Gençliğin Baharında, EBEDÎ HAYAT, KIŞ OLMASIN!

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Mart yetirir Nisan övünür.
Nisan yetirir, insan övünür.

Baharda tabiatın dirilişiyle ilgili söylerler. Hepsini getiren Allah… Övünmek değil, şükretmek lâzım…

Baharda Mart ve Nisan aylarında; aşılayıcı rüzgârlar eser, bereketli yağmurlar yağar, böylece takip eden aylarda bereketler yaşanır. Mevsim itibarıyla günler uzar, güneşin dünyaya açıları değişir, havalar da git gide ısınır.

Bahar bir ısınma, bir hararet, bir diriliş, bir canlılık…

Fakat ne için?

Bahar; dikene de can, güle de…

Güneş, hava, toprak, su; dikene de gıda, güle de…

Canlılık, zindelik; dikene de hayat, güle de…

Bahar mevsiminde, rûha esen o ferahlık, o zindelik, o canlılık; gerekli tedbirler alınmazsa, nefse de canlılık ve azgınlık olur.

Gençlik de öyle, servet de öyle, sıhhat de öyle, makam-mevki de öyle…

Bu nimetler, bir çeşit enerji; nereye sarf edersen, oradan netice alırsın.

Ömrü bir yıl saysak, onun baharı, gençlik…

Gençlik; Allâh’a kulluğa ve hizmete harcanırsa, âhiret hasadında müthiş bir bereket olur. Fakat aynı mevsim; nefsin, şeytanın davet ettiği pis şeylere yönelirse, o zaman da dehşetli bir zarar bilânçosu ortaya çıkar.

Servet; iyi niyetli, cömert, infak ehli bir kişi için ne büyük bir sermaye; kötü niyetli, cimri, azgın biri için ne müthiş bir felâket…

İnsan, niyetini düzeltmeli… Fırsatları, imkânları, nimetleri; hesabıyla düşünmeli. Tedbirleri almalı.

Diğer mevsimlere de manzûmeler söylemişler. Babama ilk mektepte öğretmişler, hep söylerdi:

Şubatta yer dere donar,
Pencereye serçe konar.

Mart’ta kuzucuklar oynar,
Yağmur yağsa da gün parlar.

Nisan gelir dağlar-taşlar,
Bağ-bahçeler çiçek kokar.

Mayıs ayı kiraz ayı,
Çocuk alır, büyük payı.

Haziran’da mektep tatil,
Fakat çocuk kalmaz âtıl.

Teşrinler’de neler olmaz!
Kıra gidin, görün biraz…

Teşrinler diye, Ekim ve Kasım aylarını kastediyor. Ekim’in adı, Teşrîn-i evvel; Kasım’ın adı, Teşrîn-i sânî idi.

Babam, ta ilkokulda öğrendiği bu şiiri hiç unutmamıştı. On iki ayı da okurdu. Benim aklımda bunlar kalmış. Bahar nasıl bereketliyse, çocukluk, gençlik çağlarında da hâfıza o kadar berrak… Bembeyaz yapraklardan bir defter.

Güzel şeyler yazılırsa, onlar kalacak yarınlara… Kötü telkinler olursa da onlar yansıyacak ileriki yaşlara.

Bu sebeple;

Bir ülkenin, bir toplumun geleceğini belirlemek için üç sahaya dikkat etmişler:

Birincisi eğitim. Çünkü yarının yetişkinlerini öğretmenler şekillendiriyor.

İkincisi hukuk. Çünkü adâlet mülkün temeli. Hukuk, hakkı, adâleti temsil ederse, millet-devlet pâyidâr olur; etmezse pâyimâl olur.

Üçüncüsü askeriye. Çünkü silâh denilen kuvvet; güvenilir, vatanına, milletine sâdık bir nesle emanet edilir.

Üçünün de özü, yine gençlik… Yine gençliğin güzel yetiştirilmesi, eğitilmesi… Bilhassa nimetlerin, enerjilerin kontrolünün öğretilmesi… Nefis terbiyesinin öğretilmesi… Allâh’a kulluğun, vatana bağlılığın, dürüstlüğün, cömertliğin, çalışkanlığın, merhametin, fedâkârlığın, yani her şeyiyle güzel ahlâkın öğretilmesi…

Bilgiyle birlikte irfan, güç ile birlikte hilim ve sabır, mantık ve muhakemeyle birlikte, insaf ve adâleti de öğretmek…

Sadece ülke-devlet meselesi değil; toplum ve milletin geleceği de böyle dolu dolu mânevî eğitime bağlı.

