Yaşamaktan mı Yaşamamaktan mı? YAŞLANMAK
YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com
Tasavvufta mürşid için kullanılan kelimeler:
Şeyh: Arapçada yaşlı, büyük.
Pîr: Farsçada yaşlı.
Baba, Dede: Türkçemizde malûm aile büyükleri.
Bir kültürün, bir mefhumu nasıl adlandırdığı önemli bir ipucudur.
O mefhumun o kültürdeki yerini bu ipuçlarından hareketle anlayabiliriz.
Mürşid kelimesine sıfat olarak gelen ve «olgun» demek olan «kâmil» de yaşlılık için kullanılan tabirlerden. Sinn-i kemâle ulaşmak, kemal çağına varmak, kâmilleşmek ifadeleri yaşlılığı, «olgunlaşmak» üzerinden ifade eden klâsik ve mahallî tabirler…
Türk kültüründe de, «Koca» ifadesi yaşlı, büyük, er, ailenin erkek reisi mânâlarıyla yaşça büyüklüğün kıymetini ifade eder.
Danışılan Dede Korkut, aksakal…
Her işin ustası, pîri.
Arapçada yaşlıyı ifade eden bir başka ifade kebîr: Yani büyük. Tıpkı Türkçede «kocaman, koca adam, Koca Yusuf» sıfatlarındaki vurgu gibi. Batı dillerinde grand bu mânâyı veriyor. Fakat yaşlı için kullandıkları «old» kelimesini, eşyanın eskiliği için de kullanmaları, yaşlılığa hürmetsizliğin bir tezâhürü olarak değerlendirilebilir.
İhtiyar kelimesinin de; kendi muhtariyetini, özerkliğini ele geçirmişlik, kendi seçimlerini kendi yapabilmek, yani olgunluk, yetişkinlik mânâlarıyla yaşlı için kullanılması ilginç. Kelimenin «irade» mânâsını ifade etmesi; ona bir tür reşîd olma, olgun davranışlar sergileme, rüşd mânâsı da yüklüyor.
Ez-cümle ihtiyarlarına olgunluk, kemal, büyüklük, irade, hikmet ve tecrübe atfetmiş, onları başköşeye oturtmuş bir medeniyetin mensuplarıyız.
İslâm ahkâmında, ölen torunun terekesinden; anaya-babaya, -bazı şartlarla- dedeye, nineye bile miras düştüğünü hatırlarsak, bu hürmet ve itibarın sadece duygu ve muamelelerde kalmadığını, maddî boyutlarının da olduğunu görebiliriz.
Nimet ve külfet iç içedir. İtibar, hürmet, pay ve pâye verilen büyüklerden, büyük vazifeler de istenir. Bütün ailenin reisi, velîsi, vasîsi, hâmîsidir onlar. Her şeyde iyi örnek olmak, kâmil bir nümûne olmak mecburiyetleri vardır.
İhtiyarları genç değilse de dinç tutacak da bu vazifeler değil midir? Gençleri de kanlarının deliliğinden koruyacak bu saygı ve tazim değil midir?
İhtiyarlar bu mânâda; Zigetvar’da, kendini urganlarla atına bağlatan yetmişlik Kanunî gibi, ayakta kalmayı bilmeli…
Gençler de «gençliği yaşama»nın kadîm hakikatlere ve büyük insanlara hürmetsizlik olmadığını anlamalı…
Zayıf bir hadiste;
“Gençlerinizin hayırlısı, (ağırbaşlılıkta) yaşlılarınıza benzeyen; yaşlılarınızın şerlisi de (nefsin emrine uymakta) gençlerinize benzeyenlerdendir.” (Taberânî, Evsat, IV, 255) buyuruluyor.
Tersi iki ihtimali de zikretmeliyiz:
Birincisi;
Genç olup da yaşlı gibi istirahate düşkün, mazeret peşinde, en ufak bir hapşırıkta tahlil, teşhis, tedavi peşinde koşan, fazlaca erken emekli olanlar, yani bu şekilde yaşlılara benzeyenler hiç de iyi genç örnekleri değildir. Gençlik; gözü budaktan esirgemeden, mevsimin hakkını vermek için gayret etme zamanıdır.
Düşünen biri;
“İnsan yaşamaktan değil, yaşamamaktan yaşlanır.” demiş. İçini doldurursak hakkı ifade eden bir söz. İnsanı mânen kocatan, çökerten şey; insanca, müslümanca yaşamamaktır. Yaşlılığı itici hâle getiren hastalıklar, -istisnâlar hariç- gençlikteki dikkatsizlikler ve özensizliklerdir. Fakat içini yanlış doldurmamalı o sözün. «Hayatımı yaşayacağım!» diyerek, nefsâniyete, mel‘anetlere girmek; gençliği bile insana zehir eder, ebedî hayatı perişan eder.
