Ekmeğinizi Kazanmak için; GAYRET EDERSENİZ MEVLÂM VERİR

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Rahmetli ağabeyim Mehmet ZİYLAN’ın bir hikâyesi vardı. Her fırsatta anlatırdı.

Kendi hayat hikâyesi… Hayata tutunuş hikâyesi…

Kendisinden o kadar çok dinlemiştik ki, ben takılırdım:

“–Abi, senin bu hikâyeni kaç defa dinledik. Yine lâf açıldığı gibi, hemen hikâyeni anlatmaya başlıyorsun. Artık bu hikâyeyi ezberledik biz. Başka hikâye varsa söyle.”

Fakat okuyunca siz de hak vereceksiniz ki, çok güzel bir mesajı var:

Ağabeyim Mehmet ZİYLAN 1929’da Gaziantep’te doğmuş. Ailenin sevgilisi idi, sebebi rahmetli babaannemin üst üste 6 kızı olmuş;

«Altı kız anası, mâşâallah!» diye nineme dokundururlarmış. Sonra babam dünyaya gelmiş. Babamı ana-baba ve 6 ablası el bebek gül bebek çok nazlı büyütmüşler. Ailenin sevgilisi imiş, sonra bir de amcam olduysa da babama olan muhabbet azalmamış. Büyümüş evlenmiş, bir kızı olmuş, ikinci çocuğu oğlan olunca; oğlan hasreti olan ailenin muhabbeti, ağabeyime geçmiş.

Ağabeyim Mehmet ZİYLAN; dürüst, âlicenap, cömert, hatırnaz, çalışkan bir insandı. Kendisinde bütün güzellikler vardı. Sevmeyeni yoktu. Zamanını hizmet, ibâdet ve Kur’ân okumayla geçirirdi. Takvâ ile yaşamaya gayret ederdi. Tanıdıklarını ziyaret etmeyi çok severdi. 2012 Haziran ayının ilk haftası trafik kazasında âhirete göçtü. Sene-i devriyesi vesilesiyle özgeçmişini ve hâtırasını paylaşmak istedim.

Ağabeyim Mehmet ZİYLAN, ilkokulu bitirdikten sonra bir üst okula devam edemedi. Çünkü önceleri varlıklı olan babamızın işi bozulmuştu ve hiç gelirimiz yoktu. Evde annem, babam, 6 çocuk bir de babaannem, dokuz baş nüfusun beslenme ve diğer ihtiyaçlarının karşılanması babamın omuzlarındaydı.

Annem de ona yardım etmeye çalışırdı. Evimizin «hayat» dedikleri bir avlusu vardı. Orada 2 koyun, 2 keçi, 15-20 tavuk beslenirdi. Annem bunlarla ilgilenirdi. Böylece süt, yoğurt, yumurta gibi birtakım gıda ihtiyacı karşılanırdı. Evimiz bu hayvanların gübreleri ile koktuğu için bazı akrabalar bize gelmez olmuşlardı. Hattâ tenkit ederlerdi, fakat iç yüzümüzü bilmezlerdi. Biz de müşkülümüzü söylemezdik. Kol kırılır yen içinde kalırdı.

İşte bu sebeple herkes çalışıyordu.

Bu müşkül durumu aşmamız gerektiğini; annemiz, babamız ve biz altı çocuk iyice idrak etmiştik. Hep birlikte helâlinden ne iş olursa yapıyorduk.

Oğlanlar dışarıda çalışır, kızlar da evde; şıra yapma, masura sarma, yorgan yapma gibi işler yaparlardı.

Ne kazanırsak babamda toplanırdı. İaşemizi karşılardık.

Seksen yaşındaki babaannem, tütün içerdi. 50 senelik tiryaki idi… Zararını bilmediklerinden alışmış, gitmiş… O dahî; «Ben aileye faydalı olamıyorum, bari zararım olmasın.» diye tütün içmeyi bıraktı.

Abim de eve faydalı olmak için, başta tekstil olmak üzere çeşitli mesleklerde çalıştı. Nafise Ninem; ağabeyimi çok sever, ona durmadan mâniler düzer, söylerdi. Aklımda kalan birini söyleyeyim:

Tel tel olmuş perçeminin telleri,
Söyledikçe şeker ezer dilleri,
Soğanlı Bucağı’nın gonca gülleri,
Acep koklamaya verirler mi ola?..

