Âhirzaman Fitneleri İçinde HIRİSTİYANLAR VE BİZ

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Son zamanlarda İslâm’ın da Hıristiyanlık gibi tahrifata uğramış olduğuna dair bir propaganda yürütülmektedir.

Birkaç yıl önce internette yazıştığım bir bayan bana;

“Siz başka dinlerin ruhbanlar eliyle yozlaştığını, İslâm’ın bozulmadan korunduğunu ileri sürüyorsunuz ama ben duydum ki İslâm da benzer bir süreçten etkilenmiş, belli otoriteler vasıtasıyla yorumlanmış.” gibi bir şeyler söyledi. Bu kişinin genel eğilimi, Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri’nin âlet edilmeye çalışıldığı, dinde çoğulculuk anlayışı, yani; “Bütün dinler özünde birdir, farklılık sırf kurumlarda ve geleneklerdedir. Bunlar da dînin özünden kaynaklanmıyor, zaman içinde otoriteler eliyle yorumlanışı sırasında ortaya çıkıyor.” şeklindeki bâtıl görüş idi.

Elbette etkilendiği kesimler belli; batı taklitçisi bir zihniyetle İslâm’da da reform yapma arzusunda olanlar, güya İslâm’ın ana kaynaklarında olmasa bile, onların yorumlanışında ve tatbik edilişinde de otoritelerin etkisinin olduğunu ileri süren ve tesiri gidermek adına «Kur’ân’a geri dönmek»ten veya «Kur’ân’ın zâhirine değil bâtınına; ahkâmına değil sadece rûhuna bakmak gerektiği»nden bahis açanlar. Bunlar «otoriteler» derken; ekseriyetle, hadis ve fıkıh imamları, ehl-i sünnet mezhep imamları ve Sünnet’e uymayı esas alan tasavvuf meşâyıhını hedef alıyorlar.

Dünyevî düzene boyun eğmeyen tek sahih din olan İslâm’ı, ehlîleştirme çabalarının sonucu olan bu kara propagandalar; bir yandan cehaletleri sebebiyle savunmasız durumda bulunan, bir yandan da dünyevî-batılı hayat tarzına alışkanlık kazandığı için, fıkhî mes’ûliyetlerden kurtulma fikri, nefislerine hoş gelen kesimler üzerinde bir hayli tesirli.

Elbette bu fikirler kendiliğinden ortaya çıkmıyor, müsteşriklerin estirdiği rüzgârdan veya yine onların tesiriyle, kendi dinlerini batı mefhumlarıyla değerlendirme alışkanlıklarından doğuyor.

Böylece İslâm dîni sahihlik yönünden Hıristiyanlıkla eşit bir derekeye indirilerek, üzerinde; reform yapılmasının, bâtınî ve felsefî anlayışa sahip kesimler gibi akāid ve fıkıh ölçüleri olmaksızın keyfî bir şekilde anlaşılmasının önü açılmaya çalışılıyor. Tarihteki, Hallâc-ı Mansur’un idamı gibi birkaç küçük tartışmalı vak’anın ısıtılıp ısıtılıp gündeme sürülmesinin ardında yatan da bu. Ehl-i sünnetin sahih bir çizgide kalma hassâsiyetinin kınanması ve gaddarâne bir baskı olarak gösterilmesi için birtakım mazlumiyet hikâyeleri ajite ediliyor.

Hâlbuki ehl-i sünnet âlimlerinin de birçoğu zulme uğramıştır. Başta Fıkh-ı Ekber eseriyle ehl-i sünnet îtikadının temelini atan İmâm-ı Âzam; iktidarın, haksız icraatlarına meşrûiyet kazandırmak maksadıyla kendisine teklif ettiği resmî vazifeyi kabul etmediği için zindana atılmıştır.

Hem ehl-i sünnet âlimlerinin birçoğu sûfîdir ve tasavvufî hayat tecrübelerine karşı müsamahalıdır, her ne kadar teşvik etmeseler de vecd hâliyle söylenmiş sözleri hoş görüp geçmişlerdir.

Öte yandan yelpazenin diğer ucundaki bir başka ifrat ise; İslâmsız bir tasavvuf üretmeye kalkışanları bahane ederek, sünnete uygun bir tasavvuf yolu izleyen âlimlere ve onların uyulmasına hassâsiyet gösterdiği; hadis, tefsir, fıkıh ve tasavvuf birikimine de rastgele eleştiriler yönelten kesimlerdir. Bunlar, tasavvuf caddesinin, ilim ehli tarafından pek de itibar görmemiş birkaç şeridini bahane ederek ana kulvara saldırırken, bu sefer başka bir yoldan, kulağa hoş gelen; «Kur’ân’a dönelim!» sloganı altında, Kur’ân’ı yalnızlaştırmaya; onun nasıl anlaşılıp tatbik edileceği noktasında, hudutlar tayin etmiş olan; hadis, tefsir, fıkıh ve tasavvuf birikimini onun üzerinden soyup çıkarmaya kalkışmaktadırlar. Aslında bu yol da Kur’ân-ı Kerîm’i keyfî bir şekilde yorumlamak isteyenlerin önünü açacak bir başka hatadır.

Tuhaf olan şudur ki, gerek tasavvuf anlayışında gerekse tasavvuf düşmanlığı anlayışında ifrata kaçan bu kesimler; İslâmî birikimin üzerine şüphe gölgesi düşürerek, ince meseleleri anlamaktan âciz olanların aklına İslâm aleyhine bir güvensizlik sokmakta birleşmektedirler. Acaba bu kesimler; bu güvensizliğin bizi tıpkı hıristiyan topluluklar gibi, genel olarak dîne ve dîni temsil makamında bulunanlara karşı güven duymayan bir toplum hâline getireceğini görememekte midirler?

