«FİRÂR ÂTEŞ, KARÂR ÂTEŞ…»

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

–Hocam şu köşeden döneceğiz.

–Marketin sağından mı?

–Evet hocam. Şu parkın etrafında müsait bir yere park edebiliriz. Ev de şu mavi mozaik motifli olan…

Abdülhamid Hoca, babadan kalma açık mavi Reno’yu parkın kenarına park etti, kapısını özenle kapatırken şöyle bir iç çekti: “Hayırdır emektar! Kuyruğun titriyor!”

Sonra Nureddin Beye dönerek;

–Evet ağabey, evin yeri güzelmiş.

–İnşâallah beğeneceğinizi umuyorum hocam. Sizinle komşuluk etmek bize bir şeref olacak.

–Estağfirullah Nureddin Ağabey! O şeref bize ait… Sizin gibi güzel komşularımızın olacağını bilmek, bizi biraz cesaretlendirdi. Yoksa ev almanın fikri bile plânımızda yoktu. Her şey çok ânî gelişti.

–Hayırlısı hocam, bu işi kolay kılanın takdirine bırakmak lazım…

–Elbette…

Abdülhamid Hoca küçük yaşta geçirdikleri trafik kazasında babasını kaybetmiş bir yetimdi. Annesi; bin bir çile, emek emek uğraşarak okutmuştu onu. Sonra da çevrenin yönlendirmesi ile çeşitli hayır kuruluşlarında eğitimini tamamlamıştı. Elim bir kaza ile değişen hayat serüveni, şimdi büyük şehirdeki bir lisede matematik öğretmenliği ile bambaşka bir veçhe kazanmıştı. Mütevâzı kişiliği ile çevresinde kısa zamanda çok tatlı dostluklar oluşturdu. Her fırsatta namaza gittiği caminin cemaati olsun, meslektaşları olsun bu saygın genç hocaya çok hürmet ediyorlardı.

Büyük umutlarla geldiği bu büyük şehir, meşakkatli yüzünü göstermede hiç tereddüt etmemişti. Kira, yakıt ve yol masrafları derken büyük şehirde yaşamanın çilesi, hocanın omuzlarında kendisini hissettirmişti. Maaş dışında herhangi bir desteği de olmadığı için; hâlden anlayan derin bakışlar, çektiği sıkıntıyı fark etmede pek zorlanmamıştı. Büyük şehir hocayı yormuştu. Darlık içinde yetişip, hesabını bilen biri olmasa çoktan pes etmişti.

Cami imamı ile Abdülhamid Hocanın okuldan bir meslektaşı; yaptıkları istişâre neticesinde bir seyir plânı oluşturdular. Yasin Hoca, nazının geçtiği bir müteahhit ile anlaşarak hocayı kira öder gibi ev sahibi yapmaya râzı edecek; meslektaşı da hocaya bir-iki yerde özel ders ayarlayarak bu yükün altından kalkmasına yardımcı olacaktı.

Abdülhamid Hoca, ilk başta kısa zamanda bu işi göze alamayacağını söylese de dostları ısrarcı idi. Derken Abdülhamid Hoca kendini, müteahhit Nureddin Beyin kendi mahallesinde yaptırdığı apartmanın önünde buluvermişti.

Nureddin Bey anlatmaya başladı:

–Hocam daire 3+1, seni ele güne muhtaç etmez Allâh’ın izniyle. Misafirin falan gelir memleketten, geniş ev, iyidir. Ara kat, iyi de ısınır.

–Nureddin Ağabey, iyi dersin hoş dersin de biz bunun altından kalkabilecek miyiz? Ev de çok güzelmiş mâşâallah!

–Hoca! Hâllettik zannediyordum. O işin adını koyduk, bitti. Daha kurcalama…

–Peki ağabey!.. Yâ Rab, mahcup etme!

Abdülhamid Hoca, düşünceli adımlarla çıktı daireden. Saatine baktı ve Nureddin Beye dönerek;

–Ağabey ben müsaade isteyeyim. Bir yere uğrayacağım. Akşam namazının vakti yakın. Şimdi çıksam yetişemem. Yol uzun. Yakın bir camide kılıp da gideyim.

–Hocam beraber kılalım, namazdan sonra ana caddeye kadar eşlik ederim sana.

–Çok güzel olur ağabey de zahmet vermeyeyim.