Geçen sene rahmet-i Rahmân’a uğurladığımız dedemin son aylarında, birkaç gün hastahanede refakatinde kaldım. Aynı odada; genç yaşta olduğu hâlde, ciddî kontrol altında tutulan, kırkına bile varmamış bir şahıs vardı. Doktor kontrolünde kulak misafiri olduk ki, böbrekleri iflâs etmiş. İçki, sigara ve benzeri çökertici şeylerle erkenden çökmüş…
Gençliğinde nefse, hevâya uyarak yaşlanan kişide; hiçbir kemal, hiçbir olgunluk yok. Onun ne gençliği gençlik, ne yaşlılığı hürmete lâyık.
İçkinin böbrek yahut karaciğer çürütmesi, maddî… Diğer haram ve günahlar da kalp çürütüyor, yüz kızartıyor, alın karartıyor, deri kalınlaştırıyor…
İkincisi;
Yaşlı olup da yaşlılığı bir mazeret gibi görmeyen, emekliliği ölüme, vücudun yaşına göre ihtiyacı olandan fazla uykuyu mezara ertelemiş yaşlılar da; hayırlı gençlere benzeyen, hayırlı, kâmil insanlardır. Onların ihtiyar hâlleriyle yapabildiklerine, birçok genç hayret ve gıpta eder.
Gençlerin ihtiyârı olgunluk,
İhtiyarlarda sade göz, yaşlı… (Tâlî)
İşte böyle gençlerin ve böyle yaşlıların, âhirete yüz akı ile göçecekleri umulmaz mı?
Yüzakı kelimesine de İslâm yolunda ağaran sakallar ve nurlanan yüz mânâsını ekleyemez miyiz?
Yaşlıları dinç tutan, tutması beklenen bir hakikat daha var:
Hüsn-i hâtimenin önemi. Yani final ânı mühim. Son demde hangi kelime ile ayrıldığınız, son kararınız, son sözünüz önemli. Bu sebeple, gerçek mânâda insanlık ve müslümanlık vazifelerinden emeklilik yok!..
Zâhirî tarafından bakarsak;
Yaşlılık bazı ihtiyarların da -nükteli bir şekilde dile getirdikleri gibi- aslında eve sokulmayacak bir şeydir. Bu sebeple her kültürde; «kart, köhne, bunak» gibi yaşlılığın erzel-i ömür hâlinin acınası hâlini ifade eden kelimeler de vardır. Erzel-i ömr; yani insanın elden ayaktan düştüğü, ibâdet ve temel ihtiyaçlarını yardım almadan göremez hâle geldiği çağa düşmemek için Efendimiz de duâ etmiş, bundan Allâh’a sığınmış.
Fakat ilâhî takdir olarak, bazılarımız bu hâli yaşayacak. O demlerinde de başta kendi yakınları olmak üzere, insanlığın bir imtihanı olacaklar.
Batıdan esen insancıllık işte tam burada tükeniyor.
Ötanazi, iyi ölüm demek. İyi niyetli cinayet!.. Yaşamak rezâlet olursa, öldürmek daha hayırlı diye düşünüyorlar. Niye? Böyle yaşayacağına öldürelim, kendisi için de iyi!
Pasif ötanazi, tedaviyi bırakıp ölüme terk etmek; aktif ötanazi, doktor desteğiyle intihar demek.
Zihnî engelli çocukları, ana karnında öldürmek şeklindeki zehirli fikir gibi, bu da batının aslında ne kadar insancıl (ekin etçil, otçul kelimelerindeki mânâsıyla yamyam!) olduğunu ortaya seriyor.
Dahası birçok pislik gibi Yunan kültüründen gelen bu cinayetin temelinde, doktorların «hastasını iyileştirememiş olmak yüzünden itibar kaybetmek istememeleri» yatıyormuş.
Uzmanlar; bilhassa nüfusunu durağanlaştırmış, aileyi çökertmiş gelişmiş ülkeler ve onların taklitçileri gelişmekte olan ülkelerin hızla yaşlandığını ifade ediyorlar. 21. asır, bir yaşlılar asrı olacak şeklinde tespitler var. O zaman toplu ötanazilere de şahit olur muyuz?
Dünyanın Suriye’ye sessiz kalması da bir mânâda pasif ötanazi değil midir? «Nasıl olsa ölecek, niye uğraşalım?» dercesine gaddarca seyircilik.
Ötanazi Arapçaya «katl-i rahîm / merhametli öldürme» terkîbiyle çevrilmiş! Asıl rahmet ve merhamet, insanı yaşatmak cihetinde olur. Yaşatma yönündeki gayretlerde de, netice Allah’tan beklenecektir.
Bütün problem; “Kim bakacak, niye bakacak, hangi bütçeyle bakacak?” gibi kapitalizmin acımasız mantığına tuhaf gelen sorulardan kaynaklanıyor.
