ÇOK HAYIFLANACAKLAR!

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Künyesi Ebû Yâkub olan Yûsuf bin Yâkub Hemedânî, 1048 senesinde (hicrî 441) Hemedan’da doğdu. İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin nesebindendir. Büyük âlimlerden fıkıh, hadis, tefsir ve kelâm gibi İslâmî ilimler tahsil etti. Zekâ ve liyâkati onu hocalarının en gözde talebesi yaptı.

Hadis ilminde derinleşen Yûsuf Hemedânî -kuddise sirruh- bir müddet sonra tasavvufa yönelerek Ebû Ali Farmedî Hazretleri’ne intisâb etti.

Yûsuf Hemedânî Hazretleri, tasavvufî eğitimini tamamladıktan sonra halkı irşâd için Merv’de bir tekke kurdu.

İmam Gazâlî Hazretleri ile dergâh arkadaşı olan bu muhterem Hak dostunun 43 yıl baş ağrısı çekmesine rağmen bir kez şikâyet etmediği bilinir.

Ahmed Yesevî ve Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri gibi pek çok büyük ârif zât yetiştiren Yûsuf Hemedânî -kuddise sirruh-; 4 Kasım 1140 tarihinde Herat’tan Merv’e gidiş yolunda Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kabr-i şerîfi Merv’dedir.

***

Bir talebesi anlatıyor:

Bir gün Şeyh’in dersi esnasında topluluğun içinden İbnu’s-Sakka isimli bir fakih ayağa kalkıp bazı sorular sordu. Onun sorularındaki kasıt ve seviyesizlikten rahatsız olan Yûsuf Hemedânî -kuddise sirruh- o kişiye şöyle seslendi:

“–Otur yerine, sana cevap vermeyeceğim; çünkü ben senin sözlerinden küfür kokusu duyuyorum. Korkarım ki sen İslâm’dan başka bir din üzere ölürsün.”

İbnü’s-Sakka isimli bu sahte fakih, sustu ve şaşkın şaşkın yerine oturdu.

Aradan bir müddet geçtikten sonra bir Bizans sefîri Bağdat’a geldi. İbnü’s-Sakka bu elçiyle bir süre konuştuktan sonra elçiye;

“–Ben sizin dîninize girmek istiyorum.” dedi.

Sefir de onu beraberinde Rum diyarına götürerek orada Bizans İmparatoru’yla tanıştırdı. İbnü’s-Sakka sonuçta hıristiyan oldu. Bağdat’tan gelen müslüman tüccarlar vaktiyle «hâfız» olduğunu bildikleri o kişiye;

“–Hâfızanda Kur’ân’dan hiçbir şey kaldı mı?” diye sordular. O da şu cevabı verdi:

“–Şu âyet hariç hiçbir şey kalmadı:

«Kâfirler vaktiyle niçin müslüman olmadıklarına çok hayıflanacaklar.»” (el-Hicr, 15/2)

HASTAYA KONUŞUR GİBİ

Hâfız Rıza ÇÖLLÜOĞLU, 1928 yılında Kızılcahamam’ın Korkmazlar Köyü’nde dünyaya geldi. 6 yaşında iken köyün imam-hatibinden Kur’ân öğrenerek hâfızlığını ikmal etti. Eğitim almak ve ilim öğrenmek için İstanbul’a giderek; kıraat, tâlim, tashîh-i huruf gibi dersler okudu. Daha sonra Nuruosmaniye, Beyazıt ve Fatih camilerinde müezzinlik yaptı. 1949 yılı sonunda Ankara’ya giderek imam-hatiplik yapan Rıza ÇÖLLÜOĞLU; 1952’de Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri’nin bir sohbetinden çok etkilenerek bir müddet sonra talebesi oldu.

1954’te Ankara’ya vaiz olarak atanan Rıza Hoca, 1976’da resmî vaizlik vazifesinden emekli oldu. Emekliliğinden sonra da vaaz ve irşad hayatını sürdürerek, başta Muradiye Vakfı olmak üzere birçok hayır kurumunun kuruluşuna öncülük etti.

İki ay önce 12 Eylül 2013 tarihinde Hakk’a yürüyen merhum hocamıza Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine sabr-ı cemil niyaz ediyoruz. Kabri, Karşıyaka Mezarlığı’ndadır.

***

Kendisi, Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri’nden bir hâtırasını şöyle nakleder.

“Allah dostlarını daha başka bir gözlükle görmek lâzım. Bir gün hâne-i saâdette, durup dururken;

«–Evlâdım Rıza Efendi, zamanımızda vaaz etmek işi çok zor bir iştir. Hakkı söylersin, bin bir türlü felâket başına gelir ama kesinlikle hakkı söylememeye kalkışma, yumuşatarak söyle olur mu oğlum?» dedi.

Maalesef biz bazen bunu yapamıyoruz. Bir vaiz efendinin yumuşatarak söyleyemeyeceği hiç bir şey yoktur. Bal gibi de dinlerler. Halka, hasta bir insana nasıl yaklaşılırsa öyle yaklaşmak lâzımdır.