–Estağfirullah hocam, ne zahmeti? Hem bizim caminin imamıyla da tanıştırırım seni. Senden iyi olmasın, o da çok kıymetli bir insandır…

Abdülhamid Hoca ile Nureddin Bey, camiye doğru yöneldiler. Abdülhamid Hoca meraklı gözlerle de etrafı tanımaya çalışıyordu. Bu arada Nureddin Bey mahallenin geçmişinden bahsediyordu. Tam o sırada 8-10 yaşlarındaki çocukların şen şakrak oyun sesleri, çok acı bir küfürle sekteye uğradı. İki arkadaş oyundaki bir mızıkçılığı büyütmüş ve iş küfürleşmeye kadar varmıştı. Abdülhamid Hoca şok olmuştu! Bacak kadar bir çocuk nasıl olur da böyle küfür edebilirdi? Gayr-i ihtiyarî aralarına daldı;

–Evlâdım! O nasıl söz öyle? Hiç yakışıyor mu size?

Çocuk hiç ummadığı bu tepki ve tanımadığı bu adam karşısında ne yapacağını bilemedi. Çocuk belki bir şeyler söylemeye niyetlendi ama az ileride oturan annesi hemen bitiverdi oracıkta.

Annesi, çocuğunun küfür ettiğini duymamış olacak ki çok ânî bir hareketle çocuğunu yanına çekti. Ürkek bir tavırla;

–Salih! Oğlum ne oluyor burada? Siz de kimsiniz?

Abdülhamid Hoca; «İsmi de ne kadar güzelmiş…» diye geçirdi gönlünden.

Nureddin Bey hemen toparladı:

–Yenge ben Nureddin, Hacıların Nureddin…

–Kusura bakma ağabey seni bir an fark edemedim.

–Yenge, bu arkadaş öğretmen, buradan ev alacak inşâallah. Tam camiye gidiyorduk, senin oğlan ağza alınmayacak küfürler etti. Hoca da çocuğu uyarıyordu.

Annesi çocuğuna toz kondurmak istemiyordu;

–Benim çocuğum yapmaz öyle şey! Hem çocuğumun terbiyesi sana mı kaldı be adam? Gel oğlum!..

Çocuk, annesinin kanatları altından öyle sinsi bir bakış attı ki, hoca şok oldu. Küçücük bir çocuk nasıl olur da böyle küfürler edebilir? O, pek de masum olmayan bakış ise ok misali yaralamıştı gönlünü. Bir an olsun gitmiyordu gözlerinin önünden…

Namaz kılındı; lâkin hocanın zihni karışıktı. Aslında her şey ne güzel de seyrediyordu. Ev güzeldi, şartlar uygundu. Özel dersler falan… Bir hayli kaptırmıştı kendini ev alma hayaline; ama çocuğun o tavrı çok dokunmuştu. Gönlü, sorular girdabında yön bulmaya çalışıyordu:

“Çocuğum bu sokakta mı büyüyecek? Oğlumun arkadaşı bu çocuk mu olacak şimdi? Okul, zaten günü dolduruyor, bir de özel dersler… Eve ayıracak vakit çok az! Kaş yapalım derken acaba kendi elimizle gözümüzü mü çıkaracağız? Ben çocuğumu gönül rahatlığıyla bırakamadığım bir sokaktan nasıl ev alacağım?..”

Hocayı, Nureddin Bey çekti çıkardı bu girdaptan:

–Hocam, istersen gidelim! Geç kalma!

–Tamam ağabey gidelim.

Nureddin Bey, fotoğrafı çekmişti;

–Ne oldu hocam? Pek daldın!

–Yok, ağabey bir şey olmadı.

–Hocam mürekkep yalamışlığımız senin kadar olmasa da az çok adımlamışlığımız vardır şu feleğin tozlu yollarını… Benden kaçmaz! Çocuğun küfür edişine bir hayli bozuldun! Seni kendi hâline bıraksam neredeyse vazgeçeceksin evden mevden…

–Kusura bakma ağabey! O kadar mı belli oldu?

–Estağfirullah… Yani…

–Öyle be ağabey! Bizim çocuk o sokakta nasıl büyür? Kadın hiç umursamadı bile… «Vazgeçsem mi acaba?» diye düşünmüyor değilim…

–Hoca efendi! Hoca efendi! Şimdi de sen kusura bakma! Sen ne işe yarıyorsun?

–Nasıl yani?

–Bu sokaklardan sen kaçarsan, ben kaçarsam kim sahip çıkacak? Ceddimiz buraları fethederken yeşillik olsun diye mi canını eritti? Bu şehir, bu sokaklarıyla bir bütün! Biz bu fethin yâdına dahî sahip çıkamayacaksak ne diye uğraşıyoruz?

–Haklısın ağabey! Haklı olmasına da… Hangi ara vakit bulup da yetişeceğiz bu sokaklara?

