ÜNSÎ HASAN EFENDİ HAZRETLERİ -1-
YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com
«Bülbülem hoş zâra geldim, gülsitânım andadır!»
ÜNSÎ HASAN EFENDİ
HAZRETLERİ -1-
Bahr-i bî-çûn mâlikîyem mülk-i kânım andadır.
Mevc-i hub bunda bırakdı lâ-mekânım andadır.
…
Ben şu ma‘den gevherîyem bu garibdir kân-ı ten,
Ben ne cevherem ne kânem çün nişânım andadır.
Ünsiyâ kân-ı enis fahrî bu Ünsî dediler,
Bunda hemân bu nişânım özge şânım andadır.
***
Bu ay sizlere, bir ilâhîsinde;
Çün bu yere aslımı ben sora geldim, ben garib.
Cânı buldum dertli oldum ol Lokmân’ım andadır!
gibi beyitlerle çağıldayan; Pîr-i Sânî Karabaş Velî Hazretleri’nin;
“Otuz iki bin âdem bana biat etti, altı yüz seksen halîfem vardır; ama bunun gibi ârif-i billâh ve sahibü’s-sır içlerinde yoktur.” diyerek iltifat ettiği bir «Gönül Sultanı»nı, Ünsî Hasan Efendi Hazretleri’ni tanıtmaya çalışacağım.
KARABAŞ VELÎ’YE İNTİSÂB EDİYOR!
A‘rec (aksak) Hasan Efendi diye de tanınan Hasan Ünsî Efendi, 1643 yılında Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde doğmuştu. Babası; Bayrâmiye tarîkatı mensuplarından, Recep Efendi isimli gönül ehli bir zâttı. Kendisinin tasavvufa olan âşinâlığı babasından geliyordu. İlk tahsilini memleketi Kastamonu’da yapan Hasan Ünsî; küçük yaşta İstanbul’a gelerek medrese eğitimi görmüş, henüz yirmi yaşında iken (1663) müderris olmuştu. Genç müderris, 1664 yılında; Ayasofya Camii’nde Beyzâvî Tefsiri ve Mesnevî-i Şerif okutuyor, meclisine gelen pek çok âlimin sorularına cevap veriyor, herkesin müşkülünü hallediyordu.
Dîvan sahibi bir şairdi. Arapça ve Farsçayı, bu dillerde şiir yazacak kadar iyi biliyordu. Bir müddet müderrislik vazifesini sürdüren ve kendisine tahsis edilen odada ikamet edip ilimle meşgul olan Hasan Ünsî Efendi; sonradan tasavvufa meylederek, Üsküdar Toptaşı’ndaki Atik Vâlide dergâhında post-nişîn olan Karabaş Velî Hazretleri’ne intisâb etmiş ve medrese hizmetini terk etmişti.
BAŞKA HOCA BULSUNLAR!
Bir gün Hasan Ünsî’nin, ulemâdan Ali Efendi nâmındaki oda komşusu; onun yanına gelerek, Kastamonu’dan Üsküdar’a, Karabaş Ali Efendi denen; âlim, fâzıl, sahib-i hâl ve sahib-i tasarruf bir zâtın geldiğini, yazılı pek çok eseri olduğunu anlatarak;
“Gel seninle bu zâtın ziyaretine gidip, tanışalım.” demişti. Hasan Efendi de, bu görüşmeyi makul gördüğünden birlikte şeyhin tekkesine vâsıl olmuşlardı. Şeyh Ali Efendi kendilerini görür görmez;
“Hasan Efendi! Seninle görüşmeyi çok arzu ederdim. Allah Teâlâ’ya şükürler olsun ki mülâkat müyesser oldu.” dedikten sonra;
“–Bana asâdar Osman Efendi’yi çağırın!” buyurmuşlar, asâdar efendi geldiğinde;
“–Osman, sana dediğim kimseler bunlardı.” demişti.
Ali Efendi, Hazret’in yanında yarım saat kadar oturup sohbet ettikten sonra arkadaşının kulağına eğilerek;
“–Hasan kalk gidelim, ikindi yaklaşıyor.” diye fısıldamıştı. Hasan Efendi, âdeti olmadığı hâlde Şeyh’in ellerini ve dizini öptükten sonra kalkmış, avluya çıkmışlardı. Ali Efendi;
“Haydi gidelim!” deyince Hasan Ünsî;
“–Siz buyurun gidin, ben artık burada kalacağım.” dedi. Ali Efendi ısrar etti:
“–Burada kalmanızı gerektirecek bir durum yok. Senin medresede odan, kitapların, birçok eşyan, özellikle seni bekleyen pek çok şakirdin var, onları nasıl fedâ edersin? Burada kalamazsın, gidelim, sonra yine geliriz!”
Hasan Ünsî, hücresinin anahtarını arkadaşının üzerine atarak şöyle dedi:
“–Hücremde ne kadar kitabım ve eşyam varsa cümlesi senin olsun. Şakirtlerime de söyle, kendilerine başka hoca bulsunlar. Bugünden itibaren İstanbul’a gelmeyeceğim, meğer ki şeyhim müsaade ede!”
Hasan; bu konuşmadan sonra, Karabaş Ali Efendi’ye intisâb ederek, tekkeye yerleşmişti.