Soğanlı Bucağı bizim sokaktı.

Hepimiz bir yumak olmuştuk; -şükürler olsun- 60 sene oldu, birlikteliğimiz bozulmadı.

Ağabeyim, 1955 yılında Perihan Yenge ile evlendi. 5 kızı, 1 oğlu oldu. Oğlan da bebekliğinde öldü. Şimdi beş kızı, beş de damadı ve torunları var. Huzurlu bir aile…

Hepsine; «Başınız sağ olsun!» diyor, merhuma da Allah’tan rahmet diliyorum.

1956 senesinde ben askere giderken, ağabeyim bir aktar dükkânında çalışıyordu.

Tabiatı çok dürüst, temiz, titiz, helâli-haramı bilir, işine tam bir sadakatle bağlı bir insandı. Tertipli düzenliydi, canla başla çalışarak ustalarının takdirini toplamıştı.

İşini nasıl severek yaptığının şahidi olarak şu hâdiseyi anlatırlardı:

Bir gün dükkânın önündeki caddeden mühim bir politikacı geçmektedir. Herkes dükkânlarının önüne çıkmış, konvoyu seyretmektedir. O sırada ustası bir de bakar ki Mehmet rafları düzenliyor;

“–Oğlum, herkes konvoya bakıyor; sen de gel bak, onları sonra yaparsın…” dese de;

“–Yok usta, sonra elimiz değmez. Bir müşteri gelir. Böyle kalmasın. Ben şurayı hele bir tertipleyeyim.” demişti.

Onun bu huzurlu iş ortamını bozan bir hâdise zuhur etti:

1956 senesinde ülkede bir kanun çıktı:

Millî Korunma Kanunu…

İkinci Dünya Savaşı zamanında çıkarılan bu kanun, o zaman tekrar yürürlüğe konuyor. Kanun; stokçuluğu önlemek, enflâsyonu dizginlemek ve benzeri maksatlarla piyasaya müdahale ediyor.

Bugün malûm bazı temel ihtiyaç maddeleri hariç serbest piyasa hâkimdir. İsteyen istediği malı, arzu ettiği kâr payıyla satışa sunabilir. Rekabet açık… Müşteri dilediğinden alır.

Fakat o zaman bu koruma kanunu, buna izin vermiyor. «Perakendeci yüzde 25’ten fazla kâr ile satamaz.» diyor.

Yüzde 25 az değil, fakat neyin yüzde 25’i?

Esnaf; dükkânındaki malları satın alırken, faturasına düşük rakamlar yazılmış. O zaman dolar da serbest olmadığı için, ithal gelen malların bir faturadaki fiyatı var, bir de karaborsa fiyatı…

Faturadaki fiyata bakar da, onun üzerine % 25 kâr koyarsa; bu fiyat maliyeti bile kurtarmıyor.

Kanunu dinlemeyeyim, kurtaran fiyattan satayım dese; «Eğer birisi şikâyet ederse hapı yutarım!» diye korkuyor.

Meselâ; bir eşya düşünün; sizin aldığınız fiyat 50 lira.

Fakat faturası 30 lira.

Kanuna göre; 37,5 TL’den fazla fiyata satamazsınız!

Böyle olunca; piyasalar durma noktasına geliyor. Hiç kimse satış yapamıyor. Zararına satamaz. İnsanlar ancak çok güvendiği bir adam gelirse «normal fiyattan» satıyor. O da aldığını kime satacak? Bir başka problem…

Ağabeyimin çalıştığı aktarda da hiç hareket yok. Akşama kadar boş boş oturuyorlar. Bir tek müşteri yok. Sadece onlar değil. Bütün esnaf oturuyor.

Birkaç hafta böyle geçince daha fazla dayanamıyor, ustasına diyor ki:

“–Usta, ben ayrılacağım.”

“–Niye ayrılıyorsun oğlum?”

“–Boş oturuyoruz. Bana boşuna haftalık veriyorsunuz.”

“–Oğlum sana ne?”

“–Olmaz, ben bu parayı boşuna almış oluyorum.”

“–Oğlum, başka bir iş mi buldun?”

“–Yok!”

“–Ne yapacaksın?”

“–Allah kerim…”

Ustası da talep etmediği hâlde, sevdiği, memnun olduğu işinden ayrılıyor. Çünkü hak etmediğini düşünüyor.

Hâlbuki hiçbir plânı yok. Evli, ev geçindirmesi lâzım.

