Şânlı Mazimizden Seçme Nükteler –
KABRİN LİSANI

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, 679 yılında Medine’de doğdu. Annesi, Hazret-i Ömer’in torunudur. Medine’de Enes bin Mâlik, Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anhümâ-, Saîd bin Müseyyeb ve benzeri büyük âlimlerden ders aldı. Ömer bin Abdülaziz, 706’da vali olarak tayin edildiği Hicaz’da âdil idaresiyle göz doldurdu. 717 yılında (Hicrî 99) halîfe Süleyman bin Abdülmelik vefat edince, sekizinci Emevî halîfesi oldu.

Halîfe olmasının üzerinden henüz iki buçuk sene vakit geçmişti ki; halka yakın tutumu ve özellikle fakirleri gözetmesi sebebiyle, zengin tabaka halîfeye haset eder hâle geldi. Sonunda bir kölesini kandırarak Halîfe’yi zehirlemesini sağladılar. Halîfe, ölüm döşeğinde bu sûikasti öğrendi. Kendisini zehirleyen köleyi affetti, ancak komployu hazırlayan diğer kişileri yakalatarak cezalandırdı.

Halîfe Ömer bin Abdülaziz, 10 Şubat 720’de (Hicrî 101) 40 yaşlarında iken Halep’te vefat etti. Kabri, Halep’e 80 kilometre mesafede bulunan Maarratü’n-Nu‘man mevkiindedir.

***

Bir gün Ömer bin Abdülaziz, bir cenâzeye katılmıştı. Cemaat dağıldı. Ömer bin Abdülaziz bir müddet kabrin başında kaldı. Yanındakiler sordu:

“–Ey mü’minlerin emîri. Siz cenâze sahibi değilsiniz. Niçin burada bu kadar uzun kaldınız?”

Onlara şu şekilde cevap verdi:

“–Bana kabir, hâl lisanı ile; «Onların kefenlerini yırtıyorum, vücutlarını parçalıyorum, kanlarını emiyorum… Hâlâ benden ibret alınmıyor!.. » diyor.”

Bu sözleri söyledikten sonra Halîfe ağlamaya başladı. Etrafındaki yakınlarına şu nasihatte bulundu:

“Dünya ne kadar aldatıcı! Dünyada üstün mevkî ve varlık sahibi olmak hiç fayda vermiyor. Genç, ihtiyarlıyor, sonunda ölüyor. Sakın dünyanın fânî lezzet ve safâsı bizi aldatmasın! Hani nerede bizden evvel yaşayıp, ölümü kendisine uzak görenler! Burada sıhhat, güç ve kuvvetlerine aldandılar. Bu yüzden günah işlediler.”


«ONUN DA KAZÂSI VAR!»

Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi, 1889’da Konya’da (Hicrî 1303) doğdu. Sedirler Sıbyan Mektebi’nde hâfızlığını tamamladı. Âlim ve âbid olan babası Hacı Veyis Efendi’den, Ziya Efendi’den, Nakşî-Halidî Şeyhi Mehmed Bahâüddin Efendi’den ve diğer hocalardan dersler aldı. 1909’da Islâh-ı Medâris’de müderris olarak vazifeye başladı. 1925’te Pîrî Paşa Camisi’nin imam-hatipliğine tayin oldu. Daha sonra Aziziye Camii imam-hatipliği vazifesini üstlenen Hacı Veyiszâde, vefatına kadar bu camide vazifesini sürdürdü. İmam-hatipliğinin yanında tam bir vakıf insan şahsiyeti sergileyen Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi, 5 Şubat 1960 Cuma günü Konya’da rahmet-i Rahmân’a kavuştu. Naaşı mahşerî bir kalabalık eşliğinde Konya Üçler Mezarlığı’na defnedildi.

***

Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi, kendisinin yaptığı hizmetlerin kerâmetini merak edip soranlara şu cevabı verirdi:

“Oğlum; bugünün kerâmeti, hizmettir. Bugünün velîsinin, evliyâsının kerâmetini, İslâm’a yaptığı hizmetlerle ölçün. Ne yaptı, ne yapıyor; dînimize hizmet için, müslümanlara ne öğretiyor, ne anlatıyor, onları nereye sevk ediyor? İslâm’a hizmet edecek insanları yetiştiriyor mu? İslâm’ı öğretmek, yaşatmak, yükseltmek, müslümanları şuurlandırmak, onları müslümanca yaşatmak için ne gibi hizmetler düşünüyor, yapıyor; etrafındakileri nelere teşvik ediyor? Vaktini, nakdini din yoluna harcıyor mu? Zahmetlere katlanıyor mu? Her gününü, her ânını müslümanca yaşıyor, insanlara hâliyle örnek oluyor mu? (…)

İşte evlâdım; bugünün işi de, kerâmeti de, dîne ve müslümanlara hizmettir. Siz ona bakın. Kim böyle hizmet ediyorsa, Allâh’ın velî kulu, işte odur…”

***

1950’de iktidar değişince halk rahat bir nefes alır. Halk, akın akın Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi’nin yanına varır. Ve sorarlar:

“–Yıllarca dilsiz şeytanlık yaptık Hocam! Bu günahın altından nasıl kalkarız biz?”

Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi cevap verir:

“–Sadece namaz ve orucun kazâsı değil, geçmiş yılların da kazâsı olur. Kazâ edeceğiz geçmiş yıllarımızı… Ama nasıl? Daha çok çalışarak, hizmet ederek, binlerce insanımızı yetiştirecek İmam-Hatip mekteplerimizi açarak, kasamızı-kesemizi açarak, bu geçmiş yıllarımızın kazâsını yapacağız.” der.


