OY ANAM OY!

YAZAR : Hadi ÖNAL hadional23@gmail.com

Bir yerimiz ağrısa, bir acı duysak yüreğimizde yahut kaybetsek sevdiklerimizden birini, dudaklarımızdan dökülen sözlerin başında gelir;

“Oy anam oy!” sözü. Kadın, erkek; çocuk, genç, olgun, yaşlı hangi cinste, hangi yaşta olursak olalım acımızda, hüznümüzde, açmazımızda bu kelimeyle çağırırız analarımızı imdâdımıza.

“Oy anam oy!” demek ne yaşa bakar ne de cinsiyete. Bazen bir iç çekişle bazen de yanaklarımızdan süzülen gözyaşlarıyla birlikte sarf ettiğimiz bu kelime; acımızın şiddetini, hüznümüzün derinliğini, derdimizin büyüklüğünü ifade eder. Söylediğimiz zaman hafifler miyiz yoksa daha mı fazla hüzünleniriz bilinmez; ama;

“Oy anam oy!” son iki yüzyıldır bu coğrafyada en çok kullanılan söz olmuştur.

İster insanın var oluşuna vesile kılınan ananın kudsiyetine yorumlayın, isterseniz yüce dînimiz İslâm’ın analara verdiği ulviyete; ana ile birlikte kullanılan bu sözün arkasında anaya olan ihtiyaç kadar; «Keşke getirmeseydin beni dünyaya, ben de bu acıyı yaşamasaydım.» serzenişi yatar. İyi de gerçekten bu coğrafyada yaşamak o kadar ağır mı? Neden hayatımız anayla birlikte kullanılan oylarla, oflarla, vahlarla bu denli örülmüştür? «Bize bütün bu acıları yaşatan coğrafyadır.» dersek yalan olur. Bir bakın Allah aşkına bahar yüzlü Anadolu’ya, gülücükler saçan Akdeniz’e, kara gözlü Karadeniz’e… Bir bakın, Marmara’ya, Trakya’ya… Peki, eksik olan ne? Yedi iklim yetmiş renk, her boğumu bin âhenk olan bu ülkede toprak mı, su mu, iklim mi bize;

“Oy anam oy!” dediren?

İnsan dersek İslâm ile şereflenen, «Kur’ân Medeniyeti»nin bahşettiği, Âlemlere Rahmet Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine uygun yaşama gayreti ile dolu… Onun için değil midir ki; sevgi, merhamet, iyilik ve güzellik gibi erdemlerle bezeli atalarımız; bugün torunları ile birlikte acı çeken Basra’dan Kafkaslara, Yemen’den Saraybosna’ya, Kerkük’ten Kosova’ya, Kırım’dan Girit’e kol kanat germiş ve buralarda yaşayan milyonların sulhü, saâdeti ve selâmeti için çalışmıştı. Peki, ne oldu da İslâm’ın bayrağını gönüllerde dalgalandıran o millet ile onun şemsiyesi altında huzur bulan insanlar; son iki yüzyıldır artarak, katlanarak dalga dalga gelen acılara karşı;

“Oy anam oy!” demek zorunda kaldı.

Geçtiğimiz yüzyılın başında Balkanlardan Yemen’e; Çanakkale’den Sarıkamış’a; Kurtuluş Savaşı’ndan günümüz terör olaylarına kadar devam eden acılarının biri bitmeden diğerinin başlamasının altında yatan sebep ne? Ya yüzyılımızda Osmanlı’nın «Evlâd-ı Fâtihan» dediği Balkan ülkelerinde yaşayanlara yaşatılanlar… Ya sömürgeci batının Orta Doğu diye adlandırdığı Osmanlı’nın huzur topraklarından yükselen değişik dil ve lehçelerdeki;

“Oy anam oy!”lar…

Bütün bunların altında yatan temel gerçek; dînî, millî ve mânevî değerlere sırt çevirmek değil de nedir? İnsanî, İslâmî değerlerin ve bunlara bağlı değer yargılarının sistematik bir biçimde törpülenerek basitleştirilmesi sonra da yok edilmesi değil de nedir? Yapılanlara ve yapılmak istenilenlere karşı duyarsızlığın bu düşüşle birlikte feryatlaşarak yükselen;

“Oy anam oy!”lardaki payı ne kadardır; hiç düşündük mü? Yöntem ve kılık değiştiren materyalist düşüncelerin taşeronluğuna olan iştahın bizi ve çevremizi nerelere, ne kadar sürüklediğinin farkına ne zaman varacağız? İnsan temâyüllerini ölçerek ona göre toplum mühendisi yetiştiren ve o doğrultuda sömürü düzenlerini devam ettiren «Emperyalist Batı»nın dümen suyuna daha ne kadar kürek çekilecek? Bizim îman dolu göğüslerimiz;

“Oy anam oy!”ların çokluğu ile övünen ve feryâdın şiddetini başarı hanesine yazan madde odaklı batının çelik zırhlarına daha ne kadar dayanacak?

Çare? Çare başımızı gömdüğümüz kumdan çıkarmak ve insanımızı eğitmektir. «Ama nasıl? Ama hangi eğitim sistemiyle?» diyeceksiniz. Eğer II. Mahmud’la birlikte başlayan; kendi kültür değerlerini beğenmeyen, aşağılayan ve hiçbir anlam taşımadığına inanan aydın (!) kafaların dün sunduğu gibi bugün de sunacağı reçetelerle şifâ bulacaksak; «Allah rahmet eylesin!» demekten başka söylenecek söz ve yapacak bir şey kalmamıştır.

