ŞU GEÇTİĞİM YOLLAR…

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Dizlerinden gelen itirazlara aldırmayıp kendini bir sonraki adımı atmaya zorlarken;

«İnsan yokuş tırmanırken yaşlandığını daha çok hissediyor.» diye düşündü.

Bu dar ve dik yokuşlu sokağa girdiğinde, ayakları kendiliğinden temposunu yavaşlatırdı. Sanki bütün bedeni ağız birliği etmiş; «Artık emekli olmalısın!» diye figan ediyordu.

On bir senedir; işe gittiği her günün sabahı, durağa varmak için aynı yolu adımlıyordu. Oturduğu siteden birkaç dakika içinde çıkıp, geniş bir caddeden geçiyor, sonunda bu yokuştan yukarı tırmanıyordu.

«Şu geçtiğim yollar, hayatın safhalarına ne kadar da çok benziyor.» diye geçirdi içinden.

Parklar ve yeşillikler içindeki site, çocukluk safhasına benziyordu; sakin, tasasız, biraz da keyifli… Sonra iki yanında uzayıp giden mağazalar, ofisler ve kamu binalarıyla tıpkı gençlik çağına benzeyen cadde… Aynen gençlik devresi gibi cazibeli, hareketli, koşuşturmalı, biraz da tehlikeli… Sonunda şu iki yanında yaşlı apartmanların birbirine omuz vererek dikildiği dar yokuş… Tenha, kasvetli, ama hayatın gerçek yüzü denilebilecek kadar hakikî…

Bu dar yokuşun apartmanları gibi, sakinleri de ekseriyetle yaşlıydı. Bilhassa alt katlar sanki belli bir yaş üstüne tahsis edilmiş gibiydi. Yıllardır gidip geldiği bu sokağın birçok sîmâsına âşinaydı artık. Meselâ şu yüksek girişte oturan güleç yüzlü kadıncağız; hemen her sabah, elinde sepetiyle, kahvaltı için taze ekmek alacak bir hayırseverin yolunu gözlerdi. Şu köşedeki pencerenin perdesi arkasından gelip geçenleri gözetleyen gözlüklü amca ise çöp bırakanların korkulu rüyasıydı. Yalnız şu zemin kattaki dairesinin penceresinde gününü geçiren şakakları çökmüş ihtiyar adamla göz göze gelmemeye dikkat etmeliydi. Çünkü bu adamcağız gece boyunca haberleri seyreder ve onu dinleyecek birini buldu mu, dişsiz ağzıyla ateşli bir nutuk atmaya başlardı. Üstelik sözünün kesilmesine tahammül edemezdi, eğer ona bir yakalanırsa, otobüsü kaçırırdı.

Elinde olmadan gülümsedi. «Ben nasıl olacağım acaba?» diye geçirdi içinden. “Çöpleri karıştıran bu teyze gibi olur muyum? Doğrusu bazen ben de çöplere atılan şeyleri görünce kıyamıyorum. Ya da şu, her sabah güne sigarayla başlayan, gelip geçenlerin selâmını, kartlaşmış sesiyle alan kadın gibi?.. Neyse ki, öyle bir alışkanlığım yok, elhamdülillâh.”

Ardından bir-iki kere öksürdü, soluk soluğa kaldığını o zaman fark etti.

«Yaşlılık kaçınılmaz, peki bu sokaktaki yaşlılardan hangisine benzemek isterim?» diye düşünürken gözüne torununun elinden tutmuş bir dede ilişti.

Bu aile her sabah beraberce kalkıp kahvaltı yaparlardı. Kızıyla damadı mı, oğluyla gelini mi bilmiyordu; genç çift beraberce giyinip işe gidiyordu. Anlaşılan torunlara da büyükanneyle büyükbaba bakıyordu.

«Çocuklar da bizimle beraber oturur mu acaba?» diye düşünürken buldu kendini…

Sonra gözü ikinci kattaki camekânlı balkona ilişti. İşte benzemek isteyeceği bir ihtiyar! Sakallı amcayı ne zaman görse, ya camiye gidip geliyordur ya da balkona yerleştirdiği iskemlesinde Kur’ân-ı Kerim okuyordur. Hanımı karşılıklı içecekleri çayları doldurup gelince, eline tesbihini alıp sehpanın karşı köşesindeki iskemlesine oturur. Ama teyze, amcaya nazaran daha canı tez olmalı ki; yerinde duramaz, bir oturur, bir kalkar. Bazen gelip geçene nereye gittiğini, nereden geldiğini sorar. Amca ise pek râzı olmaz lüzumsuz konuşmalara. Mushaf’tan hafifçe kaldırdığı başını iki yana sallayarak, gözlüklerinin altından ters ters bakar. Hanımı da;

“–Amaan, ne olmuş sorduysam?..” gibi şeyler söyleyerek kendini müdafaa eder. Arada bir tatlı tatlı çekişseler de beraberce pazara giderler, parkta otururlar.