«BENİ AYAĞA KALDIRIN!»

Sultan Abdülaziz Han, 8 Şubat 1830 tarihinde İstanbul’da doğdu. Enderun’da ihtimamla yetiştirilen Şehzade, kardeşi Sultan Abdülmecid’in vefatı üzerine 25 Haziran 1861 tarihinde tahta geçerek 32. Osmanlı Sultanı oldu. Yavuz Sultan Selim’den sonra Mısır’ı ve ardından Batı Avrupa’yı ziyaret eden ilk ve tek Osmanlı padişahıdır. 1867 yılında Paris’te açılan büyük bir sanat sergisine III. Napolyon’un daveti üzerine katılan Sultan Abdülaziz; sergiden sonra İngiltere, Belçika, Almanya, Avusturya-Macaristan gibi devletleri de ziyaret ettikten sonra geri döndü.

Döneminde; Balkan isyanları, Girit ayaklanması, Mısır’ın özerklik talebi gibi önemli siyasî gelişmeler yaşandı.

Sultan Abdülaziz Han; Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Mehmed Rüştü Paşa ile Şeyhülislâm Hasan Hayrullâh’ın tertip ettiği bir darbe neticesinde 30 Mayıs 1876’da tahttan indirildi. Bir müddet gözaltında tutulduktan sonra 4 Haziran 1876 günü canına kast edilerek kaldığı odada bilekleri kesildi. Tıbbî müdahale de kasten geciktirilince Sultan Abdülaziz, kan kaybından şehîden vefat eyledi. Naaşı, Sultan Mahmud Türbesi’ne defnedildi.

***

Bir gün hasta yatağında baygın ve sararmış bir vaziyette yatarken Sultan Abdülaziz’e;

“–Medîne-i Münevvere mücâvirlerinden bir dilekçe var!” denildiğinde yâverlerine;

“–Derhâl beni ayağa kaldırınız! Harameyn’den gelen talepleri ayakta dinleyeyim! Allah Rasûlü’ne komşu olanların talepleri, böyle ayak uzatılarak edebe mugāyir bir şekilde dinlenmez!..” diyerek Medine’ye ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem’e olan muhabbetini güzel bir sûrette izhâr etmiştir.

***

Sultan Abdülaziz Han’ın hunharca katli üzerine kız kardeşi Âdile Sultan’ın yüreğinden şu ızdıraplı mısralar dökülmüştür:

Cihân mâtem tutup kan ağlasın Abdülazîz Hân’a,
Meded Allah, mübârek cismi boyandı kızıl kāna!..
Nasıl hemşîresi bu Âdile yanmaz o hâkāna,
Ki kıydı bunca zâlimler karındaş-ı cihan-bâna…


«NAMAZIM GEÇTİ Mİ?»

Şeyh Şâmil, 1797 yılında Dağıstan’da dünyaya geldi. İlk eğitimini Said Harakānî’den aldı. Daha sonra kayınpederi olan Nakşibendî Şeyhi Cemâleddin Gazi Kumûkî Efendi’den ilim tahsil etti. İmam Hamzat’ın 1834’te şehid olmasından sonra, Aşilta’da yapılan toplantıda oy birliği ile başkanlığa getirildi. Uzun müddet Ruslarla harp eden İmam Şâmil, 1859’da Gunip kuşatmasında 70 bin Rus askerine karşı birkaç yüz kişi kalınca silâh bırakıp teslim oldu. Çar tarafından iyi bir muameleyle karşılanıp bir ay müddetle misafir edildikten sonra esâret yıllarını geçireceği Kaluga’ya gönderildi. Esârette on yıl geçirdikten sonra Şeyh Şâmil, hacca gitmek için izin istedi. Çar, tedbir olarak oğlunu alıkoydu ve haccı îfâ ettikten sonra Rusya’ya dönmesi şartıyla gitmesine izin verdi. 1870’te İstanbul üzerinden Hicaz’a giden Kafkas Kartalı Şeyh Şâmil, 4 Şubat 1871’de Medine’de rûhunu teslim etti, Cennetü’l Bakî’a defnedildi.

***

Şeyh Şâmil, düşmanla savaşırken bir ara bir süngü Şeyh Şâmil’in göğsüne saplanıp arkasından çıktı. Şeyh Şâmil süngüyü eliyle çekip atarken, önüne çıkan düşmanları yaralı hâliyle öldüre öldüre karanlıklara karıştı. Şeyh Şâmil’in yaralandığını gören Gimri Camii müezzini Mehmed Ali onu takip ederek savaş alanı dışındaki bir mağaraya sakladı. Şeyh Şâmil pek çok yerinden yaralanmış, kaburga kemiklerinin bazıları ve köprücük kemiği kırılmıştı. Asıl yara göğsünde ve sırtında olup, kan her tarafını kıpkırmızı etmişti.

Tedavi edilen Şeyh Şâmil, yirmi beş gün baygın yattı. Kendine geldiğinde, annesini baş ucunda görünce, güçlükle;

“–Anacığım! Namazımın vakti geçti mi?” diye sordu. Namazlarını îmâ ile kılarak, aylarca yatakta yatan Şeyh Şâmil’in Cenâb-ı Hakk’ın izniyle yaraları kapandı, kırılan kemikleri birbirine kaynadı, sıhhate kavuştu.