HUTBELERİN DİL YARASI

YAZAR : Bekir İsmet ÇİÇEK bekirismetcicek@gmail.com

Hutbe; irşad ve tebliğ usûllerinin en mühimi, en yaygını ve farz olanıdır diyebiliriz. Çünkü farz olan Cuma namazının, sıhhat şartlarından biridir.

Bugün geniş halk tabakalarının İslâm ile irtibatını sağlamanın, en belli başlı vasıtası hutbelerdir. Bu sebeple; vazifesi toplumu irşad, dîni tebliğ ve beyan olan herkes, hutbeler üzerinde hassâsiyetle durmalıdır.

Hitâbetin vasıtası dil olduğuna göre; lisan ne kadar güzel, anlaşılır ve incelikleri anlatmada yeterli olursa; insanlara dîni tam ve güzel anlatma maksadı o derecede mükemmel hâsıl olur ve vazife hakkıyla îfâ edilmiş olur.

-Allah rahmet eylesin- bir hocamız, kelimelerin mânâ kazanmasını Pamukkale’deki suyun içerisine düşen cisimlerin, zamanla yeni bir şekle ve renge bürünmesine benzetir; “Her kelime kullanıla kullanıla yıllar içerisinde bir mânâyı yüklenir.” derdi.

Mütedeyyin ecdâdımızın dili ve kültürü de bin yıldan fazladır beslendiği kaynağın; Kur’ân-ı Kerîm’in, hadîs-i şeriflerin ve dînî kültürün tesiriyle oluşmuş olup, onların rengini taşır. Dîne düşman ya da uzak olan çevrelerin; din ile halk arasına mesafe koymak, dîni anlaşılmaz kılmak için, sadeleştirme bahanesiyle dildeki Kur’ân, hadis ve dînî kültür menşeli kelimeleri budama gayretlerinin olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçektir.

Hâl böyleyken;

Vazifesi dîni tebliğ ve beyan olanların da bu, üzerinde bin yıldan fazladır çalışılan ve en ince mânâları ifade için geliştirilen dili korumaya ve kollamaya gayret etmeleri gerekmez mi? Muhafaza ve himaye etmek bir tarafa, bu büyük tecrübe ve birikimi bir çırpıda bir tarafa atmaya hevesli olmalarını anlayabilmek elbette ki çok zordur.

Son yıllardaki gelişmeler ışığında soralım:

Bu tavır resmî bir mecburiyet sayılabilir mi? Yoksa şahsî bir özenti demek mi daha uygun?

Gerçi bu husus sadece hutbelerle de sınırlı değildir. Yeni yazılan tefsirler de dâhil olmak üzere dînî akademik kariyer sahiplerinin ortaya koyduğu metinlerin çoğunda aynı temâyülü görmek mümkündür. Sanki köksüz, zevksiz ve yontulmamış kelimeler kullanmak; akademik kariyer sahibi olmanın, olmazsa olmaz bir gereği hâline gelmiş!

“Halkın anlayamadığı, tedâvülden kalkmış kelimeleri kullanalım.” diyen yok.

Ecdâdımızın güzel dilini talan ettirip kuşa çevirterek onların kullandığı her kelimeyi kullanma fırsatını maalesef kaçırmışız. Fakat hiç olmazsa dili katledenlerin katledemediği, hâlen tedâvülde olan, halkın dilinde yaşayan kelimelere sahip çıkarak; dînin anlaşılabilirliğine hizmet etme gayreti değil midir dîne gönül verenlere düşen?

Bu sorulara verilen cevap, her zaman şu:

“Hutbeler halk tarafından daha kolay anlaşılsın diye böyle bir dil kullanılıyor.”

Yıllardır işin içerisinde olan birisi olarak; okuduğumuz hutbelerde çok geçen bu tarz hazmedilmemiş kelimeleri tespit edip cemaatten rastgele şahıslara teker teker sorarak küçük çapta bir anket yapmaya çalıştım. Elde ettiğim neticeleri şu şekilde hulâsa edebilirim:

Dilimize pelesenk ettiğimiz “öngörmek” kelimesini, sorduğum kişilerin sadece beşte biri bilebildi. Ama onlar da bunun; «tahmin etmek» mi, «tavsiye etmek» mi, «gerektirmek» mi yoksa «şart koşmak» mı mânâlarına geldiğini ayırt edemediler.

Yine bu kelimelerden bir başkası, Fransızca honeur kelimesinden geldiği herkes tarafından bilinen “onur” kelimesi. Şeref, haysiyet, vakar ve izzet kelimeleri daha fazla bilinip tanınıyor. Meselâ birine kızdığında; “Seni onursuz!” diyen birine hiç rastladınız mı? Meselâ “yaşlılık onuru” ne demektir? «Yaşlılık şerefi» midir, «yaşlılık izzeti» midir, «yaşlılık haysiyeti» midir yoksa «yaşlılık vakarı» mıdır?

