Muvaffak Kılan da O… TEVÂFUK ETTİREN DE O…

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

«Oku!»

Rabbimizin bize ilk mesajı…

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi, sohbet ve makalelerinde bu âyet-i kerîmenin tefsirini geniş bir şekilde ele almakta…

“Ey insan!

Kendini oku…

Kur’ân-ı Kerîm’i oku…

Kâinâtı oku…”

Zaten bunlar birbirinin anahtarı, birbirinin izahı ve tefsiri…

Bu okunacak şeylere bir şey daha ilâve ediliyor:

Hâdisâtı oku…

Yani olayların akışını oku…

Hayatımız; kader denilen müthiş plânın adım adım, nakış nakış işlendiği olaylarla bir bir dokunmuş. Bir kilim gibi, bir halı deseni gibi… Hiçbir nokta abes değil, boş değil, anlamsız ve hikmetsiz değil…

Her şeyde bir sır ve hikmet var…

Hiçbir şey tesadüf değil. Tevâfuk…

Okumak yani tefekkür etmek lâzım…

Çünkü;

Tefekkür, teşekküre vesile…

Şuuruna varmak, şükrünü edâ etmeye vesile…

Bakalım bizim de içinde bulunduğumuz hâdisâtın akışına…

Olmayabilirdik, Allah vâr etti…

Şükürler olsun…

Başka bir mahlûkat olabilirdik, insan olmamızı lutfetti…

Şükürler olsun…

Küfür diyarında, ehl-i fısk içinde dünyaya gelebilirdik; ehl-i îmân içinde, Türkiye’de, dindar anne-babaların evlâdı olarak dünyaya getirdi…

Şükürler olsun…

Her hâlükârda o göstermese göremezdik, en büyük ihsanı verdi; îman nasip etti…

Şükürler olsun…

Doğuştan hasta olabilirdik; bahşetti, sıhhat verdi…

Mecnun olabilirdik; ihsanda bulundu, akıl verdi…

Aç ve çıplak bırakabilirdi; lutfetti, imkân verdi…

Hepsine sonsuz şükür…

Yalnız dil ile değil, fiil ile şükür…

Sıhhati ibâdette kullanarak şükür…

İmkânı, merhamet ve infâka sevk ederek şükür…

Aklı, O’nun râzı olacağı ilim ve irfâna sarf ederek şükür…

Her güzel şey, Allâh’ın bir lutfu…

Muvaffak kılan O…

Hele bazı hâdiseler var ki, onlardaki sürprizler, üst üste gelişler; insanı hayretlere gark ediyor. «Burada hususî bir tevfîk-i ilâhî var!» dedirtiyor.

Anlatacağım hâtıra da böyle bir tevâfuk… Bundan 20 yıl kadar önce Küçükköy Yeşilçam sokakta oturuyoruz.

Bir gün bizim evin kapısı çalındı. Pencereden aşağıya baktım:

İki dost…

Biri Mustafa GÜLERYÜZ, hizmet ehli… Diğeri camimizin hocası Fethi Hoca…

“Bir dakika geliyorum.” dedim.

Benim bildiğim bu iki dostum, birbirini tanımıyor. Merakla aşağıya indim:

“–Hoş geldiniz…”

“–Hoş bulduk…”

“–Siz ikiniz, birbirinizi tanıyor musunuz?”

Fethi Hoca;

“–Yok, tanımıyorum.” dedi.

Mustafa GÜLERYÜZ;

“–Ben tanıyorum, sizin caminin imamı.” dedi.

O camide, arkasında namaz kıldığı için tanıyor, o kadar…

“–Öyleyse ikiniz beraber gelmediniz.”

“–Yok, beraber gelmedik. Kapıda karşılaştık. Aynı zile ikimiz parmağımızı beraber uzattık.”

“–O zaman, sebeb-i ziyaretiniz farklı farklı. Önce hanginizden başlayalım?”

Fethi Hoca dedi ki:

“–Bu arkadaş uzaktan soluk soluğa, koşa koşa gelmiş. Anlaşılan acelesi var, ondan başla. Benim işin acelesi yok…”

Mustafa GÜLERYÜZ, Musa Efendimiz’in işareti ve o zaman Hüdayî Vakfı yöneticisi olan Osman Nûri TOPBAŞ Hocamızın talimatı ile Kırklareli’ndeki Bosna kampında bulunan Bosnalı kardeşlerimizle ilgileniyordu.