Hele bu zamanda kötülükler daha serbest… Eskiden var olan, milletten, halktan utanma duygusu azalmakta. Eskiden toplumda güçlü bir şekilde yerleşmiş olan dinden, örften, an‘aneden gelen birçok tedbir unutulmakta, ihmal edilmekte, bazen kasten ortadan kaldırılmakta…

Nimet ve enerjilerin doğru ve yanlış yönlendirilmelerine bir misal verip, bir acı hâtıra anlatalım.

Gençlik ve sıhhat enerjileri.

Cenâb-ı Allah, insana karşı cinsine doğru bir temâyül vermiş ki, aile olsun, nikâh olsun, evlât olsun.

İnsan evlenmeye imkân buluncaya kadar, nezih, iffetli, tertemiz bir hayat yaşar. İnsanlığın gereği bu. Hayvanlarda nikâh yok. Ama insanda nikâh var. Çünkü nikâhın temizliği, sadâkati, bereketi, hukuku olursa, fert için de, aile için de, toplum için de feyiz ve rûhâniyet meydana gelir. Bunlar olmazsa, ortaya zinâ çıkar. Toplumda rezalet, şiddet ve vahşet meydana gelir.

Bugün kadına şiddet, boşanmaların artması, kürtaj gibi toplum dertlerinin altında hep zinâ var.

Zinâ da türlü türlü…

Önce gözler harama bakarsa zinâ etmiş olur. Göz bakarsa, gönül kayar.

Kadında erkeğe, erkekte kadına temâyül var. İlâhî kanun. O hâlde, bu iki cins, yakın akraba değilse, lâubâlî olmamalı. Baş başa kalmamalı. Karmaşık ortamlara düşürülmemeli. Gözlere, sözlere tedbirler alınmalı.

Bugün okullarda, iş yerlerinde, karışık ortamlarda lâubâlîlikler arttı. İnternet ayrı bir fâcia…

Netice:

Kalpler eğriliyor. Kocalar hanımlarından, hanımlar kocalarından soğuyor. Zinânın son raddesine gelmesi bile şart değil. Sadâkat, sevgi, saygı, bağlılık, temizlik, nezâhet kalmayınca yuvalar dağılıyor.

Duyduğumuz şu acı hâdiseyi bir tahlil edelim:

Anadolu’nun bir köşesinde bir aile. Adam bir bağ evinde hem bahçıvan, hem bekçi. Kira ödemiyorlar, yakacak parası dertleri yok. Maaştan başka ufak tefek bir şeyler de ekip satıyorlar. Genç bir karı-kocalar, dört tane de evlâtları olmuş. Kanaat etseler, rahatları yerinde.

Birinci yanlışı yapıyorlar: Fâizle, krediyle ev alıyorlar.

Yüklü taksitler neyle ödenecek?

Kadın kışın otelde bir iş buluyor. Fakat çalıştığı yerde, kalbi bozuluyor. Dört çocuğu bırakıp, bir başka adama kaçıyor.

Bekçi adam, dört çocuğu alıp anasının evine götürmekten başka çare bulamıyor. Yuvası dağıldığı için bekçilik işinden de ayrılıyor.

Aldığı evden dolayı, bankaya 40.000 TL ödemiş, daha 60.000 TL borç var. Fakat fâizin belâsını görün ki, evi satsa ancak bu borcu ödeyebiliyor. Yani elde var sıfır.

İbret içinde ibret…

Ortada ne maddî bir ev kaldı, ne mânevî bir yuva!

Ne kadınlık haysiyeti kaldı, ne kocalık şerefi, ne annelik şefkati!..

Ortada dört tane perişan evlât…

Sefâletin uçurumundan yuvarlanan bir kadın…

Hayatı ve gönlü altüst olmuş bir adam…

Böyle acı hâdiseler Anadolu’nun her tarafında yaşanıyor.

İşte tamahın sonu, işte nefis terbiyesini ihmal etmenin, dînin tedbirlerini hafife almanın âkıbeti… Fâize, zinâya yaklaşmanın dünyada yaşattığı perişanlıklar bunlar. Bir de âhireti düşünelim.

«Kimse ev almasın, kadınlar çalışmasın!» demiyorum. Haddini aşan borçlara, hele haram olan fâize girmek yerine, kanaat ve tevekküle gir. Acele etme. Beş sene, on sene sonra olur da ağız tadıyla olur.

Kadınlar hâllerine uygun şartlar varsa, gerekli tedbirler alınmışsa çalışabilirler, hizmet edebilirler tabiî… Fakat aslolan hanımın, evinin sultanı olması… Ev almak, taksit ödemek, araba yükseltmek derken; kadın evin ekonomisini sırtlanmak zorunda bırakılır oldu. Kadınlarımız; «Siz de kariyer yapabilirsiniz, siz de çalışabilirsiniz, kendi ekonomik özgürlüğünüze sahip olabilirsiniz!» diye diye, bir ömür ağır şartlarda çalışmak cenderesi altında kaldılar. Bunun neresi hürriyet?

