AYLARIN SULTANINDA, SULTANÎ BİR FAZÎLET

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Ahmed Gazâlî -kuddise sirruh- Hazretleri;

“Allah Teâlâ -celle celâlühû- insanı kendisi için; kâinâtı da insan için yarattı. Hâl böyle iken; insanın Yaratıcı’sını unutup da yaratılanlarla meşgul olması ne gaflettir.” buyurur.

Dünya hayatı, hikmetine binâen, insan için bir imtihan vesilesi olarak yaratılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruluyor:

“O ki ölümü ve hayatı takdir edip yarattı. Sizi imtihana çekip hanginizin amelce daha güzel olduğunu bildirmek için!..” (el-Mülk, 2)

“Her nimet, bir külfet karşılığıdır.” derler. Fânî dünyanın, fânî nimetleri bile; bir imtihan neticesinde, emek sarf edilerek kazanılan başarılar karşılığındadır. Bunun için gereken gayret gösterilmediği takdirde; arzu edilen semere, bunun bedelini ödeyebilenin olur. Hâl böyle iken; ihsan buyurulan bu kadar sonsuz nimetlerin karşılığında, gerekli mes‘ûliyetin deruhte edilip edilmediği meselesiyle, bir hesap gününde karşılaşılmasının mukadder olacağı âşikârdır.

Dünya denilen imtihan sahnesinde, insan; kendisine ihsan buyurulan, rûhuna nakşedilen hususiyetlerle, hem en yüksek mertebelere (âlâ-yı illiyyîn) yükselebilme, hem de en aşağı seviyelere (esfel-i sâfilîn) yuvarlanabilme ihtimalleri arasında bir derece hak etme istîdâdı taşır. Şayet, kendisine gönderilen ve nümûne-i imtisal olan yüce Rehber’e uyup, işaret buyurulan istikametten ayrılmazsa; bu yol onu hem dünya, hem de âhiret saâdetine kavuşturur. Ancak, «nefis» denen azgın ata binip, ona tâbî olursa; dünyası da, âhireti de berbat olur.

Kul ancak Allah Teâlâ -celle celâlühû-’ya tam bir teslîmiyet içinde bulunabilirse, sâlih bir kulluğa muvaffak olabilirse; kendisine tevdî buyurulan vazifenin bihakkın üstesinden gelebilir. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususla ilgili olarak;

“…Her kim ihsan duygusu içinde, varlığını Allâh’a teslim ederse, bir insanın sarılabileceği en sağlam kulpa sarılmış olur.” (Lokmân, 22);

“(Rabbimiz) canımızı Sana teslim olmuş kimseler olarak al.” (el-Ârâf, 126)… buyurulur.

İbn-i Atâullah el-İskenderî -kuddise sirruh- da bu saâdeti şöyle ifade buyuruyor:

“Allah Teâlâ; seni zâhirde emrine boyun eğen bir kul, bâtın ve gönül âleminde ise kuvvet ve kahrına tam teslim olan bir mü’min olarak mânen rızıklandırdığı an, sana lütuf ve ihsanın en büyüğünü vermiş demektir.”

Âyet-i kerîmede;

“O gün ne mal, ne evlât fayda verir; selîm bir kalple gelen müstesnâ…” (eş-Şuarâ, 88-89) buyuruluyor. Teslîmiyet saâdetine ermiş olan insan; «nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye» ederek, «kalb-i selîm»e ulaşmış; hikmetler dîvânı olan «insan-Kur’ân-kâinat» manzûmesini rahmet nazarıyla okuyabilen; hayatın gayesinin, kelâm-ı kibarda ifade edildiği üzere, «kesb-i kemâl edip; seyr-i cemâle ermek» olduğunu kavramış insandır. Bu şekilde «Hak dostluğu» makamına ulaşabilmiş ihâtalı sâlih bir kul; kendisine tevdî buyurulan, «yeryüzünün halîfeliği» makamına hakkıyla lâyık bir vasfa ermiş olur. Böyle ruhların idaresindeki bir dünyada; adâlet, barış, saâdet, huzur… hüküm-fermâ bulunur. Tıpkı; «üsve-i hasene» olarak insanlığa takdim buyurulan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tesis ettikleri, cennet meltemlerinin estiği «asr-ı saâdet» gibi…

Allah Teâlâ’nın insana lutfettiği yüksek meziyetler; ancak irade ile azmedilmesi sûretiyle kuvveden fiile çıkar. İrade kuvveti; nefsin dizginlenerek, kulun, ihsan buyurulan fazîletlerle yüksek mertebelere kanatlanmasını mümkün kılar. İrade zâfiyeti; nefsâniyetin galebesi ile, her türlü süfliyâtın rûhu işgal etmesine zemin hazırlar. Her iki hâlde de; müsbetlik ve menfîlik, ferdin şahsiyetiyle sınırlı olmayıp aileleri, cemiyetleri ve dünyayı etkileme boyutuna ulaşmaktadır. İradesini kullanamamak; hazinesi sandıkta kilitli olduğu hâlde, sefâlet içinde yaşayan bir insanın acziyetine, zavallılığına benzer.