O yıllarda; şimdi Suriye’de olduğu gibi, Bosna’da savaş vardı. Yugoslavya’nın dağılmasını, müslümanların müstakil bir devlet hâline gelmesini hazmedemeyen Sırp cânîleri; masum, sivil Bosnalıları katlediyordu. Dünya göz yumuyor, hattâ Sırplara yardım ediyorlardı.

Osmanlı’nın vârisleri olarak bizim bağrımız yanıyordu. Herkes yardım etmeye çalışıyordu. Hacı Musa TOPBAŞ Hocaefendi de dillere destan cömertliği içinde Bosna için çırpınanlardandı.

Bu şartlar içinde âdeta «baba ocağı» diyerek, 500-600 kişilik Bosnalı kardeşimiz de Kırklareli’ne gelmişti. Devletimiz onlara orada bir kamp tesis etmişti, ekserîsi yaşlı kadın-erkek ve çocuklardı.

Mustafa GÜLERYÜZ; ara sıra gider, onların ufak tefek ihtiyaçlarını not ederdi. Fermuar, düğme, iğne, iplik… Evinden, barkından kaçmış insanın eksiği biter mi? Bu eksikleri temin eder, kampın başındaki kafile başkanlarına ulaştırırdı. Her hafta gittiği bu kampa bir sefer de birlikte gitmiştik.

Mustafa GÜLERYÜZ anlatmaya başladı:

“–Seninle beraber gittiğimiz kamp vardı ya. Orada muhatap olduğumuz kafile başı üç kişi bir saat evvel, benim evime geldi. Kamptakiler âniden karar vermişler, memleketlerine gideceklermiş. Bu üç kişi de, vefâsızlık olmasın; «Allâhaısmarladık!» demeden gitmeyelim, diye beni ziyarete gelmişler.

Sordum:

«–Gidiyorsunuz ama sizin cebinizde hiç para yok. Yol hâli. Cebinizde yiyecek peynir-ekmek parası bile yok.»

«–Evet, yok ama ne yapalım?»

Cebime baktım yüz elli lira para var. Başka da yok. Ne yapayım, ne yapayım? Aklıma sen geldin. «Ahmet ZİYLAN Ağabeye gidersem, belki onda vardır. Alır bunlara veririm. İster borç verir, isterse bağışta bulunur.» dedim. Koşa koşa buraya geldim:

«Paran varsa ver de şunların cebine birkaç kuruş para koyalım…»”

Gelmiş gelmesine fakat o an bende de para yoktu. Üzüntüyle cevapladım:

“–Mustafa Bey! Bende de para yok. Çıksa çıksa yüz, yüz elli lira çıkar.”

Güleryüz perişan;

“–Yapma yahu! Yapma yahu!” diyerek gözlerinden yaş akmaya başladı.

“–Bende gerçekten yok!” dedim.

İnsanın her zaman yanında tedariki olmaz ki…

Biz böyle;

“Vah tüh! Ne yapacağız?..” diye konuşurken bizi dinleyen Fethi Hoca devreye girdi. O; önceliği Güleryüz’e verdiği için, niçin geldiğini bilmiyoruz. Elinde bir naylon torba var.

Başladı anlatmaya:

“–Hele bir durun! Ben bugün çok kârlı bir iş yaptım. Bir kaç sene evvel bir arsa almıştım onu sattım. Şu torbanın içinde 140 bin lira para var. Sabahtan beri evde duruyordu. Düşündüm, düşündüm; «Ne yapayım?» diye. Para, beni rahatsız etmeye başladı;

«Ben bu parayı Ahmet ZİYLAN Abiye götüreyim. Dolar mı yaptırır, mark mı yaptırır, saklar mı ne yaparsa yapsın… Şunun derdinden kurtulayım.» dedim. Getirdim. Şimdi bu Bosnalıların durumunu işitince çok etkilendim. Alın benden 10 bin lira!”

Poşetten çıkardı 10 bin lira verdi. Gerisini de zaten benim onun adına değerlendirmem için bana getirmiş. Ben de içinden borç olarak 10 bin lira aldım, hemen Güleryüz’e verdim. O âna kadar Fethi Hoca benim evime hiç gelmiş değildi, ilk defa geliyordu.