Tahsil yapmaktan evlenmeye, çalışmaktan anne olmaya fırsat bulamamak; kadın fıtratına ve ailenin, toplumun, insanlığın tabiatına uygun mu?

Sonra her ne olursa olsun;

Bizim o fedâkâr, cefâkâr, iffet timsali, edep zirvesi Anadolu kadınımızın içinden böyleleri nasıl çıkabildi?

Bizim o kanaatkâr, gözü tok, hareminin gözüne göz izi değmesine râzı olmayan Anadolu insanının içinden böyle örnekler nasıl ortaya çıktı?

Cevap: Eğitimsizlik…

Tahsil arttı, fakat terbiye geriledi.

Maddiyata istek çoğaldı, mâneviyata ilgi geriledi.

Evin konforu için hırs çoğaldı, yuvanın huzuru için gerekli tedbirler geriledi.

Bencillik çoğaldı, fedâkârlık geriledi.

İhtiras, açgözlülük, lükse, modaya düşkünlük çoğaldı; kanaat, tevekkül ve istiğnâ (gözü tok olmak) geriledi.

Bu tablonun tersine dönmesi için, maddî tahsil değil, mânevî terbiye şart…

Mânevî eğitim olmazsa; sadece çocuklar, gençler değil, yaşını başını almış insanlar bile, nefis ve şeytanın tuzaklarına yakalanabiliyorlar.

Adil Hoca söylerdi:

“Gençler geliyor; «Hocam biz bu nefsin elinden yıldık. Başa çıkamıyoruz. Çare ne? Ne yapmalıyız?» diye soruyorlar. Sadece gençler mi ki?.. Hacılar da, hocalar da, yaşlılar da bu nefsle başa çıkamaz. Onunla başa çıkmak çok zor.

Bunun için silâhın olmalı.

Silâh ne?

Nefse tesir edecek silâhı İmâm-ı Gazâlî Hazretleri söylüyor:

Zikir…

Zikir nedir?

Zikir, her an Allâh’ı anmaktır. Tersinden söylersek, hiçbir an, Allâh’ı unutmamaktır.

Besmele, zikirdir.

Kur’ân-ı Kerim, zikirdir.

Namaz, zikirdir.

İşte nefsi yenecek silâh.

Düşmana karşı tedbir alınır, kaleler bina edilir, kuleler dikilir, silâhlar temin edilir.

Nefis ve şeytan düşmanına karşı alınacak tedbir, temin edilecek silâh da zikir…

Silâhın yanında olduğu müddetçe; nefsin, şeytanın çukurlarına yuvarlanmazsın.

Karşıdan aslan üzerine üzerine geliyor. Silâhın yoksa, yahut var da sen ona doğrultup daha yanına yaklaşmadan tetiği çekemiyorsan, o pençesini vurduğu gibi seni mahveder.

İster yaşlı ol, ister genç, ister hacı ol, ister hoca!

Hiç fark etmez. Bir anda elektrikler kesilir.

İşte bunun için zikir şart… Gece zikirleri, beş vakit namaz, her daim her zaman besmele… Bunlar insanın dilinden de kalbinden de düşmemeli.”

Bugün hepimizin elinde, cebinde cep telefonu var. Onu hiç ihmal etmiyoruz. Her gün şarjını düşünüyoruz. Çünkü biliyoruz ki, unutursak herkesle irtibatımız kopacak. Telefonun kendisi uyarıyor. «Batarya zayıf!» diyor.

Namaz da gün içinde kalp bataryalarımızı şarj etmemizin çaresi. Rabbimiz namazı aralıklarla farz kılmış ki, şarjı bitmesin. Sabah bir kere doldur, akşama kadar gitmiyor. Öğlen bir daha… İkindin bir daha… Akşam bir daha… Yatsı bir daha…

Eğer insan ihmal eder, namazı kılmazsa yahut hakkıyla kılmazsa, îmânının şarjı biter; Allâh’ı unutur. O zaman çok çirkin bir kadın bile insanı ateşe yuvarlar. Üç kuruşluk bir menfaat dahî, insanı ebedî saâdetten eder.

«Allâh’ı unutmayayım.» diyen, daha da artıracak bağlantısını… Seherde teheccüd, sonra işrak, kuşluk, evvâbin, şarjsız kalma süresini daha da kısaltacak, irtibatı daha da artıracak…

Rabbimiz, bizi nefsimizin şerrinden muhafaza etsin. Bizi bir göz açıp kapayıncaya kadar dahî, nefsimizin eline bırakmasın. Bizi hep rızâsına uygun hâl ve davranışlara muvaffak eylesin.

Âmîn!..