İnsanın bir «hizmet alıcı» devresi var, bir de «hizmet verici» devresi.
Bir kuzu; doğumundan birkaç dakika sonra ayağa kalkar, annesinin peşinden yürür. Birçok hayvan türü de böyledir. İnsan, -bir hayvan olmadığının ispatı gibi- ayakta duramaz vaziyette dünyaya geliyor. En az dört-beş yaşına kadar tamamen alıcı. Sonra tahsilini tamamlayıp bir meslek sahibi oluncaya kadar da bağlı, bağımlı. Aileye ve çeşitli müesseselere muhtaç.
Orta yaşın sonlarına doğru; hastalıklar, bedenî ve zihnî acziyet başladığı andan itibaren yine alıcı, yine bağlı, yine muhtaç.
Arada 20-30 bilemediniz 40-50 senelik bir tek başına yetebilme dönemi var. İşte o dönemde verici, hizmet edici olmak zorunda.
Olmuyorsa, işte bu bencillik, nankörlük, acımasızlık, duyarsızlık.
Almak fakat vermemek bencilliği…
Kendisine verilen hizmetleri unutma nankörlüğü…
Hizmet bekleyenleri umursamama acımasızlığı…
Feryatları duymama duyarsızlığı…
Sağlıklı bir toplumda da vazifelerini ihmal edenler mevcut olabilir. Onlar tek tüktür. Ayıplanırlar, terbiye edilir veya edilemezler, fakat problem telâfi edilir. Ancak bugün toplum, tamamen bencilleştirilmekte. Önce çekirdek aile, büyük aileden koparıldı. Burada kalmayacak. Şimdi sırada çekirdek aile var.
Çare? Her şeyimizi örfümüze, dînimize, medeniyetimize, kültürümüze göre yeniden inşa etmemizde. İnsanın eskimediğini, hürmete lâyık bir şekilde kocadığını kabul etmekte.
Konuya başka veçheleriyle bakmayı sürdürelim:
Yaşlılık niye -elden gelse- eve sokulmamalıdır? Çünkü o, gençliğin ve dinçliğin sona ermesidir. Sıhhatin sıradan, hastalığın sıra dışı olduğu günlerin tersine dönmesidir. Hâfızanın hata vermeye başlaması, fakat hâtıraların fazlaca göz önüne gelmesidir. En önemlisi de, şifâsı bulunmayan ve bulunamayacak olan tek hastalık olan yaşlılığın, fânîliğin en büyük hatırlatıcısı olmasıdır.
Lâcerem her hayy-i dânâ irtihâl üstündedir. (Bâkî)
Malûmdur:
Hazret-i Ömer, bir dostundan her gün kendisine ölümü hatırlatmasını rica eder.
Fakat ihtiyarlığın en meşhur alâmetleri olan aklar, siyahlara galebe çalınca;
“Senin hatırlatmana hâcet kalmadı.” diyerek dostunu bu vazifeden âzâd eder.
Siyahın beyaza doğru gitmesi, bir yazının silinmesine ne kadar da benzer. Zaten insanın akıp giden zaman nehrindeki varlığı bir varmış, bir yokmuş gibi… Tahtaya bir yandan yazılıp, bir yandan silinen bir yazı gibi. Beyaza doğru gidiş, silinmek. Hayyam’ın toprak oluş vurgusunu hatırlayın. Batıda ihtiyarlar; intiharlar ile kafiyeli. Bu silinip gidişe, bu yok oluşa; inancını kaybetmiş insanların bir nevi protestosu. Sanki dramatik bir karalayış da, neticede bir siliniş değilmiş gibi!
Hâlbuki bilseler ki maddî olarak kevn ü fesad dünyasında, yazılıp bozulan bir âlemde yaşasak da, bu hayatın asıl gayesi «silinmez izler»dir… Hazret-i Mevlânâ;
“Sen, anılması güzel olan bir söz ol. Çünkü insan, kendi hakkında söylenen güzel sözlerden ibarettir.” buyurur. Bu fikri, şöyle manzum söyleyelim:
Ömür denen hikâyenin bütün hedef ve gāyesi:
Güzel güzel fiillerin geniş zaman hikâyesi…
«Geniş zaman hikâyesi» bir fiil kalıbıdır. Geçmişte gerçekleşmiş olan ve geniş bir zaman dilimine yayılan fiilleri hikâye ederken kullanılır. “Nasıl bilirdiniz?” sorusu ve cevaplarında kullanılanlar gibi:
“Allâh’a bütün kalbiyle inanırdı. Namazını kılardı. Yetimi, yoksulu gözetirdi. Çocuklarını güzel eğitirdi. Tebessüm ederdi. Asla yalan söylemezdi. Çocuklarına haram lokma yedirmezdi.”
