İKİ DÜNYAYI KARARTAN ÂFET: ZULÜM

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

HAYRIN BÖYLESİ!

“Vaktiyle bir hükümdar, Cuma günü camiye gidiyordu. Muhafızları, caddeye üşüşen halka bir taraftan;

«Çekilin!..» diye haykırıyor, diğer taraftan da tekmeyle, sopayla hükümdara yol açmaya çalışıyorlardı. Bu esnada, tesadüfen orada bulunan zavallı bir fakir de, muhafızlardan birçok sopa yemiş, kan revan içinde kalmıştı. Dayanamadı. Hükümdarın arkasından şöyle bağırdı:

«–Şu yaptığın zulme bak! Halkın gözü önünde böyle haksızlıklar yaparsan, Allah Teâlâ senin gizli zulümlerinden cümleyi korusun!.. Güya camiye gidiyor, hayır işlediğini sanıyorsun!.. Senin hayrın buysa, şerrin kim bilir nedir?..»

Zâlimlerin hayırları böyledir; artık kötülüklerini var sen kıyas et!..”

Kur’ân-ı Kerim; fitne, fesat ve zulüm ehli bedbahtlara;

“Yeryüzünde fesat çıkarmayın!” dendiğinde; cevaben;

“Biz sadece ıslah edicileriz!” dediklerini haber verir. Hâlbuki onlar, ifsâd edicilerin ta kendisidir! (el-Bakara, 11-12)

İyinin, güzelin, doğrunun, haklının, hak ve hakikatin ne olduğuna; insan tek başına karar vermeye kalktığında, nefsin hevâsı ve şeytanın iğvâsına kapılarak, iyilik yapıyor görüntüsünde zulmeder. Nefsin ve şeytanın tesiri altındaki bir akıl da insana doğruyu ve güzeli anlatamaz.

İnsan; bu imtihan fırtınalarıyla dolu dünya ummânında; ancak vahy-i ilâhînin rotasında, sahih bir îman pusulasıyla, takvâ üzere bir yolculukla hakikat limanına varabilir. Aksi hâlde, nefsine, ailesine, ümmete, insanlığa ve hattâ mahlûkāta zulmeder.

Âyet-i kerîmedeki îkazlara gönül verelim:

“De ki: «İşleri yönünden âhirette en büyük kayba uğrayanların kimler olduklarını bildireyim mi? Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında yaptıkları işlerin karşılıkları hep boşa gidecektir. Hâlbuki kendilerinin güzel güzel işler yaptıklarını sanırlar.»” (el-Kehf, 103-104)

Tarih; insanlara, zâlim ve hodgâmların açtığı yara, elem, ızdırap ve acılı manzaraları ve bunların hazin neticeleri ile doludur. Ancak bütün zulümleri, istibdatları ve kahredici kuvvetlerine rağmen hiçbiri fânîliğin pençesinden kurtulamamış, kısacık bir hayatı affedilmez zulümlerle doldurarak, sonsuz bir hayatı perişan etme bedbahtlığına dûçâr olmaktan kurtulamamışlardır.

Fânîliklerini ve acziyetlerini unutup, geçici kuvvet ve kudretlerine aldanarak, kendilerinde azamet vehmeden nice Firavun, nice Nemrut, nice Ebû Cehil ve bütün benzerleri bugün berzah âleminin zindanlarında azap ve vicdan kırbaçlarına mâruz hâldedir;

وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَشَدُّ وَاَبْقٰى

“Âhiret azâbı ise, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.” (Tâhâ, 127)

Tarih, hem altın sayfaları ve hem de karanlık zulüm sahneleri ile beşeriyete ne büyük bir ibret ve irşad âbidesidir.

Üzerimizdeki güneş;

Firavunların, Hâmanların, Nemrutların, Âdların, Semûdların bir müddet saraylarını, köşklerini, hazinelerini aydınlatan, sonra da onların harabeleri üzerine haşmetle doğan aynı güneştir.

Bir zamanlar isimleri bile korku ile anılan azametli krallar ve zâlimler, bir müddet sonra iki avuç toprak altında kahrolup ilâhî intikāma dûçâr olmuşlardır.

Îman güneşinin aydınlatmadığı sahalar ve sîneler, mânen bir yangın yeri gibidir. Îman güneşiyle aydınlanan kalpler ise ebedî saâdetin bahar ülkesidir.

