ÖĞRETMEN’İN YURDUNDA

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Mekke günleri sayılı idi. Çabucak geçti. Zaten orası ibâdet yeri. İnsanlar her zaman gelemedikleri bu mübârek beldede daima Kâbe’de bulunmak ve tavaf etmek istiyorlar. Dolayısıyla gezmek, çevreyi tanımaya çalışmak; orada en büyük sermaye olan zamanı boşa harcamak mânâsına geliyor.

Medîne-i Münevvere ise farklı. Elbette burada da ibâdet var. Mescid-i Nebevî’de, özellikle hücre-i saâdetle Hazret-i Peygamber’in minberi arasında namaz kılmak hadislerde özendiriliyor. Ancak tavaf benzeri bir meşguliyet olmadığı için; insan namaz vakitleri arasında çevreyi tanımaya vakit bulabiliyor, Hazret-i Peygamber’in ve ashâbının ayak bastığı yerlerde gezinebiliyorsunuz.

Mescid-i Nebevî oldukça büyük. Üzeri gösterişten uzak, ama estetik tonozlarla örtülü. -Allah için- bakımı da gayet iyi. Mescid-i Haram’da olduğu gibi burada da zemzem ikram ediliyor.

Mekke’de olduğu gibi burada da her milletten insan var. Çehreler ve lisanlar rengârenk. En az rastlanılanlar Suudlular. Onların da çoğu görevli. Bir şey sorduğunuzda çoğu zaman cevap vermeye bile tenezzül etmiyor görünüyorlar. Lüzumlu lüzumsuz her soruya muhatap olmaktan ve insanlarla uğraşmaktan bıkmış olmalılar. Bu sebeple bir şey soracak olduğumda mütevâzı bir çehre arayıp; «Bu adam cevap verir.» kanaatine varmadan sormuyorum. Yine bir sabah namazından sonra yaşlı bir amcayı gözüme kestirip soruyorum: «Namazdan sonra ders halkaları nerede kuruluyor?» Sabah namazından sonra çok az olduğunu söylüyor. 15 senedir Medine’de ikamet etmekte olan bir Yemenli imiş meğer. Sonra Türk olduğumu öğrenince hemen; «Türklerin yaptığı revaklar burada işte!» diye eliyle gösteriyor. Sonra beni kahvaltıya davet ediyor. Ancak otele dönmem gerektiğini belirtiyorum.

Yemenliler çok sıcakkanlı insanlar. Rahmetli Ali Ulvî KURUCU Hocanın yıllarca müdürlüğünü yaptığı Ârif Hikmet Kütüphânesine gitmek isterken Mescid-i Nebevî’nin batı tarafında yerli olduğunu sandığım bir gençle karşılaştım ve kütüphânenin yerini sordum. Önce;

“–Türk müsün?” diye sordu. Ârif Hikmet Kütüphânesini sormakla kendimi deşifre ettiğimi düşündüm. Gülerek ve şaşırmış görünmeye çalışarak;

“–Evet, alnımda yazıyor mu?” karşılığını verdim. Meğer genç, Yemenli imiş;

“–Ben Yemenliyim, Türkleri ve Yemenlileri severim, benim ninem Türk idi!” demesin mi? Sonra Ârif Hikmet Kütüphânesinin kitaplarının, bulunduğumuz yerden görünmekte olan Melik Abdülaziz Kütüphânesine taşındığı zannında olduğunu belirtti. Teşekkür edip ayrıldım.

