RECÎ VAK’ASI

ŞAİR : SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)

Çevir de târihi, ibretle bak, nedir bu Recî?
Nedir içindeki hikmet ve hâdisât-ı fecî?
Keder ve müjde nedir, imtihan ve sabrı doku,
Hayât-ı derde şifâ, aşk-ı Mustafâ’yı oku:

Adal ve Kāre denen mühtedî aşîretler,
Nebî’den istediler, ilm-i dîn için rehber:
«–Getirdiğin yüce İslâm’a râzı oldu yürek,
Eyâ Rasul, hocalar yolla, dîni öğretecek!»
Nebî sevindi, hemen Sâbit oğlu Âsım’la,
Güzîde on kişilik bir heyet çıkardı yola…

O yolcular geçiyorken Recî denen yerden,
Pınar başında biraz durdular, fakat birden,
Kuşattı onları, kātillerin rezil çeşidi,
Huzeyl uzantısı, Lihyân oğulları’ndan idi.
Sığındı kāfile yüksekte bir küçük köşeye,
O dar mekânı saran zorbalar; «Zafer bu!» diye,
Bağırdılar: “–Bize teslîm olun, görün şafağı,
Yeminle söz, sizi öldürmeyiz, inin aşağı!”
Siper alıp dedi Âsım: «– Bakın yılan özüne,
Ne varsa aynısı bir kâfirin çürük sözüne,
Güven duyup da ben inmem; ölümden artığı yok!»
Rezilce başladı düşman hücûmu, atmaya ok!

El açtı göklere Âsım: «Şehîdin eyle bizi,
Rasûle bildir İlâhî, bizim bu hâlimizi!..»
İçip şehâdeti ok yağmurunda on kişiden,
Sekiz şehîdin akan kanlarıyla doldu çimen.
Ağırca bir yara almıştı Âsım’ın bedeni,
Ölür iken dedi: «Yâ Rab, bırakma küfre beni!
Günün başında gözettim, Sen’in ki dînini ben,
Günün sonunda kanat ger şehid vücûduma Sen!»
Gazapla sıçradı düşman: «Günün bu nâmı için,
Şu nâşı parçalayın Bedr’in intikāmı için!
Kadeh yapıp kafasından kızıl şarap içelim!»
O anda oldu şehîd Âsım’ın duâsı nesim,
O an gelip arılar çevresinde ördü duvar;
«Verilmesin!» dedi Allah: «Şehid vücûda zarar!»
Ne yapsalar, yeni bir set çekip yığınla arı,
Birer birer geri döndürdü kanlı zorbaları.
Sefil gürûh, işi mecbur, bıraktılar geceye,
O nâşı Hak da o akşam yok etti, sor niceye!
O günden Âsım için, ey nesil, bu oldu nişan:
«Bu bir şehîd, arılar hikmetiyle tam korunan!»
Şehidler ölmüyor elbet, bu ihtişam belli,
Bugün devâm ediyor bizde Âsım’ın nesli…

Erişti lutfa misilsiz, sekiz şehid bir bir,
Fakat ki etti reziller, Hubeyb’i, Zeyd’i esir!

Hubeyb’i, Mekke’de Hâris bin Âmir’in kindar,
Sefîl oğulları derhal satın alıp, gözü dar,
Gazapla bağladılar evlerinde zincirle,
Bin intikām ile çektirdiler cefâ ve çile.
O çünkü Hâris’i yenmiş, Bedir’de yıkmıştı,
Çamurlu cânını almış da nâra tıkmıştı.
Hubeyb’e işte bu yüzden karaydı öfkeleri,
Onunsa, ak idi cennet hazırlığında feri.
Ne türlü anlatıyor bir kadın, bakın senede:
“–Hubeyb esirdi fakat hürlerin de fevkinde,
Yüceydi, kimsede yokken üzümle gördüm onu,
O bağlı elde bu ikram? Dedim ki, müjde sonu!
Kılar teheccüdü, Kur’ân okurdu aşk ile hep,
Coşardı dinleyen ağlardı, buydu onda edep.
Dedim: «–Bir istediğin varsa söyle!» İç çekti;
«–Temiz su ver.» dedi; «Aslā yedirme mundar eti!
Haber getir, ne zamandır hüküm zamânı bana?»
Dedim: «–Ölüm, şu harâm ayların sonunda sana!»
O canda, olmadı vallâhi korku, zerre kadar!”

Kazıldı Ten’im’e şehrin dışında çifte mezar;
Götürdüler, dedi: «–Zâten bu hâlde ben sılayım,
İzin verin, iki rek’at, durup namaz kılayım!»
«–Olur, tamam.» dediler; Hak huzûra aktı Hubeyb,
Güzel bir âdeti başlattı, zulmü yaktı Hubeyb!
Yığınla soysuzu, mânen devirdi, yendi Hubeyb,
Vakûr ilerledi infâza karşı kendi Hubeyb.
Vakarla gürledi, her bir belâlı cellâda:
«–Şu kıldığım göze nur, son namâzı dünyâda,
Uzatmadım, kısa kestim, dedim ki: İşte nabız;
Cesur Hubeyb’i ölümden çekindi sanmayınız!»

Düğüm düğüm, kurumuş bir ağaçta sımsıkı, dar,
Gerip de çarmıha, îdâm ipiyle bağladılar..
Uzandığında mübârek Hubeyb’e her mızrak,
Niyâzı şuydu: «İlâhî, şu eşkiyâları yak!
Birer birer alıver dert içinde canlarını,
Bırakma sağ bu gürûhun kurut cihanlarını!»
Bu bedduâyı duyanlar kaçıştı korku ile,
Telâşla bir yere saklandı en cesûru bile.
Hubeyb o hâle bakıp güçlü bir şiir okudu:
«–Hudâ bu gönlümü îmanla çok şükür dokudu,
Şükür, bütün dileğim, sâde müslümân ölmek,
Keder değil, nice ölsem şeref, kıyâmete dek!
Ne gam, bu yolda beden parça parça olsa bile,
Rızâsı öyle kolaydır, dilerse Hak böyle!..»

