ÜMMET

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Şehir hatları vapuruyla karşıya geçiyorum, yanıma oturan iki hanımın konuşması kulağıma çalınıyor. Arapçayla Türkçe karışık bir dille konuşuyorlar. Tıpkı Siirt, Mardin gibi güney illerimizin halkı gibi… Bilhassa çocuklarına Türkçe seslendikleri için hiç Suriyeli göçmen olacakları aklıma gelmiyor.

“Biz Türk asıllıyız, ana dilimiz zaten Türkçe. Buraya gelmeden önce Türk televizyonlarını seyrediyorduk. Bu yüzden çocuklar zaten Türkçeyi duyuyorlardı, ama burada sokakta tamamen Türkçe öğrendiler. Dönüşte tekrar Arapça öğrenmeleri gerekecek.” diyorlar.

Ne kadar ibretâmiz bir durum, Suriye Osmanlı’dan son kopan parçamız ve biz ne kadar benzer bir yapıya sahip olduğumuzu bu muhâcirler vesilesiyle fark ediyoruz. Gerçekten de Suriye halkının Güney Doğu Anadolu’muzdan pek farkı yok. Etnik olarak Arap, Kürt ve Türkmenlerden oluşuyor. Din ve mezhep bakımından da benzer grupları barındırıyor.

Kendim; İç Anadolu Bölgesi’ndeki bir şehrimizden bir ailenin kızı olarak yetiştiğim için, Mardinli bir ailenin gelini olana kadar, memleketimizdeki etnik çeşitlilik hakkında doğru düzgün bilgim yoktu. Zaten eğitim sistemimiz de bunu fark etmememiz için elinden geleni yapmıştı. Son zamanlarda münakaşa konusu edilen andımız, hepimizin Türk olduğunu söyleyip geçiyordu. Ama and okumakla pek bir şey değişmemiş. Bunu ülkemizde Türkçeyi güçlükle konuşan bir sürü insanımız olduğunu görünce daha iyi anlıyorum.

Ne zamandan beridir, semt pazarlarında satıcıların bir yandan benimle Türkçe konuşurken bir yandan yanımdaki, kendi anadiliyle soru soran müşteriye onların diliyle cevap verdiğini duyuyorum. İstanbul’un birçok semtinde, sokakta yürürken bir annenin pencereden sarkıp sokakta oynayan çocuğuna kendi anadiliyle seslendiğini işitiyoruz. Artık örtbas edemediğimiz bir vâkıa bu, biz çok kavimli bir toplumuz. Ama farklılıklarımıza mukabil, ortak değerleri de çok güçlü olan bir toplumuz.

Evet, ortak değerlerimiz çok. Dillerimiz farklı olsa da duâlarımız bir… Örf ve âdetlerimizde farklılıklar olsa bile, kaynağı dinden olan gelenek ve tatbikatlarımız hemen hemen aynı. Bilhassa dindar kesimlerde hassasiyetler ve tercihlerde benzerliklerin çok olması, onları birbirine daha çok yaklaştırıyor. Meselâ her iki kesimden de çocuklarına peygamberlerin, ashâb-ı kirâmın, âlimlerin adını koyanlar daha çok dindar kesim. Arap, Kürt veya Türk kavmiyetçiliği, tercihlere; en çok dindar olmayan kesimde yansıyor.

Dînî eğitim de tarafları birbirine yakınlaştırıyor. Bütün bu kavimlerin Arapça dînî eğitim almış kesimleri az çok anlaşabiliyor. Aynı dili konuşmak şart değil, aynı şeylere inanan insanlar arasında dostluk bağları hemen kuruluyor. Oysa aynı dili konuşan ama değerleri birbirine uymayan kişiler konuşsa da anlaşamıyor. Irk, soy, dil; insanları sanıldığı kadar yakınlaştırmıyor. Meselâ bahsettiğim Türkmen aileye soruyorum;

“–Türkçe bildiğiniz için iş bulmanız zor olmamıştır, öyle değil mi?” diye.

“–Eh işte, biraz…” diyor ve içini çekiyor; “Ama Türkiye bizi hayal kırıklığına uğrattı. Göçmen olduğumuz için her yerde zorlukla karşılaşıyoruz. Evleri pahalıya kiraladık, ama işe en düşük ücretle girebildik. Çok paragöz olmuş İstanbullular.” diyor.

İçim sızlıyor. Dilimin döndüğü kadar anlatıyorum:

“–İstanbul, Osmanlı zamanının İstanbul’u değil. Bu şehre herkes para kazanmak için geliyor. Bu yüzden eski İstanbul efendisinin asâleti, görgüsü bugünkü toplumda yok maalesef…” diyorum.
Gerçekten Suriyeli mülteciler konusunda büyük bir imtihan veriyoruz. Bu arada utanç verici durumlar yaşanıyor. Bir tanesine alışveriş sırasında bizzat şahit oldum. Suriyeli bir göçmen aile; birkaç parça eşya almış, nakit ödeme yapmış, para üstünü bekliyordu. Tezgâhtaki kız ise; bu aileyi Türkçe bilmedikleri gibi hesap da bilmiyor zannetmiş olmalı ki, kandırmaya çalışıyor, yirmi bir lira yerine altı lira para üstü vererek savmaya çalışıyordu. Ben de ödeme için sıramı beklediğim için ister istemez şahit oluyorum. Memleketimize sığınmış bu gariplerin kandırıldıklarını fark edince sinirlendim ve hâdiseye müdahale ettim. Kız yakalandığını anlayınca hemen avucundaki parayı müşterinin eline sıkıştırıp;

“İşte verdim ya…” diyerek olayı benden saklamaya çalıştı.