Tarihteki büyük zâlimlerden Atillâ, İskender, Hülâgû ve günümüze kadar bütün benzerleri; kendilerinin ve tüm insanlığın düşmanı oldular, hiç sevilmediler, hatırlarda zulüm sembolü olarak kaldılar, saltanatları da hüsranla son buldu. Döktükleri kan göllerinin girdaplarında insanlığın yüzkarası oldular.

Buna mukabil;

Dostluğun, Allah’taki kaynağını elde eden Şâh-ı Nakşibend, Geylânî, Mevlânâ, Yûnus ve Hüdâyî misâli Hak dostları ise; ebediyyen bütün insanlığın dostu oldular, sevdiler, sevildiler, fânî hayatlarından sonra dostluk ve muhabbette ebedîleştiler.

Bir millet, cihanşumül bir imparatorluk da kurmuş olsa; lâkin ufku dar, menfaatine râm olmuş, milletin istikbâlini değil de kendi mevkiini düşünen şahsiyeti zaafa uğramış kimselerin elinde küçülür. Neticede tarihin talihsiz sayfalarında kalmaya mahkûm olur. Yani; «Tek dişi kalmış canavar…» bir medeniyetin bedbaht fertleri olurlar.

Ancak gönüllerini bir dergâh hâline getiren ve insanlığa şefkat ve merhametle yüreğini açarak onları kucaklayan Hak dostları, kıyâmete kadar gönüllerde yaşamaya devam ederler.

Şeyh Sâdî Gülistan’da hayırları bile zulüm olan zâlim ve fâsık birini şöyle anlatır. Bu zâlim hükümdar, bir Allah dostuna;

“–İbâdetlerin hangisi efdaldir?” diye sorar.

O da;

“–Senin için uykudur. Çünkü, uykuda olduğun zaman kimseyi incitemezsin!..” cevabını verir.

Hazret-i Mevlânâ, zâlimin hayrına bir misal daha verir:

“Büyük bir yılan bir ayıya sarılmıştı. Arslan yürekli bir kişi koştu, ayının feryâdına yetişti. O zavallı ayı, ejderhâdan kurtulunca, o mert kişiden bu keremi görünce; Ashab-ı Kehf’in köpeği gibi, kendini ölümden kurtaran yiğidin peşine takıldı, artık ondan ayrılmadı.

Derken o genç hastalanıp yattı. Ayı da gönül bağladığı kurtarıcısını bırakıp gitmedi. Onu beklemeye başladı.

Oradan birisi geçerken, hastanın baş ucunda ayıyı görünce;

«–Kardeşim bu ne hâl? Bu ayı ile senin ne işin var?» diye sordu.

Hasta, bir müddet önce bu hayvancağızı, ejderhâdan kurtardığını, onun da kendisine candan bağlanıp kaldığını anlattı. Öbürü de;

«–Ey ahmak kişi!» dedi. «Bir ayıya gönül verme, ona bu kadar güvenme.

Çünkü ahmağın dostluğu, düşmanlıktan beterdir. Onu bir hile ile yanından uzaklaştırman gerek.»

Hasta kendisine nasihat eden şahsa itimat etmedi:

«–Bunu hislerinden söylüyorsun, sen onun ayı olduğuna ne bakıyorsun? Onun bana olan bağlılığına, sevgisine bak!» dedi.

Öğüt veren adam dedi ki:

«–Ahmakların sevgisi aldatıcıdır. Benim -sana göre- hasetçi oluşum bile, onun sevgisinden daha iyidir. Haydi kalk, benimle gel, şu ayıyı yanından uzaklaştır. Bir ayıyı, kendi cinsinden olan bir insandan üstün görme.»

Hasta aldırmadı:

«–Ey hasetçi! Haydi git de kendi işine bak.» dedi. Nasihatçi de cevap verdi:

«–Benim işim seni uğrayacağın felâketten kurtarmaktı, ama talihin yokmuş. Başına gelecek felâketi düşündükçe, yüreğim titriyor, sakın böyle bir ayı ile ormana gitme. Bu gönlüm boş yere titremedi, içime gelen bu korku, Allâh’ın verdiği bir nurdur. Ben Allâh’ın nûru ile bakıp gören bir mü’minim; sakın, sakın bu ateş tapınağı gibi olan ayıdan kaç ki, onun ateşi tehlikesine yanmayasın.»