Tam olarak nedir bilen var mı?

Her birisi ayrı bir inceliği ifade eden dört kelimenin hepsinin yerine “onur” kelimesini kullanmanın kelime hazinemizin dörtte üçünün kaybından yani fakirleşmesinden başka mânâsı yoktur. “Onur” bir galat-ı meşhurdur denirse, bilinsin ki bu sadece okumuş-yazmış takımının kendini zorladığı bir galat olabilir. Çok şükür bu galat, halka inmemiştir.

“Zorunlu” kelimesi de öyle…

Halktan, «mecburiyet» karşısında “zorunlu kaldım” diyeni duyduk mu hiç, yoksa «mecbur kaldım» mı derler böyle bir durumda?

“Ödün” kelimesini tanıyan çok az kimse var. Ama «taviz» kelimesini herkes biliyor ve kullanıyor.

“İletişim” deyince milletin aklına telefonla ilgili hususlar gelirken; «irtibat»ın, «haberleşme»nin ne olduğunu herkes biliyor.

Tahsilli tâifenin kullanmayı ayrıcalık bildiği, “literatür” kelimesini tanıyan tek kişi çıkmadı.

“Erdem” kelimesini tanıyan lise mezunu az sayıdaki insana karşılık, «fazîlet» kelimesini tanımayan yok.

“Kutlu” kelimesini sorduklarım; «İşte, Kutlu Doğum Haftası falan…» dediler. Yani bu kelimeyi de kullana kullana biz benimsetmişiz yoksa “kut”un halkın hâfızasında bir karşılığı yok. «Mübârek» kelimesi ise; «Kandilin, bayramın mübârek olsun»u, bereketi hatırlatıyor insanımıza.

“Bilinç” ile «şuur»u sordum. “Bilinci daha iyi tanıyorum.” diyen tek kişi çıkmadı.

“Elçi”nin nebî, peygamber olduğunu herkes biliyor. Ama; “Sana hangisi daha yakın ve sıcak geliyor?” sorusuna; «Nebî daha dînî ve daha sıcak…» cevabını veriyorlar.

Bir faaliyet kelimemiz vardı. Yirmi-otuz sene önce herkes onu kullanırdı. Hâlâ da «faaliyet raporu» gibi ifadelerde kullanılıyor. Peki; “Faale Rabbüke, fa‘ālü’l-limâ yürîd” vesaire gibi Kur’ânî ifadeleri hatırlatabilir endişesiyle mi faaliyet kelimesinden vazgeçtik de yerine; yabancı “aktivite” kelimesinden aşırma mânâ tercümesiyle, «etki-etkin»den “etkinlik” kelimesini ikāme gayreti içine girdik? Etkinlik kelimesinin halk tarafından faaliyet kelimesinden daha anlaşılır olduğunu zannederek; Kutlu Doğum Haftası «faaliyet»leri değil de “etkinlik”leri demeyi tercih ediyorsak büyük bir hatanın içerisinde olduğumuzu bilelim.

“Bireyselleşme”yi doğru dürüst bilen yok, «fert» de “birey”den daha az bilinmiyor.

Yabancı «prensip» kelimesi “ilke” kelimesinden daha iyi tanınıyor.

Mutluluk saâdetten, içtenlik samimiyetten, giysi elbiseden, olay hâdiseden, ilişki münasebetten, olanak imkândan, olasılık ihtimalden… daha az tanınıyor ve soğuk bulunuyor halk tarafından.

Sözü şöyle bağlayabiliriz. Mânâ ummanı olan, dünyanın en canlı ve en zengin dînini; budana budana kuşa çevrilmiş, incelikleri ifadede kifâyetsiz bir dille anlatabilmek asla mümkün değildir.

Fırsatı tamamen elden kaçırmadan; şu anda halkın dilinde canlılığını sürdüren kelimelere sahip çıkıp, halkın gerisine düşmeden, hattâ onlardan biraz daha önde durarak dilimizin tamamen fakirleşmesine asla müsaade etmeyecek kadar bir gayretin içerisinde bulunmayı bir boyun borcu bilmeli, dînin anlanması, yaşanması, kültürünün korunması-kollanması hususlarında önde olması gerekenler olarak, halkın gerisinde kalma vebâlini yüklenmemeliyiz.

Hutbeleri gözden geçiren ve yayına hazırlayan heyet içerisinde dil ve edebiyattan anlayan kimselerin de bulunması çok isabetli olacak ve hutbelere güzellik katacaktır şüphesiz.