Son iki asırdır batı toplumlarının değer yargılarını referans alan taklitçilik ve onu nesillere aşılayan eğitim sisteminin;

“Oy anam oy!”ların artmasının dışında bu coğrafya insanına kazandırdığı ve kazandıracağı hiçbir şey olmamıştır, olamaz da…

Yok, eğer kendi özümüze döner yeniden insanı ve İslâm’ı referans alan bir arayış içerisine girebilirsek ve o doğrultuda yarınlarımızı kucaklayacak nesiller yetiştirebilirsek; işte o zaman «ah»lı, «eyvah»lı, «oy anam»lı feryatları dindirmekle kalmaz, aynı acıyı çeken milletlerin de kurtuluşlarına vesile oluruz.

Bakın düşünce ufkumuzu aydınlatan fikir adamlarından rahmetli Cemil MERİÇ ne diyor:

“19. asrın fikir adamları toydular. Batıyı gerçek çehresi ile tanımıyorlardı. Ama kendi medeniyetlerinden kopmamışlardı henüz. Kendi mukaddeslerine bağlıydılar. Bocalayacaklardı, aldanacaklardı, hata edeceklerdi. «İlim Çin’de de olsa alınız.» ve «Hikmet mü’minin yitik malıdır.»a dayanıyorlardı. Oysa Avrupa, lütuflarını çok pahalıya mâl etti. Biz seçmedik, maruz kaldık. Son yüzyılın düşüncesi el yordamıyla yapılan bir arayış. Ama harf ve lisan inkılâbı tüm bu çabalayışları sildi ve süpürdü. Devrim adı verilen depremler, bütün köprüleri yıktılar. Şu an dâvâ, bir karşı devrimle eski harflere dönmek değildir. Nesillerin hâfızası ile oynamanın ne vahim neticeler doğurduğunu biliyoruz. Aynı insanlar her rejimde aynı insanlardır. Dâvâ; irfanımızı yeniden fethetmek… Kim olduğunu bilen, dünya içindeki yerini tayin eden şuurlu insanlara ihtiyacımız var. Kendini tanıyan, kendini, yani ikbal ve idbarlarıyla tarihlerinin bütününü, dillerini, dinlerini, irfanlarını tanıyan insanlara… Sonra insanlığın tarihine eğilmek, Asya ve Avrupa’nın her düşüncesini hiçbir peşin hükme saplanmadan incelemek… Bu çetin yolculukta iki çetin yardımcıya ihtiyaç var:

1. Millî irfan hazinelerini taramaya yetecek zengin ve köklü bir dil. (Lâtin harfleri yanında Osmanlıcanın da mekteplere girmesi, bu gerçekleşmeden böyle bir fethe çıkılabileceğini zannetmiyorum.)

2- Avrupa’yı imtiyazlı birkaç züppenin vesâyetine ihtiyaç duymadan tetkik için, bir batı dili bilmek; sonra «Oku!» emr-i celîline uymak. Dikkati zarfa değil, mazrufa çevirmek…”

Sadece kendi milletimiz veya aynı duyguları paylaştığımız kültür coğrafyamızın milletlerinin değil, bütün mazlum ve masum milletlerin de daha fazla;

“Oy anam oy!” dememeleri için bir an önce harekete geçmeliyiz. Cemil MERİÇ’in de ifade ettiği gibi madde canavarı tutsaklarına, insanî ve İslâmî duruşumuzla karşı koymalıyız. İrfanla mücehhez ilmi esas alan, insan ve İslâm referanslı yeni bir eğitim sisteminin temellerini atmalıyız. «Zarfa değil mazrufa» odaklanarak; ilmi; sevgi, güzellik, iyilik, doğruluk, hoşgörü, başkalarının hakkına saygı, acıma, merhamet, yardımlaşma gibi insanı insan yapan değerlerle bezemeliyiz.

Bütün bunları yapmak için yeniden, yeni bir arayış içerisine girilmesine de gerek yoktur. Çok şükür aydın geçinenlerin aksine halkımız irfanını hâlâ muhafaza etmektedir. Gerçek aydına düşen görev; kendimizi var olanlarımızla yeniden inşa etmemize yardımcı olmaktır. Batıdan uyarlama sistemlerle kendi köklerinden koparılmaya, tefekkürden uzaklaştırılmaya çalışılan gençlerimizi; ilkeleri ve ölçüleri ile kendi genetik kodlarımıza uygun modeller geliştirerek geleceğe hazırlamaktır. Gerçek aydına düşen; gençlerin iç-kabuk, kafa-kalp, ilim-din, madde-mânâ, batı-doğu, cihanşümul-millî, dün-bugün, dünya-ukbâ… arasında denge kurabilecek bir biçimde yetiştirilmesi için yeni müfredat programları geliştirmektir.

Gerçek aydına düşen;

“Kendini bilen, Rabbini bilir; kendini bilen, dünyayı bilir.” düsturu ile hareket eden, kendisine ve mensubu olduğu topluma güvenen, sevgiyi her şeyin temeli olarak gören, nesiller yetiştirmektir. Gerçek aydın; vakit geçirmeden yeniden ve yeni baştan gönüllerin fethi için, «Nizâm-ı âlem» için;

“Oy anam oy!” dememek ve dedirmemek için yeni bir silkinişle;

“Yâ Allah! Bismillâh! Allâhuekber!” diyerek işe başlamalıdır.