Kendi kendine şöyle diyor:

“Ben bir tabla yapayım. İçine yumak, iplik, iğne, makas, ıvır-zıvır bir şeyler koyayım. Götürüp caminin dış kapılarında, yollarda satayım. Boş gezeceğime ne kazanırsam; Allah bereket versin. Hiç olmazsa boş gezmemiş olurum.”

Bir süre böyle işportacılık yapıyor. Fakat bir günde sattığı malın hepsi kâr olsa para değil. Başka çare arıyor.

Ben o tarihlerde Adapazarı’nda askerim. Subaylar benim ayakkabıcı olduğumu, iyi çizme yaptığımı duymuşlar. Benden kendilerine çizme yapmamı istediler. Ben de memleketten ayakkabı takımlarımı isteyeyim, gelince yaparım dedim. Ağabeyimden mektupla takımları istedim.

Ağabeyim takımlarımı bir torbaya koymuş, postaneye getirmiş. Bana gönderecek fakat postanedekiler; “Ambalâjı uygun değil, bunları bir sandığın içine koy, üzeri de çemberli olacak.” demişler.

O zaman şimdiki gibi uygun koliler yok, nasıl yapayım derken görmüş ki; postanenin girişinde merdiven başında bir adam küçük ince tahtalardan sandık yapıyor, üzerine bir çember atıyor, nizamî hâle getiriyor, birkaç kuruş para alıyor, halkın ihtiyacını görüyor.

Ağabeyim elindeki torbayı getirmiş, buna göre bir sandık istemiş. Adam;

“Olur, bir lira alırım.” demiş.

Ağabeyim ambalâjı yaptırmış, paketi bana göndermiş. Paket yapılırken başında durmuş, ne yaptığına iyice bakmış, düşünmüş:

Zor iş değil, aldığı para da iyi.

“Postanenin ikinci merdiveni başındaki boşlukta da ben yaparım.” demiş. Evden bir testere, keser, kerpeten, birkaç ince tahta almış, işe başlamış.

Gelen giden iş yaptırandan, mektup üstü yazdırandan 50-100 kuruş derken yevmiyesini çıkarmış.

Şurası önemli:

Evli, delikanlı bir adam. Bugüne kadar tezgâhtarlık yapmış. Esnaf içinde kıymeti olan bir insan…

Fakat ekmeğini helâlinden kazanmak için, işportacılıktan veya bir postane kapısında sandık çakmaktan çekinmiyor. Tanıdık biri geçer; “Bu işe mi düştün?” diye sorar diye bir çekincesi yok.

Bir süre sonra diğer kapıda sandık çakan adam gelmiş, ağabeyime demiş ki:

“–Sen benim işimi kırdın.”

“–Sen de ekmek parası kazanıyorsun. Ben de…”

“–Olmaz. İkimiz de ekmek parası kazanamıyoruz. Sen kurtarmaz fiyata emek veriyorsun. Benim de müşterimi azaltıyorsun. Seninle anlaşma yapalım fiyatı kırmayalım; «Şunun fiyatı şu, bunun fiyatı bu!» diyelim, fiyatlara sâdık kalalım. İkimiz de ekmek yiyelim.”

Ağabeyim; «Tamam!» demiş, çalışmaya devam etmişler. Birkaç ay geçmiş.

O zamanlar halamızın oğlu Celal PEKTEŞ’in arkadaşı Abuzer Bey, maliyede şef idi. Postaneye gidip gelirken, kapıda ağabeyimi görmüş;

“Yahu, bu ne çalışkan adam! Bu adam bu işi yapacak adam değil. Ama sırf ekmeğini çıkarmak için böyle çalışıyor, didiniyor… Helâl olsun!..” diye düşünmüş.

Gitmiş maliyenin müdürüne tavsiye etmiş:

“–Böyle böyle bir adam var. Çok çalışkan, dürüst, ekmeğini kazanmak için çok çaba sarf ediyor. Bunu maliyeye alalım.”

“–Olur mu?”

“–Olur.”

“–Nerede buluruz?”

“–Postanenin kapısında…”

Gidip onu postanenin kapısında bulmuşlar. Götürmüşler maliyeye.

İnsanlar memuriyete girmek için kapılar aşındırır. Fakat ağabeyimi, müdürler aramaya geliyor.

Ağabeyim ilkokul mezunu.

