Müslümanların İkinci Baharında; İSLÂM DÜŞÜNCESİ

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

İslâm düşüncesinde umumiyetle üç metot olduğu kabul edilir. Bunlar kelâm, felsefe ve tasavvuftur.
Kelâm; nassı dikkate alan, fakat onu akılla anlayıp desteklemeye çalışan metottur. Ancak mütekaddimîn (öncekiler) denilen Gazâlî (ö. 505) öncesi kelâm ile müteahhirîn (sonrakiler) denilen Gazâlî sonrasındaki kelâm arasında da belirgin bir fark vardır. Mütekaddimînin aksine müteahhirîn metot bakımından Mûtezile’ye yaklaşarak akla daha fazla önem vermiş ve tevilin kapısını aralamışlardır. Onlara göre akıl ve nakil çatışırsa akıl esas alınır, nakil ise tevil edilir. Çünkü mükemmel bir şekilde işleyen bu âlemin bir yaratıcıya muhtaç olduğuna, o yaratıcının mahlûkātını başıboş bırakmayacağına, aksi hâlde hikmetsiz bir davranış yapmış olacağına, hâlbuki hikmetsizliğin mükemmel yaratıcı oluşuyla bağdaşmadığına vb. ulaşan akıldır ya da akıl olması gerekir. Ulaştığı bu sonuçlarla dinleri ve onların mesajlarını araştırarak gerçek din ve mesajı bulan da akıldır. Öyleyse bütün bunları yapan akla uymayan bir nass tevil edilmelidir. Aksi hâlde akıl da, aklın doğruluğuna kanaat getirdiği nakil de töhmet altında kalır. Bu yaklaşım; «akıl evveldir, nakil müevveldir» sloganında ifadesini bulur.

Modern zamanlara kadar müessir olan bu anlayışı yıkamamakla birlikte onu sarsan en güçlü itiraz, VIII. asırda selef metodunu yeniden dirilten İbn-i Teymiyye (ö. 728) ve talebelerinden gelmiştir. İbn-i Teymiyye; akıl ve naklin çatışmayacağını, bunlar arasında bir çatışma sezilirse ya naklin sahih olmadığını veya aklın sarih olmadığını belirtmiştir. O hâlde kelâm metodunu kendi içinde ikiye ayırmak veya Selefiyye’yi kelâmdan ayrı bir metot olarak zikretmek gerekir.1

Felsefe hür aklı esas alarak yürütülen bir tefekkür tarzıdır. Her ne kadar felsefe kitaplarında zaman zaman nasslara yer verilirse de bunlar savunulan fikirlere esas olmaktan ziyade onları teyit ve istinas kabîlindendir. Zira -İbn-i Rüşd’ün (ö. 595) dediği gibi-; akıl ve din aynı anneden süt emen iki kardeş gibidir, hakikat din ile bulunabildiği gibi akılla da bulunabilir. Hakikat; geniş halk tabakalarına (avâma) nasslarla, havâssa (seçkinlere) ise akılla anlatılır.2 Ancak din ve felsefenin birbirinden tamamıyla ayrı olduğunu savunan filozoflar da vardır.

Tasavvuf, İslâm’ın özünde bulunan zühdü temel alarak ortaya çıkmıştır. Keşfi (sezgiyi) bilgi kaynağı olarak kabul etmesi, ona kelâm ve felsefeden ayrı bir metot vasfı kazandırmıştır. Müesseseleştiği V. asırdan itibaren günümüzdeki yaygın eğitime tekabül eden bir hizmet görmüş, halk kitlelerini ahlâkî kemâle erdirme, fertlerin “kişisel gelişim”ini sağlama ve tebliğ faaliyetlerini yürütme gibi vazifeler îfâ etmiş; ayrıca şiir, mûsıkî vb. sanatlarda büyük üstadların yetişmesine ve derinlikli eserlerin ortaya konmasına vesile olmuştur. Ancak tasavvuf, yalnızca bu faaliyetlerin yapılmasından ibaret değildir. Zaten bu kadarı, onun; kelâm ve felsefenin yanı sıra ayrı bir metot olarak sayılması için kâfî görülmeyebilir. Tasavvufun muamele denilen bu uygulama yönünün yanı sıra bir de mükâşefe veya nazarî tasavvuf denilen felsefî bir yönü vardır. Ebu’l-A‘lâ Afîfî gibi mütehassıslarının belirttiği üzere Stoacılık, Yeni Eflâtunculuk vb. kadîm ecnebî felsefe ve düşüncelerin tesirinde kalan ve Muhyiddin İbn-i Arabî (ö. 648) ile zirveye ulaşan bu tarz tasavvuf, yukarıda işaret ettiğimiz sanatların da en mühim kaynağını teşkil eder.3

Bu üç ana metoda (kelâm, felsefe ve tasavvuf) bir de işrâkîlik eklenerek şöyle bir değerlendirme yapılır: Hakikate ulaştıran araçlar akıl, vahiy ve sezgidir. Akıl ve vahyi birlikte esas alan metoda kelâm, yalnız aklı esas alana felsefe, vahiy ve sezgiyi esas alana tasavvuf, yalnız sezgiyi esas alana işrâkîlik adı verilir.

