ZEMZEME-İ MEHTER ÜZERİNE…

YAZAR : İlyas KAYAOKAY okaykaya_1991@mynet.com

Mehterân sâz ile hâhiş gösterip
Eyledik ihvânla gârâm-ı vatan (Tab‘î)

Osmanlı, cihanşümul bir devlet idi. Edebiyatıyla, kültürü ve sanatıyla, yaşayış biçimiyle kendine münhasır özel bir yapıya sahip idi. Fakat her sahada orijinal bir yapıda olduğunu söylemek de doğru olmaz. Zira her siyasî yapı bir önceki dönemlerin üzerine inşa edilir. Osmanlı Devleti de askerî ve siyasî teşkilâtta kendisinden önce tarih sahnesinde boy göstermiş Türk devletlerinin çizgisinden gitmiştir. İlham aldığı bazı kurum ve teşkilâtları daha da geliştirmiş, üstüne biraz daha koyarak tekâmül ettirmiştir. İşte yazımızda değerlendirdiğimiz «mehter» bunun güzel bir örneğidir.

Mehter, Farsçadan dilimize geçmiş mihter kelimesinden bozma bir sözdür. Bu kelime Türkçeleşerek Osmanlı Devleti’nde kös, otağ-ı hümâyun, tuğ gibi hükümdarlık alâmetlerinin bakımını yapan ve kullanan görevlilere verilen isim olmuştur. Lügatte ise «yüksek rütbeli hizmetkâr, çadırlara bakan uşak, at uşağı, mızıkacı, kavas, bâb-ı âlî çavuşu, rütbe, nişan müjdecisi, çaylâk» mânâlarıyla karşımıza çıkmaktadır. Bugün bizler mehteri, Devlet-i Aliyye içerisinde çeşitli maksatlarla icrâ edilen bir mûsıkî olarak biliyoruz. Selçuklular zamanında «nevbethâne» olarak bilinen bu yapının Osmanlı’daki karşılığı, «mehterhâne» olmuştur. Bu kurumu İslâmiyet öncesine kadar götürebiliriz. Hakanın şölenlere gelişi sırasında davullar çalınırdı. Hem İslâmiyet öncesinde hem de İslâmiyet sonrasında «hilâl taktiği» sayesinde Türkler pek çok savaş kazanmıştır. Bugün bir mehter topluluğunu izlediğimiz zaman bir nizamla «hilâl» şeklinde dizildiklerine şahit olmamız buradan gelmektedir.

Bektâşîlik ile mehter arasında köklü bir beraberlik vardır. Rivâyete göre Orhan Gazi yeniçeri teşkilâtı kurulacağı zaman Hacı Bektaş dergâhına gelir. Yeni kuracağı yeniçeri ocağı için duâ ister. Hacı Bektaş Pîr de;

“Bunların adı «Yeniçeri» (yeni asker) olsun.” diyerek;

“Cenâb-ı Hak; yüreklerini ak, pazularını kuvvetli, kılıçlarını keskin, oklarını tehlikeli, kendilerini daima galip buyursun.” diye duâ eder.

Para bastırmak, hutbe okutmak gibi hükümdarlık alâmetlerinden biri olan mehter, lâ-lettayin bir şekilde çalınmaz. Bugün artık belediyeler bünyesinde gördüğümüz mehteri, küçük kutlamalarda temâşâ etmek mümkündür. Mehterin Osmanlı’da mânâsı büyüktü. Sultanın izni olmadan; bu azametli, debdebeli mûsıkînin; seferler ve saray merasimleri dışında da sık sık duyulan, âşinâ olunan bir ses hâline gelmesi istenmemiştir.

İşte bunun için olacak ki komşu devletlerden gelen sefirlerin beraberinde getirdikleri mızıkayı icrâ etmesine imkân yoktu. Elçiler, şehre girdikleri zaman sessiz bir şekilde, bayrak açmadan yürürlerdi. Mehter, iktidarı ve saltanatı temsil etmektedir. Bunu bilen Kabûlî, artık söz mülkünde nöbet sırasının kendisinde olduğunu, söz mülkünde saltanatını ilân ettiğini beyan etmektedir:

Nevbet, Kabûli, mülk-i sühanda bana dönüp,
Ben dâhi başka başuma mihterlik eyledüm!

Mehter, harp dönemlerinde askerlerin şecaat ve metânet göstermesinde önemli bir etkiye sahiptir. Fakat bunun yanında devletlilerin himayesinde gerçekleşen evlilik törenleri, sünnetler, güreş müsabakaları gibi eğlence zamanlarının da vazgeçilmez bir unsurudur. 16. asrın renkli sîmâsı Hayâlî Bey, İbrahim Paşa’nın evliliği vesilesiyle yazmış olduğu kasîdesine şöyle başlar:

Gözüm tuş oldu eylerken seher vaktinde seyrânı,
Semend-i nâza binmişlerle dolmuş At Meydanı…

Dem-i sûrnâ sadâ salmış bu mehterhâne-i çarha,
Döğülür kûslar güm güm kurulmuş taht-ı sultânî…

Temâşâ eyler iken can gözüyle nâgehân gördüm;
O taht üzre oturmuş bir saâdet mülkünün hânı.