Medine’de bulunduğum 5 gün içinde ecdâdı arasında Türk bulunduğunu belirten bir başka insan da, şehri gezmek üzere bindiğimiz otobüsün şoförüydü. Mısırlı olan bu zât da dedesinin Türk olduğunu söylemişti. Orta Doğu ülkelerindeki insanların akrabalıklarına dair çok kıssa işitmiş olsam ve bunu yakın geçmişte bir arada yaşamalarının neticesi olarak çok tabiî görsem de, o anda yolcuların Türk olduğunu bildiği için şoförün nabza göre şerbet vermiş olabileceğini düşünmedim değil doğrusu. Bununla birlikte memleketinden uzakta, çoluk çocuğunun maîşetini kazanan orta yaşlarındaki bu adam; sevecen ve konuşkan biriydi. Epeyce sohbet ettik. Bu hasbihâlin şöyle bir semeresi de oldu:

Otele vardığımızda eşim telefonunu otobüste unuttuğunu fark etti. Telefonu çaldırdım. Şoför açtı. Beni hatırlayıp hatırlamadığını sordum. Hatırladığını ve beni otelin önünde beklediğini söyledi. Telefonu teslim aldıktan sonra bir şey ikram etmek istedim. Ancak gitmesi gerektiğini söyledi, sonra;

“–Söylemiştim. Ben Osmanlı’yım!” dedi.

O gün Uhud, Hendek ve Kuba’ya gitmiştik. Uhud Dağı Medîne-i Münevvere’nin kuzey batısında hilâl şeklinde içe doğru hafif bir kavis çizerek enlemesine uzanan bir dağ. Hâlid bin Velîd’in atlarıyla dolaşıp İslâm ordusunu arkadan vurduğu tepe; daha önce orayı görenlerin beyanına göre, eskiden daha büyükmüş. Oradan kum alındığı için küçülmüş. Doğrusu bu, Ebû Kubeys Dağı’nın yerine otel yapılması gibi Mekke’de de gördüğümüz bir özensizlik örneğiydi. Suudluların bid‘at hassasiyetini tenkit edenlerden değilim. Eğer bu hassasiyet olmasa orayı hurâfeler alıp götürebilir. Ancak bu özensizlik de affedilecek bir kusur değil doğrusu. «Harem» demek, «dokunulmaz» demek. İhramlı olan kişi oranın otunu bile koparamaz. Yani «harem» demek, bir nevi «sit alanı» demektir. Siz orayı öyle muhafaza etmelisiniz ki; dağı, taşı ve silûeti asla değişmemeli; oraya giden kişi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve ashâbının yaşadığı çevreyi hissedebilmeli. Şimdi ben bu hikâyeyi duyunca Sevr Mağarası hakkında dahî endişe eder oldum artık. Çünkü o mağaranın bulunduğu tepenin yanında da bir iş makinesi vardı.

Karşılaştığım birkaç örnekten hareketle genelleme yapmak istemem ama Suudlu yetkililer, bid‘at hassasiyetini farkında olarak veya olmayarak itici bir boyuta taşımışlar gibi geldi bana. Kuba’da bununla ilgili câlib-i dikkat bir diyalog yaşadım. Kuba Mescidi’ni gayet estetik ve sanatkârâne buldum. Türkiye’de tarihî camilerin bir köşesinde yapılış tarihi ve mimarî tarzları vb. hakkında bilgi veren çerçevelenmiş bir levha bulunur. Orada böyle bir şey göremediğim için yine mütevâzı yüzlü bir görevli bulmaktan başka bir çare yoktu. Nihayet birini gözüme kestirip mescidin inşasında kullanılan mimarî tarzı sordum;

“–Ne sanatı habîbî, burası yalnızca mescid, mescid!” demesin mi? Âşikâr, bu adamcağız, mescidle sanatı bir arada düşünemiyor, sanatın ibâdeti ifsâd edeceğini sanıyordu!*

