«İşte Mü’min Böyle Olur!»
AHDE VEFÂ
Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanıydı. Halîfenin huzûruna birkaç kişi arz-ı hâl etmek için girdiler. İki delikanlı, bir başka genci kollarından derdest etmiş, aralarında tutuyorlardı. Belli ki, ondan şikâyetçiydiler.
Halîfe mâruzatlarını sordu. Önce iki delikanlı derdini anlattı:
“–Biz, iki kardeşiz. Bu getirdiğimiz kişi; babamızı, katletti. Babamız, kavmi ve kabîlesi arasında sevilen ve sayılan temiz ahlâklı bir insandı. Allâh’ın kitabı ne emrediyorsa, bu kātile tatbikini istiyoruz.”
Hazret-i Ömer üçüncü gence döndü:
“–Dedikleri doğru mu? Anlat bakalım?”
Delikanlı eli yüzü düzgün, asil bir kişiye benziyordu. Sakin bir şekilde konuşmaya başladı:
“–Evet! Doğru söylüyorlar. Arzu ederseniz baştan anlatayım:
Ben ziyaret maksadıyla Medine’ye gelmiştim. Bağlar, bahçeler içerisinde bir mola verdim. Çok sevdiğim, gözümde pek kıymetli olan atımı da bir yere bağladım. Abdestten döndüğümde gördüm ki, atım bir bahçeden uzanan hurma dalını koparmış yiyor… Ben hemen mâni olacaktım, fakat bu delikanlıların babası olan, bahçe sahibi benden önce durumu görmüş ve öfkeden kıpkırmızı olmuş bir şekilde atımın üzerine doğru koşmaya başlamıştı. Öfkesini alamadı, elindeki irice bir taşı atımın alnına fırlattı. O bakmaya kıyamadığım cins atım yere yığılıverdi. Ben bu hâli görünce aklım başımdan gitti; ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette, o taşı aldığım gibi ben de yaşlı adama fırlattım. Eceli gelmiş olacak ki, o da ölüverdi!
Maksadım öldürmek değildi. Atımı öldürdüğü için canını yakmak istemiştim o kadar! Fakat emir sizindir. Hükmünüze râzıyım.
Kaçmak isteseydim kaçabilirdim. Fakat nereye? Burada bu cezayı görmesem, âhirette göreceğim muhakkak! Ben Allâh’a inanmışım. Âhiret azabının, dünya azabından ağır olacağına da inandığım için, böyle bir şeye tenezzül etmedim.”
Hazret-i Ömer, hükmünü ilân etti:
“–Cinayeti işlediğini söyledin. Sana kısas lâzım geldi.”
Delikanlı, aynı sükûnetle yine söz aldı:
“–Madem öyle boynum kıldan incedir. İtaat etmek mecburiyetindeyim. Lâkin benim uhdemde bir yetimin hakkı var. O parayı ben köyümde bir yere gömdüm. Onun yerini benden başka hiç kimse bilmiyor. Eğer beni şimdi öldürecek olursanız, o para orada gömülü kalır. O yetimin hakkı zâyî olur. Fakat bana üç gün müsaade ederseniz, o yetimin mağdur olmaması için gerekeni yapar gelirim.”
Halîfe;
“–Seni nasıl salıveririm? Bu olamaz. Ancak sana güvenilir birisi kefil olursa bırakabilirim!” dedi.
Delikanlı çaresizdi. Medine’de gurbetteydi, kimseyi tanımıyordu. Halîfenin etrafındaki zâtlara göz gezdirdi. «Ebû Zer el-Ğıfârî» Hazretleri’ni gösterip;
“–Bu zât bana kefil olur!” dedi.
Hazret-i Ömer, Ebû Zer’e dönüp;
“–Yâ Ebâ Zer, kefil olur musun?” diye sordu.
Ebû Zer Hazretleri;
“–Evet! Bu delikanlının üç güne kadar dönüp teslim olacağına kefilim!” buyurdular.
