RAMAZAN VE SUSUZLUK

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Ramazan artık yaz aylarına geliyor. Köyde geçen çocukluğumun ilk ramazanları da Temmuz ve Ağustos aylarına denk gelmişti. Küçük olduğumuz için oruç tutmadığımız hâlde, Ramazan ve yazın bir arada oluşunun bilincindeydik. Çünkü büyüklerimiz sahur yaptıktan sonra tarlaya gider ve öğleye kadar çalışarak paydos ederlerdi. Veya işlerini sabah serinliğinde ve akşamüstü yapacak şekilde ayarlarlardı. Oruç değilken bile güneşin altında hasat ve benzeri bedenî güç isteyen işlerle meşgul olmanın zorluğunu yalnızca yaşayanlar bilirler. Eğer beraberinizde götürdüğünüz su, toprak testide değil de naylon bidonda falansa -ne kadar gölgede muhafaza etmeye çalışırsanız çalışın- sıcaktan iyice pişeceği için içinizi serinletmez. İçtikçe karnınız şişer ama kanmazsınız. Onun için -vişne hoşafı ve ayran gibi başka serinleticiler de olmakla birlikte- o günlerde iftarda en değerli nimet, su idi. Vaktiyle doldurulup rüzgâr alacağı bir gölgede serinletilmiş, suyunu süzen cinsten kırmızı testiler iftara yakın kurulan sofranın en mûtenâ yerinde bulunurdu. Hattâ zaman zaman daha ikindiden köyün 1 kilometre uzağında bulunan «Kisse» denilen mevkideki pınara su doldurmaya gidildiği olurdu. İftarda büyük bakır taslarda ikram edilmesi de ayrı bir merasimdi. İçenlere; “Aman çok içme, biraz ye de sonra yine içersin…” şeklinde ihtarlarda bulunulurdu. Ezan okunur okunmaz testiyi başına diken babamın bir arkadaşının karnına giren ağrı, hep emsal olarak zikredilirdi.

Buzdolapları o zaman yeni yeni köylere gelmeye başlamıştı. Alışkanlıklarının esiri olduğu için gereksiz gördüğünden buzdolabı alınmasına başlangıçta karşı çıkan babaannemin, kaç defa;

“Aman gelin, buzdolabına bir su koy da iftarda içelim!” dediğini hatırlıyorum. Babaannemin ağabeyi olan «Hacı Dede»miz ise buzdolabında soğutulmuş su ile ilgili olarak «kesmikli su» tabirini Türkçemize kazandırmıştı! Aynı zamanda annemin dedesi olan Hacı Dedemiz, terâvih kılmak üzere daha salâ verilirken yola çıkar, caminin hemen karşısında bulunan bizim evde mola vererek, taşlıktaki baş köşede yerini alır ve su istediğinde de kendi icadı olan bu tabiri kullanırdı. «Kesmik», samanın irisine denilir. Ancak onun bu ifadeyi «kesmek» masdarından «kesici, insanın hararetini önleyici» gibi bir anlamda kullandığını zannediyorum. Yapı olarak Türkçe gramer kaidelerine ne kadar muvâfık düştüğü erbabına havale olunur.

Ramazan ve su ile ilgili bir hâtıra da diğer dedemden, babamın babasından. Bir gün dedem, babam ve ben sebze sulamaya gittik. Sahura kaldırmaları için annelerimizi sıkı sıkı tembihlediğimiz ve sahurdan sonra onlarla birlikte tarlaya gitmek istediğimiz günler. O zaman büyüklerimizin hususî bir gayreti olmamasına rağmen, Ramazân’ın farklılığının farkında olurduk. Ancak bu farklılığı bedavadan yaşardık. Çünkü orucu «teknenin ucundan» tuttuğumuz demler… Bu sebeple sıcak gün boyunca, ben susadıkça tulumbadan su çekip içiyordum. Bu durumu gören rahmetli dedem birinde;

“Harun’um, bir de benim yerime iç!” dedi. Akşam evde anlatılınca, bu sözün uzun süre şaka konusu olduğunu hatırlıyorum.