Ne mutlu, hâline hiç müştekî değildi Hubeyb,
Ne mutlu, sâdece Allâh için eğildi Hubeyb!

Onun, ölüm günü îdam, hayattı çehresine,
Biraz sükût ile son kez göz attı çevresine;
Yöneldi sonra derin ufka, sonra mazharına,
Tutundu sonra Nebî’nin şerefli kollarına;
Salât edip de hayâliyle öyle coştu gözü,
«–Bu son selâmı iletsem!» deyip tutuştu özü!
Yanında sâdece ah, kanlı kimseler vardı,
Hubeyb o an yüce Allâh’a şöyle yalvardı:
«–Sen eyle yardım İlâhî, garîbinim, güçsüz;
Ümîd edip kime baksam, tamâmı düşman yüz,
Şu yerde, bir kişi yok ben kulunla çehresi bir,
Nebi’m Muhammed’e Rabbim, bu hâli kim iletir?
Vakit de kalmadı son bir selâm için gönle,
Benim selâmımı yâ Rab, Rasûl’e Sen söyle!»

Sahâbesiyle berâber Medîne’deydi Nebî,
Bıraktı sohbeti birden ve sonra gül kalbi;
«–Onun da üstüne olsun selâm!» buyurdu hemen.
Uçuştu meşhed-i fânîde müjdeler, ebeden!
Sahâbe hayret edip sordu: «–Ey Makām-ı Kelâm,
Kimin selâmı için müjde oldu böyle selâm?»
Buyurdu: «–Kardeşiniz can Hubeyb’e özge senâ,
Onun selâmını Cibril, şu an getirdi bana.
Onun bu gönle ulaşmaktı son nefes son dileği,
O kalbe, ben de selâmımla yolladım meleği…»

O gün Hubeyb’e ölüm vakti sordu müşrikler:
«–Senin yerinde, diler miydin olsa Peygamber?
O Cân, eğer sana olsaydı kurtuluş senedi,
Şu an, diler mi idin, sen değil, O ölseydi?»
Bu taş suâle, Hubeyb’in dimâğı bir yandı,
Muhabbetin yüce destânı, şöyle şahlandı:
«–Değil bulunması el-ân O’nun benim yerime,
Şu an Medîne’de bir tek diken O Gül cisime,
Dokunmasın diye binlerce kerre can veririm,
Ölüm değil, ebedî kurtuluş bu aşk-ı azîm!..»

Bu aşka şaştı o gün, sarsılıp Ebû Süfyan,
Pür îtiraf, dedi: «–Yoktur cihanda böylesi şan!
Sahâbesince Muhammed kadar, bütün canla,
Bu denli çok sevilen kimse görmedim, aslā!»

Hücûm eden de o gün, seyreden de şaşmıştı,
O gün; Hubeyb, eli göklerde, mevti aşmıştı:
«–Şu yaptığım» dedi; «Yâ Rab, kabulse son karne,
Gözet bu veçhi, çevir kıble istikāmetine!»
Özünde zikr-i şahâdet, gözünde Peygamber,
Ne tatlı, işte güzel son, Hudâ’ya kıldı sefer!
Asanlar üzmek için sırf onun, bu kez özünü,
Tutup diğer yana döndürseler de gül yüzünü;
Çevirdi kıbleye Allah, şehîdi kıldı kabul,
O dem, şu müjde-i Kur’ân da etti arza nüzul:

“İnancı, kulluğu ey mutmain nefis! Sana yön,
Hudâ da râzı evet, sen de râzı, Rabbine dön!
Nasipli kullarımın dâhil ol maiyyetine,
Sonunda cennetimin sen de gir selâmetine!”*

Bu yolda Hazret-i Zeyd, aynı hâl içinde idi,
O can şehîd edilirken denildi: «–Gör mededi,
Yaşarsın ömrünü âzâde, vazgeç îmandan!»
O kahraman dedi: «–Îmân, unutmayın bana can,
Ne denli çok yaşasak, gün gelir şu tenler ölür,
Kalansa sâdece candır, yaşanmaz onsuz ömür!
O cân için, ebedî, Müslümanlık illâdır,
Ceset kalıp yaşamaktansa ölmek evlâdır!»

Denildi Zeyd’e de: «–Bir bak, şu çektiğin az mı?
Senin yerinde Muhammed bulunsa olmaz mı?»
Hışımla kükredi Zeyd: «–Ey zavallılar, aslā,
Dokunmasın diye bir tek diken de, ey cühelâ,
Düşünmeden veririm olsa bin adet cânım,
Bu ten de can da fedâ, ben Nebî’me kurbânım!»
Hayat sahûruna Zeyd’in, ne oldu, gör kârı,
Onun da müjdesi, sonsuz şehidlik iftârı…

Nebî, Zübeyr ile Mikdâd’a derhal emretti,
«–Gidin, şehidleri gömmek için, bulun vakti!»
O korkusuz iki ashab da oldu Mekke’ye râm,
Vefâ bu, gül gibi sessiz, vazîfe oldu tamam!

Ne muhteşem yüce sevdâ bu, anlasak bâri,
Sevip de böyle sevilmek, ne müjde ey Seyrî!
______________
*(el-Fecr, 27-30)

vezni: mefâilün / feilâtün / mefâilün / feilün
(fa’lün)