Tersi de var elbette.
Batı kültüründen gelme bir söz vardır: «Heykeli dikilecek adam» olmak. Putperestliğin başlangıcını da, «geniş zaman hikâye»leri güzel adamları unutturmamak için heykellerinin yapılması olarak anlatan nakiller vardır. Hâlbuki en güzel âbide, zikr-i cemil, yâd-ı cemil yani hayırla hatırlanmaktır.
Şairlere kendilerini metheden kasîdeler yazdırıp, onlara câizeler ihsan eden sultanlar ve vezirlerin de derdi budur.
İnsan yine de vefâsızdır. Meselâ; iki asır evvel, bugün yaşadığımız yerde nice güzelliklere, hayırlara imza atmış biri vardır da biz adını bile bilmeyiz. Hattâ suyunu kurutup, kitâbesini parçaladığımız, duvarına yazılar yazdığımız çeşmesine bile vefâ göstermemişizdir.
Fakat Allah Teâlâ, unutmaz. O son derece vefâlıdır. O’nun kayıtları silinmez. Bir zerre ihmal ve haksızlık «O’nun kitabı»nda yoktur. Hattâ O’nun ölçüsü, on kat vefâdır. Yanlışa -eğer affetmezse- sadece mukabili olan cezayı verirken; doğrulara, güzelliklere, iyiliklere -en az- on katıyla mukabelede bulunur.
Zaten Allah bilsin diye değil de kul bilsin, kullar övsün diye yapılan hayırlardan hayır gelmez.
Bu sırları ihlâsla yaşayarak yaşlananlar, saçlarını fânî cihanın köhne değirmeninde un ufak olarak değil, «geniş zaman hikâyesi»nin içini doldurarak ağartanlar ve ağaranlar, bu sebeple mutludurlar, mesutturlar.
Yaşlı kelimesi, yaş kökünden gelir. Hem ıslaklık, hem ömür mânâsını veren bu kelimedeki ortak kökü, bitkilerle anlayabiliriz:
“Yaşayan ve yeşil olan, damarlarında su bulunan, kurumayan, yeşil yapraklar, filizler, tomurcuklar ve meyveler verebilen…”
İhtiyarlık yavaş yavaş kurumaktır zâhirî mânâda, fakat mânevî mânâda hiç de öyle değildir. Yüzyıllarca yaşamış bir çınar da bir gün kurur. Fakat nice çekirdekleri de kendi gibi bir çınar olmuştur.
Yine gül, kurumuş hâlinin güzelliğiyle, başka güzeldir. Ömrü gülce yaşayanın, kurumuş hâli bile değer taşır, hürmete lâyık olur.
Topraktan semâya çıkan su gibi,
Gülün kollarında yürüyüşümüz…
Çileli bir vuslat arzusu gibi,
Ömrü dikenlikte sürüyüşümüz…
Önce sırlı ağzı kapalı gonca,
Güldükçe açılır, bahar boyunca;
Ne de hüzünlüdür güze varınca;
Yeri yapraklarla bürüyüşümüz…
Taze gül gibiydi, geçen her sene,
Şimdi kuru fakat güzeldir yine,
Benzesin ömrümüz, gül heykeline;
Güller gibi olsun, çürüyüşümüz… (Tâlî)
İnsan fânî hayatta ölse de, ebedî bahara yeşil bir filiz vermiş bir canlılık içindedir. Öbür hayatımızda, hayat bebeklikten yaşlılığa dört mevsim şeklinde değildir. Rivâyetlere göre 33 gibi olgun bir yaşta, sabit bir gençlik ve dinçliktedir.
O gençliğin enerjisi de bu dünyadan gider:
Asırlar önce hayattır, bugün kömür dediğin;
Öbür cihanda enerjin, bugün ömür dediğin… (Tâlî)
Evet, fosil yakıtlar denilen; kömür, petrol ve benzerleri, asırlar önce hayat sürmüş organizmaların yer altında saklanmış ve enerjiye dönüşmüş hâlleridir. Buradan yakalayacağımız bir teşbihle, bugün yaşadığımız günler de, «sonsuzlaştırıcı bir bereket» ile öbür cihanda ebedî enerjimiz olacak. Tabiî cehennem kömürü değil, cennet feri olmasını dileriz.
İnsanoğlu ne kadar uğraşsa da birkaç şeyi asla bulamıyor:
• Biri yaşlanmayı durdurmak.
• Diğeri de devr-i dâim motoru, soğuk füzyon gibi ütopyalarda kendini gösteren bedava / emeksiz sonsuz enerji elde etmek.
İşte ebedî âlemde, sonsuz enerji. Burada bir tebessüm, orada asırlarca ferahlık… Burada bir yaşlının gönlünü almak, orada yaşlanmadan sürur…