîdir. Gerçekten de bir talim ve terbiye okuluna talebe seçenler, yetiştirdikleri kişilerin okullarını temsil edeceğini hesap ederek dünyevî bakımdan cazibeli kişileri seçerler. Ne yazık ki Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in böyle özendirici, temsil yeteneği yüksek, parlak talebeler seçme imkânı yoktur.

Fakat O, bu zorlukların üstesinden gelmiş, Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh-; Mekkelilerin sürülerini güden bir çoban delikanlıyken, O’nun talim ve terbiyesi altında Kûfe Mektebi’nin ve İmâm-ı Âzam gibi mezheb imamlarının muallimi hâline gelmiştir. İşte Peygamber Efendimiz’in muallimliğinin farkı…

O öyle bir muallimdir ki, ilk zamanlar elinde ne diploma, ne icâzet, ne madalya, ne de imtihan derecesi, iş imkânı, makam-mevkî gibi bir teşvik edici imkân veya müeyyide yoktur. Sadece tebliğ ettiği habere îmân edenler için, ölüm ötesinde kavuşulacak mükâfatlar va‘detmekte ve cezalarla uyarmaktadır. Yani insanların şevke gelmesi ancak O’na îmân etmeleriyle mümkün olmaktadır. Îmân etmeleri de hiç şüphesiz bizzat kendisinin îmân ettiğini, bu uğurda fedâkârlıklara katlandığını görmelerine bağlıdır. Görmektedirler de…

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönlündeki samimî îmân, gönülden gönüle aksetmekte ve câhiliyye insanını zorlu bir terbiyeye ikna etmektedir.

Peygamber Efendimiz sadece samimiyetle îmân etmiş ve oturup Allâh’ın yardımının yetişmesini beklemiş de değildir. İçinde bulunduğu zor şartlara rağmen talim ve terbiye usûllerinden faydalanmıştır. Meselâ can tehlikesi altında olduğu hâlde, tebliğine devam etmiş, Erkam’ın evinde ilk mektebini tesis edip vahiy kâtipleri edinmiştir. Dikkat edilirse, Peygamberimiz’in okuma yazma bilen sayısının çok az olduğu bir toplumda eğitimin teknik alt yapısını da kendi gayretleriyle inşa ettiği fark edilebilir. O; okuma-yazma seferberliği başlatarak, vahiy kâtiplerini de kendisi yetiştirmiş ve bunlarla ilk İslâmî neşriyat faaliyetlerine başlamıştır.

Peygamberimiz’in kendisine nâzil olan âyetleri yazdırması, daha çok âyetlerin muhafazası hikmeti yönünden ele alınmıştır. Oysa Hazret-i Ömer’in hidâyetine vesile olan kız kardeşinin evine yaptığı baskının detaylarına dikkat edilirse, burada âyet metinlerinin, Erkam’ın evine, yani mektebe gelemeyenler için bir tebliğ ve talim vasıtası olduğu görülebilir. Hazret-i Ömer eve yaklaştığı zaman, Tâhâ Sûresi’nin tilâvet edildiğini işitmiştir. İçeriye girince; aceleyle, âyetleri kendilerine belletmek için gelmiş olan Habbâb kaçıp saklanır ve Hazret-i Fâtıma bint-i Hattâb da âyetlerin yazılı olduğu malzemeyi saklar.

Manzaranın detaylarından anlaşılan o ki, Peygamberimiz’in Mekke devrindeki talim ve terbiye faaliyetleri; evlerde tertiplenen sohbet, Kur’ân tilâveti ve ibâdetlerle sürdürülmektedir. Bu faaliyetin muallimleri, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mektebinde yetişen delikanlılardır. Onların eğitim araç gereci olarak yazılıp neşredilen âyet metinlerinden istifade ettiğine bakılırsa okuma yazma öğrenmiş olmalıdırlar.

Talim ve terbiye faaliyetlerinin Medine devrinde, mescidde ve suffada daha da neşv ü nemâ bulduğunu söylemek zâiddir.

Günde beş vakit kılınan namaz bile bir Kur’ân ezberi faaliyetidir. Sadece suffada kalıp ilimle meşgul olan delikanlılar değil; hurma bahçelerinde çalışan, sadece namaz için mescide gelen ashâbı bile Kur’ân’dan sûreler ezberlemektedir. Bunun yanında yeni vahyolunan âyetleri hemen öğrenmek için Peygamber Efendimiz’in mescidinde zaman geçirmeye gayret eder, hattâ geçimleri için işlerinin başına gitmeleri gerekince nöbetleşe giderlerdi.