Benim o günlerde ilk tuttuğum oruçlar da su ile ilgili hâtıralar barındırır. Biz çocuklar için uzadıkça uzayan günü tüketebileceğim meşgaleler bulmak maksadıyla ne kadar çaba gösterdiğimi hatırlıyorum: Top oynamak, pınara su doldurmaya gitmek, televizyon izlemek vesâire. O zaman köyümüzde televizyon yalnızca kahvehânelerde vardı. Köyde iki adet olan kahvehâneye ise biz çocukların girmesi yasaktı. Beyaz pos bıyıklı kahveciler, hususiyle çizgi film oynarken kapı eşiğine ilişivermiş çocukların sayısı 3-5’i buldu mu çoğu zaman sonunda kaba bir kelime de yer alan öyle bir; “Çıkın len!” derlerdi ki hepimiz çil yavrusu gibi dağılırdık. Bu sebeple biz, sihirli camı ancak kahvehânenin penceresinden veya kapısından izleyebilirdik. İşte bu günlerden birinde idi. Öğle sıcağında yorgun düşüp toprak evimizin küçük salonunda uyumuşum. Rüyamda su içtiğimi mi gördüm nedir, uykumun içerisinde kalkıp yanımdaki küçük kırmızı testiyi başıma dikmiş lıkır lıkır içmeye başlamışım. Birâderim benim bu hâlimi görür görmez;

“–Âbey orucun bozuluyor len!” diye beni sarsarak kendime getirmeye çalışmış. Ancak bu epey bir zaman almış olmalı. Çünkü ben kendime geldiğimde bayağı kanmış ve hararetimin sönmüş olduğunu hissettim. Tabiî bu kez;

“–Neden beni uyandırmadın?” diye ona çıkışmaya başladım. Böyle durumlarda orucun bozulmuş olmayacağını, bunun Allâh’ın bir ikramı olduğunu da bilmediğim için o zaman uzun süre ağladığımı hatırlıyorum.

İlk defa Ramazân’ın tamamını ilkokuldan çıktıktan sonra Kur’ân kursunda iken tuttum. O zaman artık Haziran’a denk geldiği için öncekilere göre hava daha az sıcak, ama günler daha uzundu. Buna rağmen devamlı kapalı yerde bulunmamız ve biraz daha serpilmiş olmamız sebebiyle orucun o ilk tecrübelerimizdeki zorluğu azaldı. Sonraki Ramazanlar gittikçe bahara ve serin havalara, hele hele kış mevsimine denk geldikçe garipser oldum. Çünkü çocukluğumdaki ilk oruç tecrübelerimde Ramazan ve susuzluk arasında zihnimde çok güçlü bir bağ kurmuşum. Bana göre Ramazan’la susamak birbirini tamamlayan şeylerdi. Susamadan oruç tutulur muydu hiç?

Aslında hepimizin aşağı yukarı böyle bir algısı vardır. Zaten bu, «Ramazan» kelimesinin sözlük mânâsında da var.* Geçen Ramazan’dı sanıyorum. Çok sıcak olduğu için kendi odalarımızı bırakıp klimalı bir odada toplanmış çalışıyoruz. Bir arkadaş geldi ve;

“Ooo câiz mi yâhû? Oruca hile katıyorsunuz!” dedi. Gülüştük.

Günümüzde ziraat, benim sözünü ettiğim yıllara göre oldukça makineleşti. Artık o zaman bedenen yapılan birçok iş bugün âletlerle yapılıyor. Bununla birlikte maden işçileri gibi zor bedenî işler yaparak oruç tutanlar hâlâ mevcut. Onlar yine işlerini yapacaklar tabiî ki. Zaten oruçla zorluklara dayanmanın ve sabrın bir araya gelmesinden daha tabiî ne olabilir? Oruç iradenin bilendiği ibâdettir! Garip olan, oruçla meskenetin bir araya getirilmesidir. Allah bizi bunları bir arada düşünmekten korusun ve cümlemizin orucunu kabul etsin!

____________________
* Bkz. Râgıb, Müfredâtu Elfâzı’l-Kur’âni’l-Kerîm, «Ramazan».