Geçtiğimiz günlerde Almanya’dan gelmiş, burada kendi görüşünü destekleyen bir dernekte konuşma yapan birisini dinledim;

Tasavvuf yolunun Kur’ân’ı okuyup anlamaya engel teşkil ettiğini, çünkü bir kısım mürşidlerin; «Siz Kur’ân’ı anlayamazsınız, sadece mürşidinize itaat edin, yeter!» dediğini iddia ediyordu. Gerçekten insanları Kur’ân’dan uzaklaştıran bir mürşid var mıdır yahut onun söylediği tam olarak böyle midir, bilemiyorum. Eğer Kur’ân meâli okumayı İslâm’ı öğrenmek için yeterli görmenin iyi bir metod olamayacağını söylemişse bu zaten yanlış değildir. Ancak, İslâm âlimlerinin; halkı gerçek İncil’den uzaklaştırıp kendilerine itaat ettiren, konsillerinde toplanıp kendi otoritelerini destekleyecek bir îtikat sistemi belirleyen ruhbanlarla hiçbir benzerliği yoktur.

Tasavvuf büyüklerinin birçoğu âlimdir, eğitimlerine Kur’ân’ı ezberleyerek ve İslâmî ilimleri okuyarak başlamışlardır. Onlar Kur’ân-ı Kerîm’in hem lâfzı hem mânâsıyla bir bütün olarak vahyedildiğine inanır, onu en temel istinad noktası olarak görürler. Böylece kendilerini bir mukaddes metne bağlı, onun muhatabı ve onu tatbikle sorumlu kabul ederler. Bunun yanında Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dîni tebliğ, talim ve tatbik vazifesini de kabullenir, O’nun sünnetini Kur’ân’ı anlamakta en önemli rehber kabul ederler. Tasavvufun da, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kulluk hayatının, kalp hâllerinin ve mânevî tecrübelerinin sistemleşmiş hâli olduğunu esas alırlar.

Tasavvuf ehli; Kur’ân-ı Kerîm’i anlamayı, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kulluk ve irşad tecrübelerinden bir kısmını olsun yaşamış kişilerin rehberliğinde anlamak şeklinde kabul etmektedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim; Peygamberimiz’in hayatı, mücadelesi, imtihanları, kulluğu, aile hayatı ve mânevî hâl ve tecrübelerine, o kadar çok temas eder ki, onları bilmeden, anlamadan, hattâ tatmadan; Kur’ân-ı Kerîm’i anladığını iddia etmek kuru ve boş bir iddia olacaktır.

Zaten Kur’ân-ı Kerim, Peygamber’in dîni tebliğ ve tatbikteki örnekliğine o kadar çok atıfta bulunmaktadır ki, bunları okuyup idrak eden hiç kimsenin, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bir yana bırakarak Kur’ân metni üzerinde yorum yapmaya yeltendiği görülmemiştir.

Bu gerçeği idrak edenler; Kur’ân-ı Kerîm’i asıl idrak edenlerin, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e benzer bir mânevî tecrübe içinde olan, meselâ dîni önce kendi nefsine, sonra etrafındakilere tebliğ ve tatbik eden ve bu yolda mücâhede içinde olan kişiler olacağını kabullenmekte zorlanmazlar.

Her ne kadar Sünnî gelenekte rabbânî âlimler ve bâtın ilminin mürşidleri olan bu zevat; şia geleneğindeki imâmet makamı gibi hatalardan korunmuş, masum telâkki edilmeseler de takvâlarıyla örnek olabilecek kişiler olarak, saygı görürler. Fakat bu saygı hiçbir zaman, hıristiyanlarda olduğu gibi, ruhban kesimine din üzerine keyfî yorumlar yapma yetkisi tanıyacak şekilde ölçüsüz değildir. Aksine din üzerine keyfî yorumlar yapılmasına karşı en büyük direnişi bu mürşid-i kâmil zâtlar gösterir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bâtınî ve felsefî birtakım sapmalara karşı ehl-i sünnet yolunu müdafaa eden İmâm-ı Gazâlî’nin, İmâm-ı Rabbânî ve neslinden gelen âlimlerin sûfî olması yeterli bir delil değil midir?

Âhirzamanda ilim sahibi olmadan fikir sahibi olan veya ilmi, bilgiçlik ve şuna buna sataşma vasıtası yapan, sebep olacağı sonuçları hesap etmeden ortaya iddialar veya uç meseleler atan sözde âlimler çok… Bu gibi kişiler, yaptıklarıyla nefislerini büyük görmeye çalışırken, verdikleri zararın farkında değiller. Zaten tasavvufun insanı önce nefsi hakkında bilinçlendirmesi ve takvâyı tembihlemesi boşuna değil…

Uzun sözün kısası; zaman düşüne taşına konuşma ve hareket etme zamanı. Hıristiyan dünyasının hâkimiyetine direnebilmemiz için, onların hâlinden ibret almamız, aynı tuzaklara düşmekten sakınmamız gerek.

Onların bizden «kendileri gibi olmadıkça» râzı olmayacaklarını da unutmamamız gerekiyor. Bu yüzden de ortaya attıkları her meselenin peşine takılmamamız, kendi yolumuzda sebat göstermemiz gerekiyor.