Meselâ Hazret-i Ömer; bir gün kendisi Allah Rasûlü’nün huzûruna gelir, bir gün de ensardan olan komşusunu gönderirdi. Akşam bir araya geldiklerinde yeni öğrendiklerini birbirlerine anlatırlardı. (Buhârî, Talâk, 83)

Bunun yanında Kur’ân-ı Kerîm’in tertil üzere güzel okunması, ezberlenmesi için ilk Kur’ân kursları da sahâbe evlerinde açılmıştır. Peygamberimiz -aleyhissalâtü vesselam-’ın Kur’ân-ı Kerim okumakta yetişmiş olan sahâbîlerine hocalık vazifesi verdiğini görüyoruz. Bunlardan biri de Abdullah İbn-i Mes‘ud idi. Talebeleri her sabah İbn-i Mes‘ud’un evine gelir, oturup okumaya başlar, o da onların arasında dolaşır ve;

“Hangi sûredesin?” diye sorardı. (Hayatü’s-Sahâbe, c. 3, s. 255)

Talebe yetiştirmekten dolayı ailesini geçindirecek bir kazanç elde edemeyen İbn-i Mes‘ud’un geçim yükünü daha çok ev eşyaları imalâtında ustalaşmış olan Zeynep es-Sakafî yüklenmişti. Peygamberimiz, bu hanımın haber göndererek;

“–Kendi ev halkım için harcadığım nafakaya sadaka sevabı var mıdır?” diye sorması üzerine;

“–Sana iki sadaka sevabı vardır, hem sadaka hem de sıla-i rahm sevabı vardır.” (Buhârî, Zekât, 48) diye müjdelemişti.

Peygamberimiz’in ilim tahsilini teşvik yöntemlerinden biri de, tahsil yapanlara burs sağlamayı teşvik etmesidir. Suffada yatıp kalkan ve ilimle meşgul olan ashâbı için bağış yapmaya teşvik eder, kendisi de eline geçeni onlara ikram ederdi. Daha sonra burada yetişen muallimleri de İslâm’ı yeni öğrenenlere gönderirdi.

“Rasûlullah hayattayken Kur’ân hâfızları çoğalmıştı. Hattâ o dönemde onlardan yetmiş tanesi Bi’r-i Maûne’de (İslâm düşmanları tarafından) şehid edilmişti.” (Kenzü’l-Ummâl, c. 2, s. 223)

Peygamberimiz’in ilme teşvik için çeşitli tedbirleri vardır. Meselâ malı ve nesebine bakmayıp müslümanlardan kim daha çok Kur’ân’ı öğrenir, ezberler ve amel ederse onu kavmi içinde imam ve emir olarak tayin ederdi. (Tabakātü’l-Kübrâ, c. 8, s. 89)

Savaşlarda şehidleri defnederken bile hıfzında en fazla âyet bulunan sahâbeyi, kıble tarafına en yakın yere defnederek üstün tutardı. Bu teşvikler sayesinde sahâbe bir araya gelseler, Kur’ân okunma uğultusundan birbirini duyamaz hâle gelmişlerdi. Gece yarısı birisi Medine sokaklarında dolaşacak olsa evlerden yayılan uğultuları işitirdi. (İbn-i Sa‘d, 3:110; İbnü’l-Esir, 3:284)

Belki dikkat çekilmesi gereken husus da, Peygamberimiz’in mescide bitişik olarak inşa edilmiş hücrelerinin ve mü’minlerin anneleri olan zevcelerinin, halk eğitimindeki yeridir. Peygamberimiz suffada; uzak diyarlara muallim, kadı, komutan ve hattâ vali olarak göndereceği delikanlıları yetiştirdiği gibi, hanımları vasıtasıyla da gelecek nesilleri dünyaya getirip yetiştirecek anneleri eğitmekteydi. Peygamberimiz bazen bir kadına Kur’ân öğretilmesini, onun mehri olarak tespit ediyordu. (Ebû Dâvûd, Nikâh, 30) Böylece kadınların dînini öğrenmesinin önemine dikkat çekiyordu.

Peygamberimiz örgün eğitime olduğu kadar yaygın eğitime, halk eğitimine de büyük önem veriyordu. Peygamber Efendimiz’in akşam namazından sonra yatsıyı beklerken; ailesi ve ashâbının çoluk çocuğuna anlattığı, geçmiş milletlerin kıssaları, hikâyeli üslûba sahip mahşer manzaraları gibi vaazları halk eğitiminde kullanılacak metoda dair çok güzel örnekleri ihtivâ etmektedir. Peygamberimiz; Cuma ve bayram hutbeleri gibi geniş bir cemaate hitap ettiği zamanlarda da özlü, edebî, kolay akılda tutulan nasihatlerle talim ve terbiye vermiştir. Peygamberimiz’in talim ve terbiyesi üzerine araştırma yapanların daha bunun gibi birçok hususiyeti ortaya çıkarması mümkündür.

Özetle; daha önce mektep nedir görmemiş, ilim tahsilinin faydalarına dair hiçbir bilgisi olmayan, eğitim hayatının gerektirdiği disiplinden habersiz, ümmî bir kavmin insanlığın muallimleri hâline gelmesi gerçekten de Peygamberimiz’in muallimlik mûcizesinin apaçık şahididir. Peygamberimiz’in vârisleri olan âlimlerin de bu asra kadar en zor şartlar altında dahî dînî ilimleri yaşatıp getirmeleri de yine bu mükemmel örneğe bakıp aynısını tatbik ederek olmuştur.