O anda o harama tenezzül eden, hem de bu zavallıların üç-beş kuruşuna göz dikecek kadar insafsız olan kız; benim gözümde bir yabancı, o garipler ise bana kendi vatandaşımdan daha yakındı.

Aynı şekilde;

“Hükûmet bizim vergilerimizle Suriyelilere yardım etmesin!” mitingi düzenleyenlerle de her ne kadar aynı dili konuşsak da hiç anlaşamıyoruz.

Allah korkusunu unutmuş, zalimleşmiş, kendi özünden ve değerlerinden uzaklaşmış bir insan; hangi dili konuşursa konuşsun ben onu anlamıyorum, onlar da bizim, bu gariplere yardım eli uzatmamızı anlamıyor, biliyorum.

Kozmetiğe, alkollü içkilere, sigaraya, günahın başkentlerine düzenlenen turistik gezilere, eğlence araç gereçlerine milyarlar harcayıp, ekonomimize cârî açık verdirenler; «Allâh’ın bize ihsan ettiği nimetlerden pek az bir kısmını memleketimize sığınan zavallılara ikram ettik.» diye eleştiriyorlar. Kardeşliği, yardımseverliği, hepsi şu yanda dursun, insanlığı anlayamıyorlarsa ne yapalım?

Biz de onların, yılbaşı gecelerinde evlerinin baş köşesini çam ağacıyla, Santa Claus’la süsleyip, hıristiyan âlemiyle aynı gecede hoplayıp zıplayıp, kafayı çekip, sonra bu derdini kimseye anlatamayan garipleri dolandıracağız, diye uğraşmalarını anlayamıyoruz.

Başlarındaki diktatörden kurtulup, izzetli bir hayat yaşamak isteyen; bu uğurda savaş verirken türlü türlü desîselerle, siyasî entrikalarla zavallı duruma düşürülenlere destek vermenin anlaşılmayacak nesi var? Madem onlar bunu anlamıyor, onlar gazete köşelerinde;

«Türkiye batıdan uzaklaşıyor. Eğer Türkiye batılı değerleri benimserse Orta Doğu için model ülke olabilir…» diye ahkâm keserken de biz onları hiç anlamayacağız. Biz Orta Doğu’ya neyle, nasıl model olacağız, şu açıkgöz tezgâhtarla mı?

Evet demokrasimizle, kalkınmamızla övünüyoruz ama; şu insanlık imtihanından yüz akıyla çıkamazsak, ümmetin arasındaki köprüler, bu sefer bir daha kurulamayacak şekilde yıkılacak.

Dış politika tercihleri, demokratik paketle birlikte atılan adımlar; bazı kesimlerce cumhuriyet tarihinde bir kırılma, bir irticâ olarak değerlendiriliyor. Bazıları hâlâ eskisi gibi zorla; “«Türküm…» dedirtelim, farklılıkları örtbas edelim.” diyorlar. Hâlbuki internet çağında kimi susturabilir, neyi örtbas edebiliriz? Tek çare, ortak değerler üzerinden kardeşlik köprüleri kurmak. Başka hiçbir çaremiz yok.

Hem ensar olmak, iki dünyada da zenginlik kaynağıdır. Geçmişte dünyanın en fazla göç almış ülkeleri, bugünün ekonomi devleri hâline gelmiştir. Başta Amerika’da olmak üzere, İngiltere’de, Almanya’da, Rusya’da neredeyse dünyanın bütün ülkelerinden gelmiş göçmenler yaşıyor.
Son zamanlarda yaşanan hâdiselerden sonra artık çok daha iyi anlıyoruz ki, biz; ümmetin geri kalanıyla ilişkiyi kesmekle, oradaki problemlerin buraya sıçramasına mâni olamayız. Aksine eğer burada huzur olsun istiyorsak, oradaki dertle dertlenmek ve oradaki ateşi söndürmek veya sönene kadar elimizden ne geliyorsa yapmak mecburiyetindeyiz.

Her ne kadar içimizde ümmetçiliği; sırf dînî-siyasî bir tercih zannedenler olsa da aslında bu hem insanî bir vecîbe hem de aklın gereği. Adâletimizi ve merhametimizi ispat eden bir kardeşlik sergilemeye mecburuz. Çünkü;

Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.

Eğer aktif bir iyilik ve medeniyet örneği sergileyemezsek hiçbir inandırıcılığımız ve saygınlığımız kalmaz. Elbette bu sorumluluğu hükûmete bırakamayız, sivil inisiyatifle bu yaraya merhem olmak hem insanlık hem Müslümanlık vazifemiz.