Bid‘at hassasiyetinin Hendek’te başka bir tezâhürünü gördük. Ama bu, itici olmayan mâkul bir tezâhürdü. Osmanlı devrinde yapıldığı söylenen Yedi Mescidler’den birinin yanında bir görevli bizi irşâd etmeye çalıştı. Ez-cümle burayı ziyaret etmenin şer‘î bir temeli olmadığını söylüyordu. Bu arada yaka kartlarımızdan Türk olduğumuzu bildiği için Osmanlıların asırlarca İslâm’a hizmet ettiğini, burada istasyon yaptıklarını vs. söyleyerek gönlümüzü alma inceliğini göstermeyi de ihmal etmedi. Sözünü bitirince burayı ibâdet maksadıyla ziyaret etmediğimizi; Mısır’daki bir turistin piramitleri görmek isteyişi nasıl tabiî ise Hendek’in kazıldığı yeri görmenin de o kadar tabiî olduğunu, insanların Hazret-i Peygamber ve ashâbının yaşadığı çevreyi hissetmek istediklerini, ayrıca bizim özellikle Osmanlı’nın eserlerini araştırmak gibi bir gayret gütmediğimizi, Emevî, Abbâsî, Selçûkî, Eyyûbî, Memlûk vb. devletlerin hepsinin müslüman ve bizim için eşit olduğunu vb. söyleyerek onun sözlerine mukabelede bulundum.

Bu cevabı verişimde Melik Abdülaziz Kütüphânesinde yaşadıklarımın etkisi olmadığını söyleyemem. Şöyle ki; yukarıda zikrettiğim üzere Yemenli gençten Ârif Hikmet Kütüphânesi kitaplarının Melik Abdülaziz Kütüphânesine taşındığını öğrendikten sonra hemen karşımda durmakta olan ve henüz gençle karşılaşmadan önce bile dikkatimi çekmiş olan bu kütüphâneye girdim. Görevli beni yukarıya yönlendirdi. Birinci kata çıkınca kitapların sırtında «Mektebetü Ârif Hikmet / Ârif Hikmet Kütüphânesi» yazılı olduğunu gördüm ve böylece Yemenli gencin verdiği bilgi doğrulanmış oldu. Ancak orada bulunan görevli buranın kullanılmadığını, bir üste çıkmam gerektiğini söyledi. Benim amacım okumak ve araştırmak değil, kitaplara ve kütüphâne düzenine bakmaktı. Bu sebeple ikinci katı gezdikten sonra bir üste çıktım. Orada eski yazılı bazı kitaplar olduğunu da gördüm. Hâfız Dîvânı’nın Sûdî Şerhi, Tarîkat-ı Muhammediyye Tercemesi vb. Hâlbuki aşağıdaki görevli, Türkçe kitap bulunmadığını söylemişti. Ancak kütüphânenin o katı da kullanıma açık değilmiş. Bu sebeple bir görevli beni ikaz etti. Aşağı inerken de sordu:

–Türk müsün?

–Evet!

–Ârif Hikmet Kütüphânesini mi arıyorsun?

–Hayır!

Umursamaz bir edâ ile söyledim bu; «Hayır!»ı. Çünkü anladım ki, buraya gelen her Türk, Ârif Hikmet Kütüphânesini soruyor! Ve belki de bu adamlar hep Türk bakıyyesi eserlerin sorulmasından hazzetmiyorlar! Doğrusu onlara hak vereceğim hâdiselere de şahit olmadım değil! İstasyonda bulunan Anberiyye Camii önünde İzmit’ten geldiklerini öğrendiğim gruba bilgi veren pala bıyıklı bir rehber, çoğu aklî muhakemeden uzak ve hurâfeyle karışık öyle hamâsî bir nutuk çekti ki, şaşırıp kaldım:

Meğer Osmanlı, bu istasyonu ve camisini yaparken; «Türkler bizi sömürüyor!» demesinler diye binada kullanılan taşları Anadolu’dan getirmiş!

Bunlar öyle hamâsî bir atmosferde anlatılıyor ki, hâzırundan hiçbirinin aklına gelip sormuyor:

«Allâh’ın dağdaki taşlarının kullanılmasının nesi Arapları sömürmek olacakmış?»

Bu bilgi doğruysa başka bir sebebi olmalı! Sonra bu umrecilerin burada bulunuşlarıyla bu hikâyelerin, hele hele Yavuz Sultan Selim’in fetihlerinin ne alâkası var?!.