***
Hasan Ünsî; Karabaş Velî’ye intisâb etmeden önce de meşâyihi ziyaret ediyor, nerede olursa olsun onların ziyaretlerine gidiyor, onlarla tanışıp sohbetlerinde bulunuyordu. Karabaş Velî Hazretleri’ni daha önce görmemiş ve tanımamış olmasına rağmen, daha ilk görüşmesinde yanında kalıp, ona intisâb etmiş olması, Hasan Ünsî’nin o zamana kadar kendi içinde bu derin boşluğu yaşadığını ve ciddî bir arayış içinde olduğunu göstermektedir.
ARTIK SİYAH SARIKLA GEL!
Halvetiye’nin Şâbâniye kolundaki tarîkat edeplerinden biri de halîfe veya mürşid-i kâmil, kim olursa olsun, şeyhin huzûruna beyaz destarla (sarıkla) girilmesiydi.1
Karabaş Ali Hazretleri bir gün; Hasan Efendi’yi huzurlarına istediklerinde, Hasan Ünsî’nin başında siyah destar bulunuyordu. Âdâb-ı tarîkata göre; şeyh bekletilmez, huzûruna hemen -âdeta koşarak- varılırdı, ama Hasan Efendi’nin siyah sarığını çıkarıp, beyazını sarmaya vakti yoktu. Siyahın üzerine, hemen beyaz bir gömlek parçası sarıp, öylece huzûra varmışlardı.
Şeyh Efendi sordu:
“–Niçin geç geldin?”
“–Sultanım, biraz işim vardı!”
Karabaş Ali Efendi;
“–Beri gel!” buyurdular.
Sonra da, kendisine yaklaşan Hasan Ünsî’nin alelacele başına sardığı gömlek parçasını çözdüler. Altındaki siyah destar ortaya çıkmıştı. Şöyle buyurdular:
“Hasan Efendi! Bundan sonra sana izin, yanıma geldiğinde böyle siyah sarıkla gel. Yine sana izin, artık tekkede her ne işlersen işle, serbestsin!”
Halîfelerin içinde huzûr-i Şeyh’e,
Ünsî Hasan Efendi’den başka hiç kimse siyah destarla varamazdı…
OKUN TEMRENİ ALNIMA BATARDI!
A‘rec Hasan Efendi hem âlim, hem de ârif ve fâzıl bir zâttı. Dînin zâhirî yönünü meydana getiren şerîata sıkı sıkıya bağlı olduğu kadar, bâtınî yönü olan tasavvufî hayatın icaplarını da son derece titizlikle yerine getirirdi. Bu ilimleri öğrenmek için her türlü zahmet ve mihnete katlanmıştı. Dervişlerini ilme teşvik ve terğîb için onlara şöyle konuşmuştu:
“Zâhir ilimlerini öğrenmek için öyle zahmetler çektim ki anlatılamaz. Bâtın ilimlerini öğrenmek için de nice dert ve belâya uğradım. Öyle ki sürekli perhiz üzere idim, yemeyi-içmeyi terk eylemiştim. Gece-gündüz zikir hâlinde idim, uykuyu terk etmiştim. Fakat zaman zaman uykum gelirdi. Uykuya mâni olamayınca çileye girdim, ama bir müddet sonra çileye de alıştım. O durumda da uyumaya başlayınca çileyi de terk ettim, perçem2 uzattım. Sonra perçemi bir iple tavanın halkasına bağladım, zikri böyle sürdürdüm! Uykum gelip uyukladığımda, ip perçemimden yukarı çeker, gözlerim açılırdı. Ancak bir müddet sonra bu hâle de alıştım. Uykum gelince, ip perçemimden çektiğinde bile uyanmaz olmuştum. Öyle ki, başım perçemimden asılı hâlde, rahatça uyur hâle gelmiştim… Sonunda perçemimi tıraş ettim… Bundan sonra temrenli3 bir ok tedarik edip; yelek tarafını yere, temrenini alnıma dayadım. Uyku gelip başım öne düştüğünde; okun temreni alnıma batar, gözüm açılırdı. Öyle ki alnımda nasır meydana gelmişti. Bunlar dışında daha nice sıkıntılar çektim ki, inanılmaz…
Ayrıca, Acem Ağa Camii’nde yirmi yıl kadar tevhid ve devran eyledim. Yedi gün aç kaldım. Dervişlerim ve halîfelerimin çoğunluğu zenginlerdendi. Onlardan hiçbir şey talep etmedim. Öyle ki namazı ayakta kılamayacak derecede güçten kesilmiştim. Oturduğum odanın raflarında; farelerden artakalan ekmek ufakları olurdu, onları aradım, bulamadım. Helâk olmama ramak kalmıştı, ama yine de hâlimi kimseye açmadım. Hak sırrına, böyle nice riyâzet ve mücâhede ile eriştim.
Bu sözlerimi övünme ve benlik olarak anlamayınız. Kişinin, özendirmek gayesiyle kendi hâlinden söz etmesi övünme ve benlik değildir…”
____________
1 Bu usûl; kişinin hangi makam veya statüde olursa olsun, sürekli şeyhinin himmet ve irşâdına muhtaç olduğunu göstermek, aynı zamanda hâl-i hazırda şeyhinin müridlerinden biri olduğunu ifade etmek anlamındadır.
2 Perçem: Başlarını tıraş edenlerin tepede bıraktıkları saç tutamı.
3 Temren: Ok ya da kargı gibi savaş âletlerinin ucundaki sivri demirin adıdır.