RÂBİA!

YAZAR : Sami GÖKSÜN

Râbiatü’l-Adeviyye tâbiîn devrinde yetişmiş hanım evliyâlardandır. Geçtiğimiz günlerde Mısır’da siyasî hâdiseler ve ardından elem verici katliamlar cereyan etti. Darbe ve baskılara karşı gelen Mısırlıların protesto için toplandığı meydanın adı Râbiatü’l-Adeviyye idi. Râbia, dördüncü demek. Sonunda bu meydandakiler, el ile dört rakamını gösteren bir işareti de milletler arası bir sembol hâline getirdiler. Bu vesile ile başta Mısır olmak üzere bütün İslâm âleminde akan kanın durmasına duâ ederek, irfân ehli bu hanım sultanı tanıtmayı arzu ettik.

Râbiatü’l-Adeviyye 95 (714) veya 99 (718) yılında Basra’da doğdu. Ailenin dördüncü çocuğu olduğundan ismini bu mânâya gelen Râbia koydular. Râbiatü’l-Adeviyye’nin ailesi çok fakirdi. Onun doğduğu gece evlerinde hiçbir şey yoktu. Annesi çok sıkıntılı bir hâldeydi. Efendisine;

“–Filân komşudan bir miktar kandil yağı isteyebilir misin?” dedi.

Râbiatü’l-Adeviyye’nin babası, Allah Teâlâ’dan başka kimseden bir şey istememeye söz vermişti. Yine de eşini üzmemek için komşuya gitti. Kapıya elini dokundu ve geri geldi;

“–Komşunun kapısı açılmadı.” dedi. Hanımı müteessir oldu ve ağladı.

Bu hâldeyken baba İsmail Efendi biraz dalar gibi oldu ve uykuya daldı. Rüyasında Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördü. Peygamber Efendimiz kendisine buyurdu ki:

“Hiç üzülme! Bu kızın öyle bir hanım olacak ki, birçok insana şefaat edecek. Yarın bir kâğıda şöyle yaz:

«Sen her gece Peygamber Efendimiz’e yüz salevât-ı şerîfe, Cuma geceleri de dört yüz salevât-ı şerîfe gönderirdin. Bu Cuma gecesi unuttun. Bunun keffâreti olarak bu yazıyı sana getiren zâta dört yüz dinar helâl parandan ver.»

Sonra Basra valisine git. O yazıyı ver.”

Râbia’nın babası uyandığında, Peygamber Efendimiz’i görmenin şevkiyle ağlıyordu. Hemen kalktı, denileni yapıp Basra valisinin yanına gitti ve mektubu verdi. Vali mektubu alınca; Rasûlullah Efendimiz’in kendisini hatırlamasının şükrü içinde, binlerce dinarı ihtiyaç sahiplerine sadaka olarak dağıttı. Ayrıca Râbiatü’l-Adeviyye’nin babasına da mektupta yazılandan çok fazlasını verdi ve bir ihtiyacı olursa tekrar gelmesini tembih ederek gönderdi.

Bolluğa kavuşan aile, kızlarına rahatça bakıp güzel bir terbiye ile büyüttüler.

Râbiatü’l-Adeviyye biraz büyümüştü ki, anne ve babası vefat etti. Böylece Râbiatü’l-Adeviyye küçük yaşta yetim ve öksüz kaldı. O zaman da Basra’da kıtlık hüküm sürmekteydi. Bu kıtlık sebebiyle kız kardeşlerinin dağılmasının ardından, yalnız başına hayat sürmeye başladı.

Bu esnada zalim bir kişi tarafından küçük bir meblâğ karşılığında köle olarak satın alındı. Gündüzleri ağır işlerde çalıştırılan Râbiatü’l-Adeviyye, geceleri kendini ibâdete verdi.

Bir gece ibâdet hâlinde iken ellerini Cenâb-ı Hakk’a açarak;

“Yâ Rabbi! Biliyorsun ki benim arzum Sen’in emirlerine uymaktır. Eğer iş benim elimde olsa, Sana ibâdetten bir an bile geri kalmazdım. İhtiyara hizmet ettiğim için, Sana gereği gibi ibâdet edemiyorum.” dedi.

Bu esnada hizmetinde bulunduğu ihtiyar bunları duydu, bir de baktı ki Râbiatü’l-Adeviyye’nin başındaki nur bütün odayı aydınlatıyor! Hemen onu âzâd etti. Eğer kabul ederse ona hizmet edebileceğini söyledi. Râbiatü’l-Adeviyye kabul etmeyerek onun yanından ayrıldı ve serbest kalınca ilk olarak hacca gitti. Bu yolculuk da sırlarla dolu idi.

Râbiatü’l-Adeviyye ilâhî aşk konusunda Cenâb-ı Hakk’a şöyle münâcatta bulunur:

“Ey Rabbim! Sen’i iki sevgi ile severim. Sevginin biri benim aşk ve iştiyâkımdan, diğeri Sen’in sevilmeye lâyık olduğundandır. Benim aşk ve iştiyâkımdan gelen sevgim; Sen’den başkasını bırakıp sadece Sen’in zikrinle meşgul olmayı, Sen’in sevilmeye lâyık olmandan gelen sevgim de bana müşâhede mertebesini ihsan buyurmuş olmandır. Şu hâlde hamd ve şükran; ne bana mahsustur, ne de övülmüş olma ciheti bana aittir. Her iki yönden de şükür ve hamd Sana mahsustur.”