–Dertli adam, yoğun da olsa hizmetine vakit bulur. Yemez, içmez, uyumaz… Gerekirse vakit doğurur, tutar koparır! Bu sokaklar bizim hocam. Mahallem diye söylemiyorum, iyidir mahallemiz. Hele bir de sen bizim imamla bir olur da bir ucundan tutarsanız; kuş olur, Allâh’ın izniyle bu sıkıntılar.

Derin bir sessizlik kapladı arabanın içini… Hoca -artık ne alıp verdiyse içinden-;

–Ağabey mâşâallah, sen epey dertliymişsin. Ben bir hayli çekingendim ama… Senin şu tavrın, üzerimize bulaşan tembellik tozlarını silkeledi vallâhi.

–Biz de gençliğimizde hızlıydık delikanlı. Bu er meydanında az emeğimiz yoktur.

–Evet ağabey, yüreğinin yangını bizi de tesiri altına aldı. O zaman, beni yalnız bırakmayacaksın, demektir.

–Aynen öyle hocam. Başım gözüm üstüne… Hocam bu arada, benden kaçmayan bir şeyi daha söyleyeyim.

–Söyle ağabey.

–Bu araba ne kadarsa o kadar düşürdüm evin fiyatını. Baba yâdigârına dokunma!

–Ama ağabey!

–Tamam hoca mevzu kapanmıştır. Hadi geç kalma! Hadi… Hadi…

Aradan yaklaşık altı ay geçmişti. Abdülhamid Hoca ve Yasin Hoca caminin müştemilâtında market olarak faaliyet gösteren yeri boşaltmışlar, yerine; küçük bir kütüphane, birkaç bilgisayar, tenis masası vesaireden müteşekkil, öğrencilere yönelik bir merkez açmışlardı. Mahallelinin gözbebeği olan yer, aynı zamanda bir yardım derneği gibi faaliyet gösteriyordu. Mahallede nerede bir fakir var, bir muhtaç var; gönüllüler oracıkta bitiveriyorlardı. Hocalar da gece-gündüz demeden bir hâl çaresi bulmaya çalışıyorlardı.

Merkez, aynı zamanda bir butik dershane gibi çalışıyordu. Abdülhamid Hoca ve meslektaşları haftanın belirli günlerini aralarında paylaşmışlar ve çocukların okul yüklerine de destek olmuşlardı. Aldıkları duânın haddi hesabı yoktu.

Yoğun günlerden biriydi.

Hocalar, çocuklar etrafında pervâne olmuş, koşturuyorlardı. Müteahhit Nureddin Beyin geldiğini kimse fark etmedi bile.

–Hocalar, kolay gelsin bakalım! Bana bir çay ısmarlayın da yüzünüzü görelim. Siz de bu arada iki soluklanın.

–Hoş geldin ağabey! Buyur, çaylar hemen geliyor.

–Abdülhamid Hocam nasılsın? Nasıl gidiyor çalışmalar?

–Cenâb-ı Hakk’a şükür. Sayende daha da ilerlettik gayretleri.

–Estağfirullah hocam, biliyorsun bir söz verdik, tutacağız. Bizden geçti, sizin gibi koşturamayız; ama çorbada tuzumuz olursa ne mutlu!..

Bir yandan çay içiliyor, bir yandan da hoca, merkez hakkında bilgi veriyordu. Nureddin Beyin gözü masa tenisi oynayan çocuklara takıldı.

–Hocam! Şu tenis oynayan delikanlı sizin oğlan değil mi?

–Evet.

–Diğeri de şu eve ilk bakmaya geldiğimizdeki, sokakta oyun oynayan delikanlı değil mi? Hani şu…

–Evet ağabey, Salih… Bizimkiyle abi-kardeş gibi oldular…

–Vay be hocam, helâl olsun! Aklına gelir miydi böyle bir kardeşliğin tesisini Cenâb-ı Hakk’ın sana nasip edeceği?

–Gelmezdi doğrusu; ama o gün, sen bu firâseti göstermeseydin, benim ne bir evim olurdu ne de böyle güzel bir ortamım. Allah senden râzı olsun!

–Estağfirullah hocam. O ben olmazdım da bir başkası olurdu! Cenâb-ı Hak, sana bu işi yaptıracakmış. Biz sadece vesileler zincirinde bir halka olduk. Yoksa sana yardımcı olanların gönlüne bu kaygıyı düşüren Cenâb-ı Hak. Allah gayretlerinizi mübârek eylesin. Her biri, bir sadaka-i câriye olur inşâallah…

–İnşâallah ağabey. Allah râzı olsun, binlerce kez…