Öğütçü bütün bu sözleri söyledi, söyledi ama, adamın kulağına bile girmedi. Sû-i zan insana pek büyük bir engeldir. Aşılmaz bir settir. Öğütçü hastanın elini tuttu, hasta elini çekti. Öğütçü de;

«Sen akıllı bir dost olmadığın için, ben de artık gidiyorum.» dedi.

Hasta;

«–Git.» dedi. «Beni düşünme, ey boşboğaz adam! İrfandan, mârifetten bahsetme.»

Öğütçü bıkmadan dil döküyordu:

«–Ben senin düşmanın değilim, sen benimle beraber gelirsen kendine iyilik etmiş olursun.»

Hasta dedi ki:

«–Uykum geldi; beni bırak da kendi işine git.»

Öbürü hâlâ;

«–Bir dosta uy da, akıllı birinin koruması altında, gönül sahibi bir dostun yanında uyu.» diyordu.

Hastanın bütün düşüncesi, bütün hüsn-i zannı, tamamıyla ayıya idi. Sanki ayı ile aynı cinstendi. Böylece o kendisine yol gösteren akıllı bir adama karşı yüzlerce kötülük etti. Onu suçladı da ayıyı sevgi ve merhamet sahibi bir dost bildi.

Sonunda nasihat eden kişi de öfkelendi; içinden;

«Senin işin Allâh’a kaldı, ne yaparsan yap!» diyerek adamı bırakıp gitti.

Nihayet hasta adam uyumuştu. Ayı da onun yüzüne konan sinekleri kovalamakta idi. Sinekler kaçıyor, sonra inadına yine geliyor, kalktıkları yere konuyorlardı. Sineğin biri pek inatçı idi. Ayı, uyuyan efendisinin yüzünden o sineği bir kaç defa kovdu. Fakat sinek yine kalktığı yere gelip konmada idi.

Ayı sineğe fena hâlde kızdı. Dağa gitti, kocaman bir kaya aldı. Kayayı getirdi, sineğin yine uyuyan adamın yüzüne konmuş olduğunu gördü. O değirmen taşı kadar kocaman kayayı kaldırdı, sineği ezmek için adamın suratına fırlatıp atıverdi. Kaya, uyuyan adamın yüzünü yamyassı etti. Bu örnek de bütün dünyaya yayıldı.”

Ahmağın sevgisi, tıpkı misaldeki ayının sevgisidir. Onun kini sevgidir; sevgisi de kin… Onun hayrı zulümdür. Ya zulmü nasıl olur?!.

Bugün İslâm dünyasında kan ve gözyaşı umman oldu.

İbret nazarıyla bakıldığında; bu zulümlerin, misalde olduğu gibi «lâyıkına muhabbet ve müstehakkına nefret» umdesine muhalefetten neş’et ettiği görülecektir. Hazret-i Mevlânâ, adâlet ve zulmü şu çarpıcı teşbihlerle îzâh eder:

“Adâlet nedir? Meyve ağaçlarını sulamaktır. Zulüm nedir? Dikenleri sulamaktır.”

“Adâleti bilmeyen kişi, kurt yavrusunu emziren keçiye benzer.”

Suriye’de, Mısır’da, Gazze’de, Filistin’de Afganistan’da, Irak’ta akan kan ve gözyaşına sebebiyet verenler, destek olanlar, mâni olabilecekken seslerini çıkarmayanlar, zâlimlere hâmî kesilenler; hepsi sorulduğunda doğru, iyi, faydalı işler yaptıklarını söyleyeceklerdir. Her biri, birtakım meşrûiyet sebepleri sıralayacaktır. Fakat bunların hiçbiri, hakkı yaşamak uğruna verdiği mücadelede şehîd edilen mazlumların ve zehirli gazlarla şehîd edilmiş bebeklerin katlini ne bu dünyada, ne de mahkeme-i kübrâda îzah edemeyecektir. Kendileri döktükleri kan göllerinin girdapları içinde boğulmaya mahkûm olacaklardır.