Râbiatü’l-Adeviyye; yerleştiği küçük bir evde, bütün zamanını ibâdetle geçiriyordu. Geceleri çok namaz kılıyor, gündüzleri de oruç tutuyordu. Meşguliyeti hep Cenâb-ı Hak’la idi.

Bir defasında oruçlu olduğu hâlde bir hafta yiyecek bulamadı. Sekizinci gece açlığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini düşünürken birisi kapıyı çaldı. Bir tabak yemek getirmişti, o da yemeği alıp yere koydu. İçeriden mum getirmeye gitti, gelince bir kedinin yemeği dökmüş olduğunu gördü. Su bardağını almaya gitti. Mum söndü. Su içmek isterken bardak düşüp kırıldı. O da;

“–Yâ Rabbi! Beni imtihan ediyorsun, fakat âcizliğimden sabredemiyorum.” diyerek bir ah çekti ki, Bu «ah»tan neredeyse ev yıkılacaktı. Bu esnada bir ses duyuldu:

“–Ey Râbia! İstersen dünya nimetlerimi üzerine saçayım; istersen, üzerindeki dert ve belâları kaldırayım. Fakat bu dertler ve belâlarla dünya bir arada bulunmaz.”

Bu sözü işitince;

“–Yâ Rabbi! Beni kendinle meşgul eyle ve Sen’den alıkoyacak işlere bulaştırma.” diye duâ etti. Bundan sonra dünya zevklerinden öyle kesildi ki; kıldığı namazı;

“Bu benim son namazımdır.” diye huşû ile kılar, hep Allah Teâlâ ile meşgul olurdu.

Râbiatü’l-Adeviyye kefenini daima yanında taşır, namaz kılacağı zaman onu serer namazını kılar ve üzerinde uzun uzun secde ederdi. Kefeni yanında olmadan gezdiğini kimse görmedi.

Mâlik bin Dînar, Süfyân-ı Sevrî, Hasan-ı Basrî gibi zamanın tasavvuf erbabı kendisinden hem etkilenmişler hem de feyz almışlardır.

Mâlik bin Dînar şöyle anlatır:

Bir gün Râbia’nın yanına gittm. Abdestini almış, kalan sudan bir miktar da içmişti. Dikkat ettim, testinin bir tarafı kırıktı ve çok eski bir hasırda oturuyordu. Kerpiçten bir de yastığı vardı. Bunları görünce çok üzüldüm, içim sızladı ve;

“–Ey Râbia! Zengin arkadaşlarım var. Kabul edersen sana onlardan bir şeyler alayım.” dedim. Bana dönerek;

“–Yâ Mâlik! Bana da onlara da rızık veren Allah Teâlâ’dır. O, fakirleri fakir olduğu için unutup, zenginleri de zengin olduğu için hatırlıyor ve yardım mı ediyor sanıyorsun?” dedi. Ben de;

“–Hayır, hiç öyle olur mu?” dedim. Bunun üzerine;

“–Mademki Rabbim benim hâlimi biliyor, benim hatırlatmama ne gerek var. O; öyle istiyor, biz de onun istediğini istiyoruz.” diye cevap verdi.

Râbiatü’l-Adeviyye’nin başından şöyle bir hâdise geçer. Bir gece evinde geç vakitlere kadar namaz kılarken hasırın üzerinde uyuyakaldı. Bu arada evine bir hırsız girdi. Her tarafı aradı, çalacak bir şey bulamadı. Tam dışarıya çıkacakken; «Gelmişken boş çıkmayayım.» diyerek, Râbiatü’l-Adeviyye’nin dışarıya çıkarken giydiği örtüsünü aldı. Evden tam çıkacakken yolunu şaşırıp evin kapısını bulamadı. Geri dönüp örtüyü aldığı yere bıraktı. Bu sefer evin kapısını rahatlıkla buldu. Kapıyı bulunca, tekrar dönüp örtüyü geri aldı. Çıkmak istediğinde yine kapıyı bulamadı. Bu durum birkaç kez tekrarlandı. En sonunda tekrar örtüyü eline alınca, şöyle bir ses duydu:

“Ey kişi kendini yorma. O yıllardır kendini bize ısmarladı. Git, boşuna yorulma. O uyuyorsa da dostu uyanıktır ve onu korumaktadır.”

Bu hâdiseden korkup dışarıya fırlayan hırsız, tevbe edip bu kötü huyundan vazgeçti.

Râbiatü’l-Adeviyye’nin çok ibretli sözleri vardır. Bir defasında kendisine sordular.

“–Kulun Allah Teâlâ’nın takdirine râzı olup olmadığı nasıl bilinir?” diye sordular. Cevaben;

“–Gelen nimetlerden zevk aldığı gibi, gelen musîbetlerden de zevk aldığı zaman.” buyurdu.

Çok defa şöyle derdi:

“İstiğfar etmekle kurtulduk sanırız… Hâlbuki o istiğfârımız da, bir başka istiğfâra muhtaçtır.”

“Kul Allah Teâlâ’nın sevgisini tattığı zaman, Allah -celle celâlühû- o kulunun kusurlarını kendisine gösterir. Böylece o, başkalarının kusurlarını göremez olur.”

Cenâb-ı Hak cümlemize «evliyâullâh»ın hâllerinden hisseler nasip eylesin… Âmîn…