Aralarında konuşuyorlar:

“–İlkokul mezunundan veznedar olur mu?”

“–İlkokul mezunu ama çok dürüst. Dürüst olması bize yeter. Ne yapacak? Para sayacak. Tahsile lüzum yok…”

Veznedar olarak işe alıyorlar. 2 sene orada çalışıyor.

“–Merkez Bankası’na bir veznedar lâzım imiş.”

Tavsiye ediyorlar:

“–Maliyede bir genç var. Bunu alırsanız hiç sıkıntı çekmezsiniz.”

Maliyenin müdürüyle, Merkez Bankası müdürü anlaşma yaptılar. Oraya transfer oldu. Merkez Bankasında emekli olana kadar veznedarlık yaptı.

Bu bir hayat serüveni…

Ağabeyim kendi hayat hikâyesini;

“Ben iş bulamıyorum.”,

“İşim yok! İşsizim!..”,

“Aylardır geziyorum…”… diye yakınanlar için tekrar tekrar anlatırdı.

“–Biz boş gezmedik, gidip kahvede oturmadık. Evde yatmadık. Biz az kazandık, fakat utanmadık.” diye iftihar ederdi.

Bir başka yazımızda «Ciğer satmak» diye ifade ettiğimiz cesaret ve gayretin; hizmet etmekten, çalışmaktan, ekmeğini kazanmaktan utanmama hasletlerinin yansıdığı bir hikâye…

“Veznedarlar içinde benden başka ilkokul mezunu yoktu. Ama ben hepsinden kıymetliydim.” derdi.

Niçin?

Çalışkan ve iyi niyetli olduğu için.

Borca tahammülü olmayan, ayağını yorganına göre uzatan, kimseye yük olmayı istemeyen, hizmet âşığı bir insan idi. Böyle adamların sırtı yere gelmez.

Hizmet nedir?

Allâh’ı hoşnut edecek faaliyette bulunmak…

Rabbimiz ne ile hoşnut olur?

İnsanlara faydalı olacak, onları hayırlı bir şekilde memnun edecek gayretler Mevlâ’mızı hoşnut eder.

İnsan hizmet ettikçe aşağı düşmez, yükselir.

Ne kadar yükselirsen yüksel, ne kadar meşhur olursan ol, ne kadar servet sahibi olursan ol, ne yaparsan yap; her zaman hizmet ehli olmak lâzım.

Hizmet ehli daima sevilir.

Sevilir, sevilir, sevilir…

Aranır bulunur…

Hele hizmeti bir de Allah rızâsı için yaparsa, o kişiyi Allah da sever ki, o zaman iki dünyada da sırtı yere gelmez.

Hayattan, çalışmaktan, tahsilden, kazanmaktan maksat ve gayemiz, daima hizmet olmalı…

Ağabeyim boş boş oturup tezgâhtar haftalığını alabilirdi; fakat artık o işte hizmet yoktu, o yoklukta ustasına bir hizmet sunamadan külfet olmak vardı. Ağabeyim zor olanı seçti, alın terini seçti, ciğer satmayı seçti.

Sonunda rızkı da genişledi, mevkii de yükseldi.

Bilhassa iş hayatının başındaki gençlere bu mesajı vermek gerek:

Derdimiz;

Emeği ve hizmeti az, parası bol bir iş bulmak mı olmalı?

Yoksa;

İnsanlara faydalı olmak, hizmet etmek, huzur ile helâl kazanç elde etmek mi olmalı?

“Aza tenezzül etmeyen çoğu bulamaz!” demişler. Çoğu bulamayınca, aza tenezzül edip çalışmak lâzım. Boş gezmeyip bedava da olsa çalışmak lâzım.

“Boş duracağına bedava çalış!” demişler.

Böyle davranıp bencillik yapmayıp fedâkâr olunca Mevlâ’m çoğu da verir, iki cihanda mutlu oluruz.

“Emeği ucuz olanın kendisi kıymetli olur.”

Mehmed Âkif’in dediği gibi:

Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası,
Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası…

Yine demişler ki:

İyi buğdaydan olur herese,
Kişi çalışsın yesin er ise!

Rabbim bizleri yaptığımız işlerde bu huzura erdirsin. İhlâs ile hizmete mazhar edip, himmet ve rahmete erdirsin.

Ne verirse hayırlısını versin, âkıbetimizi hayırlı eylesin.

Âmîn…