DERİN BİR MUHABBET ve FEDÂKÂRLIK MESLEĞİ

YAZAR : Aydın TALAY aydintalay@gmail.com

Eğitimciliği sıradan bir vazife veya memuriyet gibi görenler, daima yanılmış ve mensup oldukları toplumu da geri bırakmışlardır. Zira öğretmen sadece maddî kalkınmayı değil mânevî yücelmeyi de onunla atbaşı götürmeyi şiar edinmiş gönül insanıdır. Mensup olduğu kültür değerlerini yaşayıp; sevgi hâlesi içinde yaşatmayı da bilen, erdemli insandır. Sorumluluğunun şuuru içinde ve kendisine emânet edilenleri hasbî gayretle kucaklayan eğitimciliğe, peygamberlik mesleği denmesi boşuna değildir. Zira onun derdi mum gibi erime pahasına, fertleri yoğurup eşref-i mahlûkat sırrına lâyık hâle getirmek ve dinamik bir toplumun sağlam zeminini hazırlamaktır. Onlar; ilim ve irfanın hizmetkârlığını Allah’tan başka kimsenin kulu ve kölesi olmadan yürüten er kişilerdir.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hiç kimsenin dayanamayacağı kadar sıkıntı çektiği Mekke döneminde, yola gelmez en katı yüreklileri bile eğitim halkasına alarak, yıldızlar misali sahâbîler yetiştirmiş, imkânların, vasıtaların bulunmadığı bir dönemde, ashâb-ı suffa gibi Kur’ân’ı bilen ve emirlerini satır satır yaşayan güzîde bir eğitim kadrosu meydana getirmiştir. Müşriklerin müslümanları çepeçevre kuşatarak aç ve susuz bıraktığı üç yıllık boykot dönemi bile, bu müstesnâ eğitim anlayışına gölge düşürememiştir. Bugün her türlü imkânlar içinde iken ufak tefek sıkıntılar karşısında oflayıp puflayan kadrolara Yûnus Emre boşuna seslenmiyor:

Okumaktan mânî ne, kişi Hakk’ı bilmektir.
Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir.
Yûnus der ki: “Ey Hoca! Gerekse var bin hacca,
Hepisinden iyice, bir gönüle girmektir.

Yerde emekleyen bir bebeğin çeşitli sesler çıkararak ilgi odağı hâline gelmek istediğini nasıl unutabiliriz!?.

Bir hayvan yavrusu, doğuşundan kısa bir süre sonra debelenip ayağa kalkarak hayatını sürdürürken; insan yavrusu sadece bunlar için, yıllar boyu ihtimamla emekleyecektir. Bu bakımdan insan; bütün yaratılmışlardan daha fazla eğitime muhtaç olduğundan, onu yoğuran müşfik eller, şuur ve şahsiyet kazandıran güvenilir ışık kaynağı olan eğitimcilerin işi, peygamberlik mesleği olarak vasıflandırılmıştır.

Örnek eğitimciler maddî ücret ve dünyalık telâşına kapılmadıkları gibi, başkalarının kazançlarının lâf cambazlığını da yapmayarak inandığını yaşayan bahadırlardır.

Bursa Ulu Cami’de uzun yıllar müezzinlik ve Doğanbey Camii’nde imamlık yapan ve 61 yaşına kadar kendini Kur’ân hizmetine hiçbir ücret talep etmeden vakfeden 14. asır ulemâsından Mehmed Muhyiddin Efendi, nihayet ısrar üzerine aylık birkaç akçelik maaşı kabul edince, rüyasında kendisine;

“Sen dereceden düştün, «üftade» oldun!” denildiği için Üftâde ismini mahlâs ve sıfat olarak benimsemiştir.

Eli öpülesi muallimler, sadece sınıflarda boy gösteren insanlar olmayıp vefâkârlığı ömür boyu sürdürmeyi dert edindiklerinden, bir talebenin felâkete düşmesine bîgâne kalmadıkları gibi ümit ve müjde kaynağı olmuşlardır. Bu satırların âciz yazarı kardeşinizin hocası Vanlı merhum Aziz AY Hocaefendi; vefatına kadar, hemen her derdimize koşmuştur.

Batıya açıldığımız ve onların kokuşmuş eğitim sistemlerini aldığımız günden beri her şeyimiz tepetaklak oldu. Zira emperyalist güçlerin sömürü ve kan üzerine kurulu medeniyet anlayışları ve felsefî akımları; ne kendilerine yâr olmuştur ne de işgal ettikleri yer halkına… Onun içindir ki ahlâk ve mâneviyat temeli üzerine yetişen talebenin yerini ezberci ve bilgi hamalı tipler dolduramadığı gibi, akademik kariyerine rağmen, sevgi ve saygı ile milletine yönelmesi beklenen bazı hocalar da fildişi kuleden ahkâm kesmeye başladı.

Dünyanın zengin dilleri arasında olan Türkçe; fakirleştiği gibi, nesiller arası anlaşma zorluğu baş gösterdi. Kökümüzü ve mayamızı teşkil eden Osmanlı’yı ayrı bir millet yerine koyarcasına Osmanlıcadan Türkçeye lügatler düzenledik.