Hayattaki bütün başarılar, bir gayret ve eğitimin neticesidir. İnsanın kendisine lâyık görülen fazîletlerden mahrum kalmaması, taşıdığı ulvî emânete sahip çıkabilmesi ve tavsiye buyurulan istikametten ayrılmaması için lâzım olan irade kuvveti; usûlüne uygun bir talimle geliştirilebilir. Semâvî dinlerde bu vasıf, oruç ibâdetiyle kazanılan bir değerdir. Ancak bu ibâdet muharref dinlerde yozlaştırılmış olduğundan; bugün sadece İslâm dîninde hakikî hüviyetiyle tatbik edilmektedir. Tasavvufta; nefsin terbiyesinde, onun istediklerini yapmamak (riyâzât) ve istemediklerini yapmak (mücâhede) usûlü vardır. Bu cümleden olarak; oruç ibâdetinde; nefis, helâllerden bile mahrum bırakılarak itaat altına alınmakta, dizginleri iradenin eline verilmektedir. Yüce dînimizde; bahis mevzûu irade tâlimi, insan fıtratına uygun bir tarzda, nefse ağır gelmeden, muhtelif kademeleri olan belirli bir hazırlık safhasından geçilerek tamamlanmaktadır. Bu safahat, «mübârek üç aylar» olarak bilinmektedir. Öyle ki; mübârek gecelerle daha da zenginleştirilmiş bulunan, Allâh’ın ayı olan Receb ve Rasûlullâh’ın ayı olan Şaban aylarının mânevî ikliminde tavlanan irade; ayların sultanı ve ümmetin ayı olan Ramazan’da, tam da Hakk’ın dostluğunu kazanmaya vesile olacak bir kıvama ulaşmalıdır. Bununla ilgili olarak; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cebrâil -aleyhisselâm-’ın;

“Ramazân’ı geçirip de istifade edemeyenin Allâh’ın rahmetinden uzak olması…” duâsına;

“Âmîn!” diyerek icâbet buyurmuştur.

Mübârek üç ayların feyiz ve bereketinden tam olarak istifade edebilmek için, bu aylara ve tutulan oruçlara lâyık, gereken tâzimin gösterilmesi gerekir. Bu hususla ilgili olarak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Nice oruç tutanlar vardır ki; açlık ve susuzluktan başka bir şey elde edemezler.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21; İbn-i Hanbel, 2/373) buyuruyor. Bu keyfiyet yine hadîs-i şerifte şöyle ifade buyurulur:

“Oruç; sadece yemekten, içmekten kesilmek değildir. Kâmil ve sevaplı oruç, ancak faydasız lâftan, boş vakit geçirmekten, kötü söylemekten, nefs-i emmârenin bütün temâyüllerinden vazgeçmektir.” (Müslim, 6, 60; Hakîm, Beyhakî)

İrade tâlimi ile elde edilecek keyfiyetin derecesi de, şüphesiz, orucun tutulmasındaki keyfiyetin derecesi nisbetinde olacaktır. Bu sebeple Hak âşıklarının oruca olan bağlılıkları da, aşkları nisbetinde coşkundur. Bir misal olarak; son devrin hâl ehli zevâtından Yaman Dede Hazretleri;

“En sevdiğim şey; Allah rızâsı için, uzun ve sıcak yaz günlerinde oruç tutmaktır.” diyor.

Çok şükür ki; ülkemizde, bazı menfî mihrakların kışkırtma gayretlerine rağmen, «üç aylar»a, hususiyle de Ramazan ayına büyük rağbet gösteriliyor. Halkımızın irade tâlimine bağlı olarak; camiler dolup taşıyor, dînî hayat bâriz şekilde canlanıyor, fertler arasındaki münasebetler daha fazla hoşgörü ve muhabbet kazanıyor, alkol tüketimi azalıyor, buna bağlı olarak suç nisbetleri düşüyor…

İngiliz Tarihçi Toynbee;

“Bir cemiyet çok zor şartlarla karşı karşıya kalır ve bunlara karşı kendinde direnme ve meydan okuma gücü bulursa, mutlaka büyür ve güçlenir.” diyor. Bu güç ise ancak; «Belâya sabır; kazaya rızâ.» metânetini veren kuvvetli bir irade ile kazanılabilir. Tıpkı, mâzîdeki ecdâdımızın tarihe kattığı altın çağlarda olduğu gibi. Dünyevî (seküler) cereyanların içtimâî yapımızdaki bütün aşındırmalarına karşı, son kalan kalelerimizi korumak, ancak fert fert irade tâliminden geçmek ile mümkün olabilecektir. Bunun için de, ayların sultanı olan Ramazan, Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun bir ikramı olarak, en büyük fırsattır.