Sayın Mustafa GÜLERYÜZ sevinçten sanki uçacak gibi:

“–Yâ Rabbî! Sana şükürler olsun!”

“Yâ Allah!” dedi, koştu gitti.

Şimdi hâdiselerin akışını okuyalım:

Bosnalı kardeşlerimiz dara düşecekler…

Fethi Hoca, arsa satacak, para kendisini rahatsız edecek. «Şunu götüreyim.» diyecek.

Sayın Mustafa GÜLERYÜZ, âcil para ihtiyacı ile bizim eve yönelecek…

Hepsi aynı anda…

Bu, hikmet-i ilâhî değil de nedir?

Mevlâ’m kaderin içinde böyle sürprizler yapıyor. Böyle ayarlıyor.

Karşımıza nice fırsatlar çıkarıyor.

Şeyh Sâdî Hazretleri diyor ki:

“Hayır işlemeye muvaffak olduğun için Allâh’a şükret. Zira Hak Teâlâ seni lütuf ve ihsanından boş bırakmadı… Seni hayır yolunda istihdâm ettiği için sen O’na minnettar ol.”

Takdirin içindeki her tevâfuk bir imtihan…

Bir muhtaçla karşılaştın;

“Beni mi buldu? Benden başka yardım edecek yok muydu?” dersen fırsatı teptin demektir.

Çünkü bir düşün:

Seni o hâdiseyle, o muhtaçla, o ihtiyaçla karşılaştıran, tevâfuk ettiren kim?

Mü’min, mü’mine zimmetli… Senin, arayıp bulman gerekirken; Allah senin karşına çıkarıyor. Bu nimettir.

Bu nimetin kıymetini bilmezsen, senin için ağır bir imtihandır.

Bizim hikâyede, Fethi Hoca; cimri bir insan olsa, yardım mevzuu açılınca, o infak fırsatından yararlanamaz, bizi de yararlandıramazdı. Ziyaret sebebini de açıklamaz, oradan kaçmanın yolunu arardı. Fakat o, öyle yapmadı.

Rabbimiz’in kendisine verdiği rızıktan o da hemen infakta bulundu.

“Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!” derler ya; kimisi her türlü durumdan, kendi mes‘ûliyet vazifesini çıkarır, kimisi de anlamazlığa vurur.

Nüktedan bir kişiden naklettiler:

Eskiden direkt telefon yoktu. Santralden bağlanırdı. Uzun uzun beklenirdi. Sırayla…

Telefon görüşmesi hem çok pahalı, hem zor ulaşılır olunca, insanlar hemen dertlerini söyleyip kapatmaya bakarlardı.

Bizim nüktedan adama memleketten telefon gelmiş. Karşı taraf can havliyle bağırıyor:

“–Alo, acele para lâzım, para gönder!..”

“–Anlamadım! Sesini alamadım!”

“–Alo alo, acele para lâzım! Doğum hâli var! Para lâzım diyorum, paraa!”

“–Alo, alo, anlamadım. Ses gelmiyor!”

“–Para lâzım diyorum yahu para! Hasta var. Para gönder, paraa!”

“–Ses gelmiyor, ne diyorsun? Anlamadım!”

Bu bir türlü tatlıya bağlanmayan diyaloğu dinleyen santraldeki kız artık dayanamamış:

“–Beyefendi, bunda anlamayacak ne var?!. «Para lâzım!» diyorlar. Para istiyorlar.”

Adam bunun üzerine demiş ki:

“–Hanım kızım, ben anlamadım. Sen anladıysan sen gönder parayı!” ben hâlâ anlamadım.

Rabbimiz, hâdisâtın akışıyla, kaderin garip cilveleriyle, mutlu tevâfuklarla hep bize mesaj gönderiyor.

O mesajları «Rabbimiz’in adıyla» okur, mes‘ûliyetimizi idrak edersek, vicdanımız daima teyakkuzda olur. Cömert, mütevâzı, hizmet ehli bir insan oluruz.

Fakat işimize gelmez, işi anlamazlığa vurursak, Hızır -aleyhisselâm- kapımıza gelse, -Allah korusun- kovalarız!

Rabbim; bizleri nefsimizi tanıyıp arındırabilen, Kur’ân’ı, kâinâtı ve hâdiselerin akışını okuyan ve hisse alabilen kullarından eylesin.

Âmîn…