Bunları engel bilmeden; şevkle, zevkle ve yılmadan öğrenmenin ve öğretmenin asil ve sarsılmaz ölçülerine sarılacağız. Zira gerçek eğitimci; kökü mâzîde olan geleceğin adamı olduğu gibi, kendisi ve insanı ile barışıktır. Çevresini uyanık tutan, olayları fevrî hareketlere meydan vermeden tahlil eden ve basit dünyevî menfaatler için karanlık güçlere âlet olmayan eğitimci; doğru kararları dinamik bir serinkanlılıkla alır. Dînimizin, dilimizin, örfümüzün ve şerefli tarihimizin ezelî düşmanları ile kendi arasına daima mesafeler koyar.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in canlara safâ ve ruhlara şevk veren eğitim sisteminde kendisini topluma fedâ etme azim ve cehdi olduğu gibi, doğru bilgi ile beraber onları hayra, saâdet ve selâmete çıkarma kararlılığı vardır. Aksi hâlde bilgi hamalı canavarların ve karanlık güçlerin uşağı teröristlerin her yanı işgal etmesi kaçınılmaz olurdu. Bu bakımdan hayat kısa, fakat sâlih amellere çevrilmesi gereken temel bilgiler çok olduğu için yüce Kur’ân’da faydalı ilim, «hikmet» kelimesi ile ifade edilmektedir. Öğretmen ve bağlı talebesinin, batının kokuşmuş -izm ve bezmleri ile uğraşacak vakti yoktur. Bu sebepten dolayı 13 yıllık Mekke dönemi, doğru bildiğini her türlü zorluğa rağmen yaşayan ve yaşatan, adam gibi adamların yetiştiği dönemdir. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Hikmet mü’minin kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa alır.” (Tirmizî, İlim, 19; İbn-i Mâce, Zühd, 17) ve;

“Mahşer günü âlimin mürekkebi şehidin kanından daha kıymetlidir.” (Câmiu’s-Sağir, 10026) buyurmuşlardır. O’nun emirlerine cân u gönülden bağlı güzîde nesle bakınız. Yolun ve vasıtanın çok sıkıntılı olduğu bir devirde, bir hadis öğrenmek için Horasan’dan Bağdat’a kadar geldiklerini görürsünüz.

Sağlam idareler; yetenekli elemanlarla kurulduğu gibi, işin hakkını veren özel teşebbüsler de ancak mahir usta ve elemanlarla başarıyı yakalar. Hepsinde de aranan temel özelliklerin başında, kabiliyetli ve vasıflı insan gelir ki; bunun yolu da ancak basîretli bir eğitim ve öğretimden geçer.

İşte ceddimiz Osmanlı; Avrupa’nın karanlıklar içinde olduğu çağlarda, küçük yaşlardan itibaren her sınıftan insanına sahip çıktığı gibi; ayrıca dünya esir pazarlarından satın aldığı kimsesiz kız çocuklarını en mükemmel eğitim yeri olan haremde, erkek çocuklarını ise acemî oğlanlar ve Enderun’da özenle yetiştirmeyi dert edinmiştir. Böylelikle ahlâk ve kabiliyetin önüne torpil geçemediği için, altı asır başarıdan başarıya koşulmuştur.

Allâh’ın izni ile çağ açıp çağ kapatan Fatih Sultan Mehmed, hocasına olan derin bağlılığını şu cümle ile ifade eder:

“Bütün cihan benden titrer. Ben de hocam Akşemseddîn’i gördüğüm zaman ürperirim.”

Yine çocukluğunda çok yaramaz olan Mehmed’i yoğurup, cihan padişahı hâline gelmesine vesile olan diğer bir hocası da, bilindiği gibi Molla Gûrânî’dir.

Celâdetinden dolayı kimsenin yüzüne bakmaya cesaret edemediği Yavuz Sultan Selim’in hatalarını eğitimcilere yakışır bir üslûp içinde gözlerinin içine baka baka söyleyen ve padişahın yaptığı büyük hayırlı işlerden dolayı gurura kapılmasına meydan vermeyen büyük eğitimci Zembilli Ali Efendi’yi de unutmayalım.

Devlet-i Aliyye-i Osmaniye; yeni şehir kuruluşunda mütebahhir hocaların serbestçe gidip yerleşmesine imkân tanırken, sıradan bir insanı ise beş yıl araştırdıktan sonra göçmesine haklı sebepler varsa ancak müsaade ederdi.

Çeşitli bakanlık görevlerinde bulunduğu yıllarda bile asla boş vakit geçirmeyip büyük eserler kaleme alan eğitimci Ahmed Cevdet Paşa aynı zamanda «Öğretmen Okulları Nizamnamesi»ni hazırlayan çaplı bir insandır.

Mevlâ cümlesine rahmet eyleye ve bizleri onların ciddiyeti ile hareket etmeye muvaffak eyleye. Âmîn…