BİR MİSAFİRİMİZ VAR!
YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com
Mayıs ayında bize bir misafir gelecek… Sessiz, külfetsiz, masrafsız ama ayağı çok uğurlu, bereketli, bize çok faydalı hediyeler getiren bir misafir…
Aslında o misafir bize her sene geliyor ve üç ay bizimle kalıyor. Bizimle kaldığı sürece hayatımıza huzur veren bir değişiklik getiriyor. Bir yenilenme, bir tazelenme, bir uyanış…
Bir annenin yavrusunu tatlı uykusundan uyandırmak için yanağını okşaması gibi nârin bir dokunuşla uyandırıyor bizleri. Gece sahurlara, teheccüdlere uyandırıyor. Şu dünya perdesine dalmış, gaflete gömülmüş ruhlarımıza taze bir nefes üfleyerek uyarıp, solmayan bir bahar yurduna davet ediyor…
Baharda çiçeklerin tomurcuklarını uyandıran ılık meltemler gibi esiyor, ruh iklimimizde ve gönül dalımızda taze ümitler filizlendiriyor.
Bazılarımız; onun bereketine çok rağbet gösteriyor, onu pek güzel karşılıyor. Onun gelişinin ilk Cuma’sına ayrı bir rağbet göstererek, sevincinden helvalar, lokmalar dağıtıyor konu komşuya. Bu gelen hürmet ve tâzim ayının hatırına, bazı günler yemeden içmeden kesiliyor.
Bu misafir bizimleyken amellerin kat kat mükâfatlanacağını bilenler; teberrük için kıyamda uzun uzun durarak, tevâzuyla eğilerek, mahviyetle secdelere kapanarak, onu verene şükranlarını sunuyorlar. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi yedi kat semâvâtı geçip, Rabbinin huzûruna çıkamasalar da O’nun Mîrac Gecesi getirdiği hediyeye sıkı sıkıya sarılıyorlar.
Bu bereketli mevsimden istifade etmeye muvaffak olanlar; arınıp, tazelenip, kurtuluş beratlarını alarak on bir ayın sultanına kavuşuyorlar. İki ay boyunca; «Bizi kavuştur!» diye duâ ettikleri aya… Vahyin aydınlığının Mekke vadisine nâzır o dağın yamacından doğduğu o kutlu aya…
O ay gelince gafiller bile uyanıyor. İçinde hardal tanesi ağırlığı kadar bir îmânı olanlar bile kayıtsız kalamıyor bu ayın gelişine, hiç değilse günahlara ara veriyor. Sene boyunca hiç aklına gelmeyenlerin bile alnı secdeye değiyor. Şeytanların büyükleri bağlandığından olsa gerek, azıcık hürmeti olanlar bile hiç değilse akrabalarını arayıp soruyor, bir gün olsun oruç tutuyor.
Kıymetini bilenler ise; «Belki de bu son Ramazân’ım, belki de bir dahakine kavuşamam.» diye amellerine dört elle sarılıyor. Hangi caminin imamı daha güzel, tane tane okuyor, daha sâkin, tâdîl-i erkâna göre namaz kıldırıyor, diye araştırıyor. Hatimle teravih kıldıran cami arıyor. Gecelerimize ılık gözyaşları, seherlerimize samimî yakarışlar, iftarlarımıza boynu bükük fısıltılar getiren bu misafir; giderken arkasında bayram ettiren sevinçler bırakıyor.
Üç aylar ve Ramazân-ı şerif; bizim ferdî ibâdet hayatımıza taze bir nefes getirirken, ailevî hayatımıza da canlılık veriyor ve gelecek nesillere mâneviyat mayalanmasına büyük fayda sağlıyor.
Malûm, zamanımızda evler ailenin daha çok yiyip içip dinlendiği yerler hâline gelmeye başladı. Aile reisleri çok meşgulse, anne de çalışıyorsa, çocuklar da kendi odalarında ders çalışma ve eğlenme üzerine bir hayat kurmuşsa; aile hayatı ev arkadaşlığına dönüşüyor. Kirayı ucuza getirmek için aynı evde kalan bekârlar gibi sadece sofrada bir araya geliniyor, maddî ihtiyaçlar için konuşuluyor.
Belki aile fertleri; kitap okuma, şuurlanma ve ibâdet hayatını kendi gayretleriyle sürdürüyor ama bunlar da ferdiyetçi bir anlayışla yaşanır hâle geliyor. Böyle bir aile düzeninde mânevî bir atmosfer sağlayıp ondan istifade etmenin bereketinden mahrum kalınıyor. Belki bunun tek istisnâsı; Ramazan aylarında ibâdet hayatının canlanması ve ailecek sahura kalkılıp, ailecek teravih namazlarına gidilmesi…
Çocukların büyük çoğunluğu, ancak Ramazan ayı vesilesiyle caminin kapısından içeri adım atıyor. Kadın-erkek, genç-yaşlı, farklı siyasî görüşten, meslekten, statüden binlerce kişinin büyük cemaatler hâlinde ibâdet ettiğini, belki ancak Kadir Gecesi vesilesiyle görüyor.
Eğitimciler çocukların şuur durumunu süngere benzetiyorlar. Yani bir çocuk, farkında olsa da olmasa da; hususî bir gayret göstermesine gerek kalmadan çevresindeki yetişkinlerin hayatını gözlemliyor, dinliyor ve edindiği intibâlarla hayatı mânâlandırmayı öğreniyor. Çocuğun ana dilini öğrenmesi, millî kültürünü edinmesi hep bu şekilde oluyor.