«(Ey Muhammed) eğer kaba ve katı kalpli olsaydın şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi.» (Âl-i İmran, 159) buyuruluyor. Tabiî İslâm’dan taviz verme mânâsına değil ama hasta kişiye ona göre ulaşmak lâzım. En sert, en sıkıntılı olanına gitseniz bile onu teslim alabilirsiniz. Fakat onun benliğine dokunmayacaksınız.” (Altınoluk Mülâkatı)

GENÇ PADİŞAHIN HUSÛSİYETLERİ

Sultan II. Osman ya da Genç Osman, 3 Kasım 1604’te İstanbul’da doğdu. 14 yaşında iken, amcası Sultan I. Mustafa’nın tahttan indirilmesinin ardından tahta çıktı. Enderun’da iyi bir tahsil hayatı geçiren Sultan II. Osman; doğu ve batı dillerinden Arapça, Farsça, Lâtince, Yunanca ve İtalyanca bilirdi.

Zeki, gözü pek ve şecaatli olan yenilikçi Sultan, padişahlığı müddetince, İran ile barış antlaşması imzaladı. İtalya ve Akdeniz’e denizden, Lehistan’a ise karadan sefer düzenledi.

II. Genç Osman, Devlet-i Aliyye’nin duraklama devrine girdiğini görerek bu gidişâta dur diyebilmek için yeni hamleler tasarlayan ufuk sahibi bir padişahtı.

Sultan II. Osman, ecdâdının aksine 1622’de hacca gitmeye niyetlendi. Bu teşebbüs, yeniçeriler arasında rahatsızlığa yol açtı. Birtakım fitnecilerin hâdiseyi körüklemesiyle isyancı yeniçeriler harekete geçtiler ve tarihte «hâile», yani dram diye anılan Genç Osman’ın katlini 20 Mayıs 1622 tarihinde gerçekleştirdiler. Padişahın na‘şı Sultanahmet’e getirilerek oraya defnedildi.

***

Üstâd Necip Fazıl, Genç Osman’dan şöyle bahseder:

Nefs muhasebesi… Çok sevdiğimiz, sık kullandığımız ve mutlaka üstün yaratılışların çilesi diye ele aldığımız bu hâssa, Osmanlı padişahları içinde ve derece derece beş şahısta varsa bunlardan biri Genç Osman’dır.

İnsanın, iç ve dış âlemleri arasındaki nisbetler tablosunu çizmek ve şahsiyetini bulmak borcuna dayanan bu hâssa, Genç Osman’ın seciyesinde, hele kendisi gibi çocuk yaşındaki bir padişaha göre ibtidâî çapta da olsa, en esaslı noktaları kuşatmaktadır:

1. Genç Osman; delilsiz ve rehbersiz, yeniçerinin bütün çürüyüşünü görmüş, yeniçerilik müessesesini, topyekûn, olanca etrafı ve muhitiyle kökünden kazıma hükmüne varmıştır.

2. Osmanlı padişahlarını; an‘ane veya «âdet-i kadîme» klişesiyle her yeni, doğru ve güzel hareketten alıkoyan kalıpları parçalamak azmindedir.

3. Körü körüne kalıp ve çerçeve taassubunun dışına çıkmakta; ilk davranış olarak, halktan ve Türk ırkından evlenmek gayesini gütmektedir. Başlıca niyetlerinden biri, devşirme harem usûlünü yıkmaktır.

Başta ilki olmak üzere bu üç büyük mesele genç padişahın rûhunda bütün bir fikir ve dâvâ kaynadığına ve eğer ömrü 18 yılda tükeneceği yerde; 28, 38, 48’e kadar uzasaydı kendisinden gerçek inkılâp çapında çok şey görülecek olduğuna işarettir.

NE SEN BÂKÎ, NE BEN BÂKÎ…

Asıl adı Mahmud Abdülbâkî olan şair Bâkî, 1526 yılında İstanbul’da doğdu. Babası, Fatih Camii müezzinlerindendi. İlme büyük ilgi duyan Mahmud Abdülbâkî, medreseye devam ederek ilmini artırdı.

Yaşadığı dönemde dört padişah gören Bâkî, Kanunî Sultan Süleyman’a yakınlığı ile bilinir. Eğitimini tamamladıktan sonra hayatı boyunca devlet hizmetinde bulunarak; müderrislik, kadılık ve kazaskerlik yaptı. Kanunî Sultan Süleyman tarafından;

«Padişahlığımın birkaç yerinden pek haz duymuşumdur. Bunlardan biri de Bâkî gibi tab‘ı temiz bir insanı bulup, çıkarıp itibar eylediğimdir.» iltifâtına mazhar olan Sultanü’ş-Şuarâ, 7 Nisan 1600 tarihinde İstanbul’da vefat eyledi. Kabri, Edirnekapı’dadır.

***

Kanunî Sultan Süleyman ile şair Bâkî arasında geçen bir meseleden dolayı Padişah, Bâkî’yi;

Bâkî bed,
Azm-i bülend:
Bursa’ya red!
Nefy-i ebed…

mısralarıyla Bursa’ya sürgününü ferman eylemiş. Fermanın kendisine okunmasının ardından Bâkî, irticâlî olarak şu mısraları serdetmiş:

N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend olsa ey Bâkî…
Bilesin ki cihan mülkü değil Süleyman’a bâkî.
Şehâ azminde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ,
Buna fânî cihan derler… Ne sen bâkî, ne ben bâkî…

Bu beyitler Kanunî’ye iletilince; Padişah, fermanını geri alarak, Bâkî’yi Bursa’ya sürmekten vazgeçmiş.