İkinci beyitte yer alan «kûs» yani kös; eski savaşlarda, alaylarda deve veya at arabası üstünde taşınarak çalınan büyük davula verilen isimdir. Feleğin mehterhânesi tarafından, zurna sesleri etrafı sarmaktadır. İşte böyle bir ortamda padişahın tahtı kurulmuştur.

Savaşlarda insanların yanında bulunan hayvanların da müzikten etkilendiği, bir gerçektir. Muharebenin en önemli unsuru olan at ve filler de bu nağmelerden tesir alırdı. Davul, boru, zil gibi müzik âletlerinin sesini duyan atlar şâha kalkarlardı. Müziğin elbette olumsuz tesirleri de mevcuttur. Kartaca ordusu ile Roma ordusu karşılaştıklarında, Kartacalılar büyük fillerle Roma ordusunu dağıtmayı düşünmüşlerdir. Ön saflara dizilen koca filler, cenge hazır bekliyordu. Ancak Romalı generalin emriyle, ordu içerisinde bulunan bütün borazancılar aynı anda çalmaya başlamış; borazan sesinden ürken filler, geriye dönerek kendi askerlerini ezmişlerdir.

Osmanlı’nın mehteri de düşmanların kalplerine korku salarak, onları telâş ve feryâda sevk ediyordu. Behiştî bu tesiri anlatır:

Mehterlerinin zemzemesi ceng gününde,
Küffârın eder işlerini nâle vü efgân!

“Mehterlerinin sesi savaş gününde kâfirleri inletip ağlatarak düzenlerini bozar.”

16. asırda yaşamış Müverrih Gelibolulu Âlî’nin, «Künhü’l-Ahbar» adlı eserinde mehterlerin savaş esnasındaki rolüne dikkat çeken örnekler sunduğunu görmekteyiz. Dediğine göre; İstanbul kuşatıldığı zaman din adamları duâ ederek tekbirler ile, mehteran da mehter mûsıkîsi ile fethin kazanılmasına yardım etmiştir. Ordumuz sefere çıkarken, düşman topraklarına girdiği andan itibaren mehter dövülür; ovalar, dağlar mehter sesi ile dolardı. Ordudan önce giden bu ses, düşman topraklarında moralleri yerle bir ederdi. Osmanlı askerinin geldiğini haber verir, düşmanla karşılaşmadan önce düşman tarafına korku salınırdı. Meselâ; Kosova Savaşı’nda mehteran, harbin bütün hengâmesine rağmen düzenini hiç bozmamış, hiç ara vermeden askeri aşk ve galeyâna getirmeye devam etmişti.

Yıldırım Bâyezîd’in Karamanoğulları’na düzenlediği seferde de mehter, savaşta büyük bir rol oynamıştır. 18. yüzyıl şairi Arpaemînizâde Mustafa Sâmi, mehter topluluğunun sesi ile İsrâfil’in kıyâmet günü üfüreceği Sûr arasında bir bağ kurmaktadır. Mehterin çalınması kâfirin kıyâmetidir:

Sûr idi gûyâ nefîr-i mehterân bir nefh ile
Eyledi düşmenleri üftâde-i hâk-i fenâ

Âftâb-ı râyet-i nusret olunca âşikâr
Hep dağıldı leşker-i küffâr-i zulmet-âşinâ

“İsrâfil’in Sûr’u idi sanki… mehteran topluluğu bir boru üfürme ile düşmanları fânîlik toprağının yani dünyanın düşkünlerinden eyledi. Allâh’ın yardım ve zafer bayrağının güneşi görünmeye başlayınca, karanlığa alışmış (ışıktan rahatsız) olan kâfirlerin askeri hep dağıldı.”

Mehter, Avrupalıları tesiri altında bırakmış olacak ki; on sekizinci yüzyıl içinde önce Avusturyalılar, sonra Prusyalılar, daha sonra da Ruslar, Almanlar ve Fransızlar mehter teşkilâtına benzer mızıka takımlarını kurdular. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı bağlantılı Mehterhâne ve Ahî Ocakları kapatıldı ve yeniçeriler kıyımdan geçirildi. 1826 tarihi aynı zamanda Osmanlı topraklarında Bektâşîlik tarîkatının yasaklanmasının da tarihidir. Mehterhâne yerine Avrupaî bandolar kuruldu ve mehteran bölüğü kaybolup gitti. Mehter, 1911’de Ahmed Muhtar Paşa tarafından «Mehterhâne-i Hâkānî» adıyla yeniden kuruldu. 1914’te kuruluş tamamlandı. Birinci Dünya Harbi’nde Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın emriyle teşkilât orduya tekrar kazandırıldı. İstiklâl Harbi’nde de mehterhâne hizmet verdi.

Mehter günümüzde ise tiyatrocuların döndüğü semâ gösterileri gibi, folklorik bir malzeme hâline gelmiştir. Bir de muhteşem mâzînin yâdında, hâtıralarda yankılanan âhenkli, coşkulu o ses. Seyrî’nin Kanunî devrini anlatırken söylediği gibi:

Vurunca top gibi mehter, «Helâl!» diyordu hilâl.