Bazen; “Çocuklarımıza Allah Teâlâ’yı nasıl tanıtalım, nasıl öğretelim?” nev‘inden yazılar yazılıyor, akademik tezler hazırlanıyor. Bunlarda hâkim dil; çocuk soru sorunca ona nasıl cevap vereceğimiz, çocukla nasıl konuşacağımız veya konuşmayacağımız üzerine doğruları, yanlışları anlatmak ve tavsiyelerde bulunmak tarzında oluyor. Hâlbuki çocuklar, Allah Teâlâ hakkında çok sık soru sormuyorlar. Çünkü küçük çocukların soruları, ekseriyetle; ihtiyaç ve istek duydukları şeyler veya ilgilerini çeken, merak uyandırıcı şeyler hakkında oluyor.
Çocuklar en çok da yetişkinlerin ilgi gösterdiği şeyleri merak ediyorlar. Meselâ çocuğun önüne bir yığın oyuncak koysanız ilgisini çekmiyor ama annesinin cep telefonunu, babasının diz üstü bilgisayarını ısrarla kurcalıyor. Çünkü anne babasının onda neye baktığını anlamak istiyor. Çocuk için anne babayı taklit etmek, «öğrenme» yeteneğinin temeli. En basit bir maharetten, meselâ kaşık tutmaktan tutun, öfkelendiği anlarda söylenirken kullandığı ifadelere kadar her şeyi taklit ediyor ve böylece büyük olmayı öğreniyorlar. Aynı şekilde hayatı anlamlandırma ve değerlendirmeyi de bizden öğreniyorlar. Hattâ hiç soru sormadan, tenkit de etmeden, anne babasını gözlemleyerek ve aynen benimseyerek tanıyor, öğreniyorlar.
Meselâ çok az çocuk anne babasına;
“Allah bizi görüyor mu? Nasıl görüyor? O nerede?” gibi sorular soruyor. Anne babasını günde beş kere işini gücünü bırakıp namaz kılar vaziyette gören bir çocuk anlıyor ki, Allah onun anne babasının namaz kılıp kılmadığını görür. Çünkü anne babanın namazını kılıp kılmadığını kimse görmüyor, bilmiyor. Ama demek ki insan üstünde hak sahibi olan yüce bir Varlık var ve O, her şeyi görüyor. Anne-baba hiçbir peşin menfaatini görmediği bu vazifeyi bıkmadan devam ettirdiğine göre demek ki O varlığa çok önem veriyor.
Küçük çocuklar; namaz kılan büyüklerine soru sorarlar, önüne geçerler, kucağına otururlar. Namaz kılan bir yetişkin, çocuk için çok ilginç bir manzara teşkil eder. Anne-baba o sırada çocuğuna kızamaz, söylenemez veya bir şey yapmasına mâni olamaz. Çünkü o sırada, kendisi hesap vermek üzere kendi Sahibi’nin huzûrunda saygıyla dikilmekte, tevâzuyla eğilmektedir. Çocuk bunu görünce kendisinden saygı ve itaat bekleyen anne babanın; kendisinin de bir varlığa saygı gösterip, itaat ettiğini anlar. Aynı varlığa itaat ederek yetişkinlerin dünyasına adım atma, onlara denk olma isteği duyar. Çoğu zaman; «Bunu neden yapıyoruz?» diye sormaya bile gerek duymadan dînî vazifelerini îfâ eder.
Hele Ramazan ile birlikte anne babasının bütün gün aç susuz durup, iftarı beklemesi çocuk için çok tesirli bir manzaradır. Çocuk görür ki, yetişkinler hâlsiz kalsa, başı ağrısa bile orucunu tamamlamak için sabır gösteriyor ve ertesi günü yine aynı oruca niyet ediyor, bir ay boyunca bu sabır talimine devam ediyor; artık anlar ki yetişkinlere bunu yaptıran Rabb-i Teâlâ, büyük bir azamet ve kudsiyyet sahibidir ve o azametli Rableri onlardan sabırlı ve sebatlı olmalarını istemektedir.
Bu bizzat tadılarak öğrenilen, yaşanarak öğretilen ve kendi nefsinde hayata geçirerek ispat edilen bir hakikattir. Böyle yüce bir hakikati gereği gibi anlatmanın ve benimsetmenin başka bir yolu da yoktur. Süslü püslü cümleler kurmakla, çocuğa ancak edebiyat öğretilebilir, edep ise ancak edepli olunarak öğretilebilir.
Çocuklar için özel mekânların ve özel zamanların sembolik anlamları vardır.
Meselâ çalıştığım dergiye, bir sıbyan mektebinden ana okul çağındaki talebeler geldi ve biz onlara Kur’ân okumaya geçmelerini tebrik için Mushaf hediye ettik. Çocuklardan biri öğretmenine sordu;
“Burası Peygamberimiz’in evi mi?” diye… Bu masumane soru; çocuk rûhunun, mânevî mefhum ve varlıkları anlamak için somut / müşahhas şeylere, nesne, mekân ve benzeri hâtıralara olan ihtiyacını düşündürdü. Esasen yetişkinlerin de içinde hep bir çocuksu hissiyat vardır ve onlar da maddî hâtıralara sinmiş mâneviyâta ihtiyaç duyarlar.
İşte çocuğa olsun yetişkine olsun, bazı mukaddes mekânlar, zamanlar ve şeyleri sevdirmek, onlarla tecrübeler yaşamak; mânâsını tatmadıkları, yaşamadıkları sözleri belletmekten daha tesirli oluyor. Eğer üç ayları ve Ramazan ayını, bunlar üzerinde tefekkür ederek ve şuuruna vararak yaşayabilirsek; belki çağımızın üstümüze çöken ağır kesâfetini yırtmamız ve çocuklarımıza mâneviyat aşısı vurmamız mümkün olabilir.