Nazarî tasavvufu da dâhil edebileceğimiz felsefe, tarih boyunca seçkinlere ait bir metot olmuş; «İslâm felsefesi» denilince de umumiyetle Fârâbî (ö. 339), İbn-i Sînâ (ö. 428) gibi Meşşâî adı verilen Aristo (ö. [M.Ö.] 322) takipçisi filozoflar akla gelmiştir. Aristo’nun görüşlerini bir nass-ı kat‘î gibi gören bu filozofların ürettikleri felsefe; batılılar tarafından orijinal bulunmayarak Yunan felsefesine düşülmüş bir hâşiye gibi görülmüş, kendileri de, Arapça konuşan Yunanlılar olarak değerlendirilmiştir. Nitekim batılıların veya onların izini sürenlerin yazdığı felsefe tarihlerinde «İslâm felsefesi»ne hiç yer verilmeden Yunan felsefesinden Orta Çağ kilise babalarına ve oradan da Rönesans’a geçildiği görülür. Çünkü batılılara göre -Renan’ın belirttiği gibi- müslümanların dille ilgili çalışmalar haricinde medeniyete hiçbir katkıları olmamış; onlar ne ürettilerse Yunan’dan, yani batıdan almışlar, modern zamanlara gelindiğinde de aldıklarını batıya iade etmişlerdir!

İslâm felsefesinin Meşşâîlik’e hasredilmesi durumunda batılıların verdikleri bu hükme katılmamak elde değildir. Bundan da öte -Ali Sâmi en-Neşşâr’ın isabetle belirttiği üzere- bu hükmü kabulden gocunmamak da lâzımdır. Gerçekten de Meşşâîlik yok sayılsa İslâm kültüründen ne eksilir? Zaten o, kültür içinde bir mescide yerleştirilmiş Zeus heykeli gibi iğreti durmaktadır. Asıl İslâm düşüncesini üretenler ise Neşşâr’a göre; kelâmcılar, fakihler, dilciler, tarihçiler ve sünnî ekole mensup mutasavvıflardır.4

Burada sayılanlara bakıldığında hemen hemen hepsinin de Kur’ân ve Sünnet merkezli veya Kitap ve Sünnet’in dili ve tarihi hakkında yapılan tefekkürler olduğu görülür. Çünkü fakihlerle Kitap ve Sünnet nasslarının amaçlarını, teşrî hikmetlerini, delâlet ve istinbat yollarını vb. araştıran usûl-i fıkıh âlimleri, dilcilerle dilin kaynakları ve dil-düşünce üzerinde duran nahiv usûlcüleri ve belâgat âlimleri, tarihçilerle ise İbn-i Haldûn (ö. 808) gibi tarih felsefesi yapanlar ve siyaset felsefesi hakkında söz söyleyen siyaset-nâme yazarları vb. kastedilmektedir. Şüphesiz bu âlimlerin ortaya koydukları hususlar birer nass değil, kendi akıllarıyla ortaya koydukları içtihatlardır. Bugün -onların eserlerinden de faydalanılarak- yeni içtihatlar, hattâ metotlar ortaya konabilir. Ancak onların çalışmalarındaki bir husus mutlaka dikkate alınmalıdır: O da yapılacak içtihadın veya önerilecek metodun Kitap ve Sünnet merkezli olmasıdır. Bu konuda yabancı unsurlara dayanmak -Mahmut KAYA Hocamızın da belirttiği üzere- Yunan felsefesinin aynıyla alınışı gibi ikinci bir hata olur.5 Fârâbî ve İbn-i Sînâ gibi büyük dâhîlerin, yaratılışı hiçbir aklî temeli olmayan «sudur nazariyesi»yle izah edip sonra da yaptıkları bu izahları burhan olarak takdim etmeleri şâyân-ı hayrettir. Bunlar ve nazarî tasavvufun ürettiği düşünceler; “Bizde bunlar da var!” diyeceğimiz kabilden bir zenginlik sayılmalı, İslâm düşüncesi ise Kur’ân ve Sünnet temelinde yenilenmelidir.

________________
1 Harun ÖĞMÜŞ, «es-Savâiku’l-Mürsele Adlı Eseri Çerçevesinde İbn-i Kayyim’in Râzî’ye Yönelttiği Tenkitler», EKEV Akademi Dergisi, sa. 38, 2009, s. 159 vd.
2 Bkz. İbn-i Rüşd, Faslu’l-makâl (nşr. Bekir KARLIĞA), İstanbul, İşaret Yayınları, 1992, s. 76-8, 81, 89-90, 93-4, 102-13.
3 Süleyman ULUDAĞ Hocamızın İslâm Düşüncesinin Yapısı (3. Baskı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1994) adındaki kitabı, İslâm düşüncesindeki bu metotları muhtasar ama son derece müfîd bir üslûpla tanıtan şâyân-ı tavsiye bir eserdir.
4 Neşşâr, Ali Sâmi, İslâm’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu (terc: Osman TUNÇ), İstanbul, İnsan Yayınları, 1999, s. 49-65.
5 Mahmut KAYA, “Kur’ân’da «İlim» Kavramı Çerçevesinde Tarihselliğe Bir Yaklaşım ve Bunun Tefsir Yöntemine Katkısı”, Kur’ân’ı Anlamada Tarihsellik Sorunu Sempozyumu, Bursa, Kurav, 1996, s. 196.