Aile her zaman sığınak, her zaman saâdet kaynağı ama hele yaşlılıkta bambaşka bir güzellik…

İçi iyimser duygularla doluyken birden her sabah köpeğini gezdirmeye çıkan adamla burun buruna geldi. Bütün sokakta benzemekten en çok korktuğu kişi oydu herhâlde. Ya kimsesi yoktu veya geçimsizliğinden dolayı terk edilmişti. Aslında çok yaşlı sayılmazdı, belki ancak ellisinde bir adamdı… Saçlarının kırlaşması dışında bir yaşlılık emâresi yoktu üzerinde, uzunca boyuyla gayet dinç ve sağlıklı görünüyordu. Yüzündeki çizgilerin çoğu yaşlılıktan değil, kaş çatmasından veya surat asmasından meydana gelmiş izlere benziyordu.

«Ne ibretlik değil mi?» diye düşündü. «İnsanın ahlâkı, orta yaştan itibaren yüzüne nakşoluyor. Çok kullanılan mimikler, bir mühür gibi kazınıyor insanın sûretine.» Adamın sesini duydu ardından:

“–Oğlum buraya gel. Dur bakayım orada, beni bekle!”

Köpeğine, insana hitap eder gibi bir edayla konuşurdu. Ona terbiye vermekten, sözünü geçirmekten pek memnun ve mağrur bir hâli vardı. Aslında bu hâli; acı acı gülümseten, acındırıcı bir komediydi. Adamın köpeklerle daha iyi anlaşıyor olmasının sebebi, insanlardan da köpekçe davranmalarını beklemesi miydi acaba?

«Bazen ben de sözümün dinlenmemesi karşısında asabîleşiyorum. Yaşlanınca böyle olur muyum acaba?” diye endişelendi. «İnsan yaşlandıkça, senelerdir emek verdiklerinin üzerinde sözü geçsin istiyor. Haklı da… Ama itibar ve itaat zorla elde edilemiyor işte… Peki, çare ne? Nasıl itibar kazanmalı, itaat hususunda nasıl örnek olmalı?»

Yokuş bitmiş, yolu yine insan selinin aktığı geniş bir caddeye çıkmıştı. Otobüs duraklarında sıralanan insanlar arasında herkes eşit görünüyordu. Kadın-erkek, genç-yaşlı, ilim irfan ehli-cahil… hiç fark etmiyordu. Hepsi de sadece vatandaş, hepsi de sadece yolcu, hepsi de sadece emekçiydi işte…

«Komünizmden korkuyorduk, aynı şeyi kapitalizm yaptı…» diye eseflendi.

Otobüse bindiğinde aklı hâlâ yaşlılık çağında olduğundan olsa gerek, yanlarında dikilen ihtiyarlara yer vermeyen pişkin gençlere ters ters bakası geldi. Tabiî hiçbiri onun ters baktığını fark etmeyecekti, hattâ bağırmazsa sesini bile duymazlardı. Çünkü kulakları kulaklıkla tıkalı, gözleri de o, ellerindeki kitap büyüklüğünde koca telefonlardaydı…

Bir internet sitesinde mi rastlamıştı ne, şöyle bir hikmet yumurtlamışlar:

“Eğer son zamanlarda çıkan teknolojik âletlerin, ismini bile öğrenmeye yetişemiyorsanız ve kullanmayı öğrenmekten büsbütün vazgeçtiyseniz yaşlanmışsınız demektir.”

«Reklâm kokan bir âhirzaman vecîzesi!» diye geçirdi içinden. Gençlik iddiasından vazgeçmeyen insanlar, piyasaya sürülen en son model cihazı satın almak için yarış hâlinde koşuştursun diye söylenmiş herhâlde.

Ama onun için fark etmiyordu, çünkü yaşlandığını çoktan kabul etmişti. Gençlerin hareketleri fazlasıyla gözüne battığına göre kesin öyle olmalıydı. Hayâ, edep kalmamıştı, arsızca bir yüz ifadesiyle, umursamazca, her akıllarına geleni yapıyorlardı. Ne küçük biliyorlardı, ne büyük…

Gerçi şu ayakta dikilen yaşlılara bakınca da ne düşüneceğini bilemiyordu. Giyim-kuşamda, saç-sakal tıraşında gençlerle yarışmaya çalışan bu insanların da ne farkı vardı ki?

«Şu anda orta yaşlı olan kitle, altmış sekiz kuşağının eseri. Ne öğrendiler ki ne öğretecekler? Onların eserinden ne beklersin?» diye düşündü.

Hakikaten ihtiyarlık da bir sanattı. Sanat, ustasından öğrenilir; severek, hürmet ederek, örnek alarak… Sonra da sevilen, hürmet uyandıran, örnek alınan bir usta olunur, sonraki nesle öğretilir. Kendi büyükleriyle kavgalı bu ihtiyarlar, ihtiyarlık sanatını nereden öğreneceklerdi?

Otobüsten inerken;

«Hayatı kazanmayı öğrendik ama yaşanması gerektiği gibi yaşamayı öğrenemedik…» diye iç geçirdi ve kararını verdi:

«Daha fazla geç kalmadan, kendime bir usta bulmalıyım!»