Bu kefâlete kimsenin bir itirazı olamazdı. Ebû Zer Hazretleri’nin kıymeti malûm idi.
Delikanlıyı bıraktılar.
Üçüncü gün herkes aynı meclisteydi. Gözler kapıdaydı… Henüz gelen giden yoktu. Gelmezse ne olacaktı?
Dâvâcılar;
“–Yâ Ebâ Zer! Kefil olduğun şahıs nerede? Sen bilmediğin, tanımadığın bir adama kefil oldun. Hiç giden gelir mi? Gelmeyecek olursa biz babamızın kanını almadan bir yere gitmeyiz.” diyorlardı.
Hazret-i Ebû Zer el-Ğıfârî -radıyallâhu anh-;
“–Henüz mühlet dolmadı. Vakit dolsun, gelmezse lâzım gelen ne ise yapınız…” diyordu.
Emirü’l-mü’minîn de ürpertici bir suskunluk içerisindeydi.
Ortalığı tarife sığmayan bir teessür, mahzuniyet ve keder kaplamıştı. Dâvâcılara; babalarının diyetini vermek teklifinde bulundukları hâlde onlar kabul etmeyip, mutlaka kısas yapılmasında ısrar ediyorlardı.
Şimdi ne olacaktı…
Bu gergin sessizliğin içinde gözler kapıya yöneldi: Delikanlı toz-toprak içerisinde, yorgun-argın bir hâlde görünüverdi. Kan-ter içinde, nefes nefese;
“–Sizleri belki meraklandırdım, ama ancak şimdi gelebildim. Hava sıcak, yolumuz hayli uzaktır. Haydi, buyurun yâ Emîre’l-mü’minîn, ne yapılması lâzım ise, onu bana icrâ ediniz!” dedi.
Orada bulunanlar, delikanlıya;
“–Gitmiştin, istesen gelmeyebilirdin. Gelişinin sebebi nedir?” diye sordular.
Delikanlı onlara şu cevabı verdi:
“–Gidip gelmeseydim de; «Müslümanlar içinde ahde vefâ kalmamış!» mı dedirseydim?”
Halk bu sefer Ebû Zer Hazretleri’ne sordu:
“–Yâ Ebâ Zer! Sen hiç tanımadığın, bilmediğin bir kişi için; ölümü göze alarak nasıl ve neden kefil oldun?”
Ebû Zer Hazretleri;
“–Kefâlete ihtiyaç duymuş bir mü’mine kefil olmasaydım da; «Müslümanlar arasında fazîlet kalmamış!» mı dedirseydim.”
Bu yaşanan ahde vefâ ve fazîlet nümûneleri; dâvâcı gençlerin kalbini yumuşatmıştı. Dâvâlarından vazgeçtiler. Diyet tekliflerini de reddedip;
“–Sırf Allah rızâsı için dâvâmızdan vazgeçtik!” dediler.
Halk, bu vefâkâr delikanlıyı Allah rızâsı için affeden delikanlılara;
“–Neden elinize geçmiş fırsatı değerlendirip, hiç değilse diyet alma yoluna gitmediniz?” diye sordular.
Delikanlılar cevaben;
“–Kardeşimizi affetmeyip de; «Müslümanlar içinde erbâb-ı kerem kalmamış!» mı dedirseydik.” diyerek affettikleri mü’min kardeşlerine sarılıp kucaklaştılar.
İşte o devirde toplum böyleydi. Kardeşlik böyleydi. Fazîlet, mürüvvet ve kerem yarışı böyleydi…
Rabbim bizi selef-i sâlihînin fazîletleriyle donatsın. Kardeşliğimizi, birliğimizi, dirliğimizi bozmak isteyenlere fırsat vermesin.
Âlem-i İslâm’ın selâmeti ve milletimizin, memleketimizin saâdeti ve geçmişlerimizin rûhu için el-Fâtiha!
Not: Bu niyetle üç İhlâs, bir Fâtiha okumalarını okuyucu kardeşlerimizden istirham ederiz.