Mahkeme-i Kübrâ…

O gün söz mazlumlarda olacaktır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda,

(Zulümlerin, haksızlıkların, iyi ve kötü, küçük ve büyük bütün amellerin yazılı olduğu) defterler açıldığında,

Gökyüzü sıyrılıp alındığında,

Cehennem tutuşturulduğunda ve cennet yaklaştırıldığında,

Kişi (ebedî hayatı için) neler getirdiğini öğrenmiş olacaktır!” (et-Tekvîr, 8-14)

O gün heybesinden zulüm çıkanların ebedî hayatları kararacaktır. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Efendimiz buyurur:

“Zulümden sakınıp kaçınınız. Çünkü zulüm, kıyâmet gününde zâlime zifirî karanlık olacaktır. Açgözlülükten de sakınınız. Çünkü açgözlülük sizden önceki ümmetleri helâk etmiş; onları birbirlerinin haksız yere kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevk etmiştir.” (Müslim, Birr, 56)

Zulüm ve zulmet (karanlık) aynı köktendir.

Zulüm karanlıktır, çünkü;

Zulüm; zâlimin kalbindeki kasvetin, katılığın, karanlığın neticesidir.

Zulüm karanlıktır, çünkü;

Kibre, adâvete, husûmete, hırsa kapılan zâlimin gözünü karartır. Yaptıklarının yanına kâr kalacağını sanarak, deryayı damla ile değişir. Basîret ve iz‘andan mahrum o hamâkat karanlığında bâkî ve ulvîyi bırakıp, fânî ve süflîyi alır.

Zulüm, karanlıktır, çünkü;

Allah, zâlimlere hidâyet etmez! Zâlim, zulmünde devam ettikçe; hidâyetten mahrum kalır, rahmetten uzaklaşır. İşlediği her zulüm, onu sapıklık ve hüsran bataklığına daha da gömer.

Zulüm, karanlıktır, çünkü;

Allah âdildir, mazlum kulları adına intikam alandır. Bu cihanda mazlumun dünyasını karartan, evlâtları yetim, eşleri dul bırakan, gaddar ve cânîlerin âhiretlerini elbette karartacaktır.

Zulüm, karanlıktır; çünkü;

Allah, kul haklarını kendisi asla affetmez. Hakkı, hak sahibine bırakır. Zâlimler, o gün, insafsızca zulmettikleri mazlumların insafına kalırlar. Verecek sâlih amelleri de olmadığı için, mazlumların günahlarını dahî yüklenirler.

Hazret-i Mevlânâ da bu hadîs-i şerîfe işaretle zâlime şöyle seslenir:

“Bütün âlimler; «Zâlimlerin zulmü karanlık bir kuyudur.» demişlerdir.

Her kim daha fazla zâlimse, kuyusu daha korkunçtur, daha karanlıktır. İlâhî adâlet; «Betere beter ceza!» buyurmuştur.

Ey zâlim…

Sen, zulmünle bir kuyu kazmadasın ama, şunu bil ki: O kuyuyu kendin için kazıyorsun. İpek böceği gibi, kendi etrafını örme, kendin için bir kuyu kazacaksan bâri, boyuna göre kaz.

Zayıfları, yardımcısız sanma, Kur’ân’dan; “Allâh’ın yardımı gelince…” âyetini oku. Sen bir fil bile olsan, düşmanın senden ürküp kaçsa, ebâbil kuşları cezası seni de gelir bulur. Yeryüzünde bir zayıf, bir zavallı emân diyecek, Hak’tan yardım isteyecek olursa, (göklerde meleklere) gökyüzü ordusuna bir velvele düşer!”

Yâ Rabbî! Âlem-i İslâm’a yeniden birlik ve dirlik nasîb eyle!.. Ümmet-i Muhammed’i zâlimlerin elinden kurtar!

Yâ Rab! Sen Ğafûr’sun; ümmet-i Muhammed’i bağışla!..

Yâ Rab! Sen Rahîm’sin; ümmet-i Muhammed’e merhamet eyle!..

Yâ Rab! Sen Azîz’sin; ümmet-i Muhammed’i muzaffer eyle!..

Ümmet-i Muhammed’in dertlerine, musîbetlerine, sıkıntılarına dermanlar ve çareler lutfeyle!.. Ümmet-i Muhammed’in perişan hâlini ıslah eyle!..

Âmîn!..