Maamâfîh Medine’yi yeniden gül şeklinde inşa etmek gibi parlak mimarlık teklifleri de ihtivâ eden bu nutuk, -daha önceki sayılarımızda neşredilen iki yazımda da (sayı 83 ve 106) ifade ettiğim gibi- aşırı Osmanlıcılık yapmanın, Türkiye’nin son dönemdeki Orta Doğu politikalarına menfî tesirde bulunacağı yönündeki kanaatimi bir kez daha pekiştirdi.

Neyse… Suudlular istasyonu müze yapmışlar. Medîne-i Münevvere ve Mescid-i Nebevî hakkında bilgi veren videoların ve levhaların bulunduğu müzeye giriş ücretsiz. Bir de Mescid-i Nebevî’nin kuzeybatı istikametinde bir müze var. Girişi ücretli olan bu müzede Mescid-i Nebevî’nin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devrindeki ilk hâlinin, kıblenin değiştirilmesinden ve genişletilmesinden sonraki hâlleriyle Ravza-i Mutahhara’nın maketleri var. Ziyaretçiler grup hâlinde alınıyor. Grup hangi millettense o milletin dilini bilen bir rehber maketler üzerinden Mescid-i Nebevî’yi anlatıyor. Ayrıca yine Mescid-i Nebevî’nin ilk hâlleriyle ilgili kısa bir slayt gösterisi de izletiliyor. Medîne-i Münevvere’ye gidenlere bu müzeyi ziyaret etmelerini mutlaka tavsiye ederim. Temennim odur ki, inşâallah ileride bu müze genişletilip daha da geliştirilir ve Mescid-i Nebevî’nin bütün İslâm tarihi boyunca uğradığı genişletme çalışmalarının maketlerini içerir. Çünkü Mescid-i Nebevî, İstasyon Müzesinde verilen bilgilere göre on defa genişletilmiş. Müzede ise yalnızca Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devrindekilere ait bilgiler var.

Hicaz’da bulunduğum on gün içinde dikkatimi en çok çeken hususlardan biri çalışanların hep yabancı oluşuydu. Mekke’de bizi Harem’den otele, otelden Harem’e götürüp getiren şoförler Endonezya, Hindistan, Sudan, Mısır, Somali gibi ülkelerden gelmiş insanlardı. Medine’de de hurma pazarında Pakistan, Türkistan vb. ülkelerden gelmiş insanlar çalışıyordu;

“–Bu çarşıda hiç Suudlu yok mu?” diye sorduğum bir esnaf gülerek ve elini yastık yaparak;

“–Suudlular yatıyor!” cevabını verdi. Aynı soruyu sorduğum Mısırlı bir şoför gülerek;

“–Suudlular yalnızca müdürlük eder!” cevabını vermişti. Otel çalışanları içinde ilk günlerden beri tanıştığımız Ahmed adındaki Suudlu gence bu muhâvereyi aktarıp;

“–Sen, bu otelin sahibi misin, müdürü mü?” diye sordum. Gülüştük.

Medine günleri güzeldi. Ancak çarçabuk geçti. Tam da namaz vakitleri sonrası kurulan ders halkalarının programını öğrenmeye başlamışken ayrılış günü gelip çattı. Yine de Advâu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân bi’l-Kur’ân adındaki tefsirin sahibi merhum âlim Şinkîtî’nin oğlunun akşam namazı sonrası verdiği tefsir derslerine birkaç kez katılma imkânı buldum. Bir kez de bir fıkıh dersine katıldım. Yani yeni yeni ısınıyordum, ama dönüş zamanı geldi. Besbelli ki, oraları yeterince tanıyabilmek daha geniş zamanlara muhtaç.

________________

*Kuba Camii’nin proje müdürlüğünü Mimar Mahmut Sami KİRAZOĞLU’nun deruhte ettiğini, içindeki kûfî hatlarının da Hasan ÇELEBİ tarafından yazıldığını bilâhare öğrendim.